|
|
Abdil YILDIRIM |
Akıllı tüccar |
|
Her insan, âhiret erzakını temin etmek için dünya pazarına gönderilmiş bir tüccardır. Ömür denen zaman zarfında alış verişini yapar, sonra asıl vatanı olan sonsuzluk yurduna döner. Burada kazandıkları ile oradaki hayatına devam eder. Akıllı bir tüccar gibi davranarak güzel bir alış veriş yapanlar, ellerindeki sermayeyi kat kat arttırırlar, öbür dünyada rahat edecekleri bir yatırıma dönüştürürler. Akılsızlıkları sebebi ile sermayesini çar çur edenler ise, müflis bir tüccar gibi ortada kalırlar. Öbür dünyada da sefil ve perişan bir şekilde akılsızlıklarının cezasını çekerler.
Cenâb-ı Hak insanı dünya pazarına gönderirken, eline iki büyük sermaye vermiştir. Birisi canı, diğeri de maddî ve mânevî varlıkları olan mallarıdır. Bu mallar da yine Cenâb-ı Hak tarafından verilen bir nimet olduğu için büyük bir kıymet ifade eder. O yüzden atalarımız, “Mal canın yongasıdır” demişlerdir.
Sahip olunan bu sermaye insanın kendine ait olan öz kaynakları değildir. Bunlar da yine Allah tarafından insana hibe olarak verilmiştir. Rahîm ve Kerîm olan Rabbimiz, bu sermayeleri Hazine-i Rahmetinden insana ihsan etmiş, rızası dairesinde kullanılmasını istemiştir. Bunun karşılığında da insana Cennetini vaad etmiştir. Yani kendi verdiği malı ve canı, yüksek bir fiyatla bizden satın almak istemiştir. Akıllı bir tüccar gibi davranarak malını ve canını Allah’a satanlar, karşılığında Cennet gibi ebedî ve sermedî bir kazanç elde edeceklerdir. Zaten satmayanların da ellerindeki sermaye bir şekilde heba olup gitmektedir.
Tevbe Sûresi 111. âyette Cenâb-ı Hak, “Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını kendilerine verilecek Cennet karşılığında satın almıştır” buyurmaktadır.
Burada, Allah ile kul arasında bir alış verişten bahsedilmektedir. Kulun elindeki fâni mallara Allah müşteri olduktan sonra, onu satmaktan kaçınmak, en kibar tabirle ahmaklık olur. Her tüccar elindeki malı zengin ve güvenilir birisine satmak ister. Alıcı zengin ve güvenilir olursa, hem yüksek ücret verir, hem de vaad ettiği ücreti zamanında öder.
Canların ve malların Allah’a nasıl satılacağı konusunda bir çok âlim, Allah yolunda cihad etmek, gerektiğinde canını feda etmek, malını da infak etmek şeklinde izah ederken, Bediüzzaman Hazretleri daha orijinal bir bakış açısı ile bu âyeti tefsir etmektedir. Bediüzzaman, Allah ile kul arasındaki bu alış verişi “kârlı bir ticaret” olarak ifade etmektedir. İnsana verilen sermaye içerisinde, akıl, kalp ruh, hayal, göz, kulak, dil gibi maddî ve mânevî varlıklar mevcuttur. Bu fırtınalı dünya hayatında insan kendi gücü ve kuvveti ile bu malları muhafaza edemez. Sağlam bir yed-i emine bırakmazsa, heba olup gidecektir.
Bediüzzaman, fâni ömrü bâkiye çevirecek bir alış veriş peşindedir. Bunun yolu ise, eldeki sermayeyi Allah yolunda sarf etmektir. Zaten Bediüzzaman, “satmak” tabirini “sarf etmek, çalıştırmak” anlamında kullanmaktadır. İnsana verilen istidatlar ve göz, kulak, dil gibi azalar, Allah yolunda çalıştırılırsa, o zaman “ömr-ü zail bâkiye inkılâb edecek, bâki meyveler verecektir.”
Meselâ göz, Saniine satılırsa, yani O’nun izni doğrultusunda ve helâl dairesinde çalıştırılırsa, kâinat kitabının bir mütalâacısı ve Cenâb-ı Hak’kın san'at ve marifetlerinin bir seyircisi derecesine çıkar, küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin bir arısı olur. Nefis hesabına çalıştırılırsa, nefsin heveslerine hizmet eden bir “kavvad” derekesine düşer. Akıl, hayal, dil, kulak gibi maddî ve manevî duygularımız ve uzuvlarımız da, Allah namına çalıştırılırsa, hem kıymetleri birden bine çıkacak, hem de ebedî âlemde daha mükemmel bir şekilde bize iade edilecektir.
Her insan, ahiret erzakını temin etmek için dünya pazarına gönderilmiş bir tüccardır demiştik. Akıllı tüccar, böyle bir alış verişi canına minnet bilir ve hem malını, hem canını Cenâb-ı Hak’ka satmaktan bir an bile tereddüt etmez.
MÜLKÜ MÂLİKİNE SATMALIYIM (ALTINCI SÖZ)
Aczimi fakrımı fark etmeliyim,
Benliği içimden atmalıyım ben,
Nefsi ve hevayı terk etmeliyim,
Hüda’nın yolundan gitmeliyim ben.
Birer misafiriz fâni dünyada,
Hak’ka biat ettik Kaalubelâ’da
Akdimiz asılı Arş-ı Âlâ’da
Verdiğim o sözü tutmalıyım ben.
Hayat deli dolu akan bir selmiş,
Ömür ağacının dalı eğilmiş,
Benim dediklerim benim değilmiş,
Emaneti teslim etmeliyim ben.
Rabbimin verdiği canı ve malı,
O’nun hesabına çalıştırmalı,
Şeytanın sunduğu zehirli balı,
Elimin tersiyle itmeliyim ben.
Hayat netameli, dünya bîkarar,
Dünyaya sarılan ediyor zarar
Hak’ka dayananlar hep kârlı çıkar,
Allah’ın ipini tutmalıyım ben.
Kerim olan Rabbim, kerem ediyor,
Mülkümü siz bana satınız diyor,
Karşılığında bir Cennet veriyor,
Mülkü mâlikine satmalıyım ben.
07.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Bir ayda biriktirilenler |
|
Hızla geçen zaman, Ramazan’ı da aldı götürdü bizden, bayramla buluşturdu, bayram sonrası günlere eriştirdi… Bir buz gibi eriyen anlar, geriye bıraktıkları ve ileriye gönderdikleriyle değerlendi veya değersizleşti…
Kutlu günler geçirdik oruç ayında; şükrün ve tefekkürün âfâkî ve enfüsî zirvelerinde dolaştık; buraya ne için geldiğimizi, asıl var olma sebebimizi, nereye gideceğimizi, gideceğimiz yere göre hazırlık yapmamız gerektiğini idrak ettik…
Şimdi ne yapmalıyız, bir yıl Ramazan’ın gelmesini mi beklemeliyiz; derunî düşüncelere dalmak, ulvî hislerle dolmak için, yoksa dünyevîliğin her yönden saldırdığı demlerde kalp kabında biriktirdiklerimizi idareli mi kullanmalıyız? Kesretin sel gibi önüne geleni devirdiği sularda, sakin limanlara ulaşmak Ramazansız ne mümkün?
Açlığı hissetmek, susuzluğu içmekle beden zindeleşir, ruh incelir, nefis tezkiye olur, insî ve cinnî şeytanlar uzaklaşır, Kur’ân kalbe inzâl olur…
Kur’ân’ın nüzulüyle kudsîleşen ayda alıştığımız okumalara aynı hızla devam edebiliyor muyuz şimdiki zamanlarda? Aklımız, kalbimiz, lâtifelerimiz daha kirlenmeden aynı heyecanla bütün cihazatıyla Kur’ân’a muhatap olma hassasiyetimizi sürdürüyor muyuz? Sabır dersini iyi almış mıyız; ibadetlere, mûsibetlere, günahlara karşı? Arada bir kendimizi yokluyor muyuz, sessizliğin o sakin demlerinde, içimizin konuşmalarını dinleyerek?
Melekleşen ruhumuzun çamura düşmemesi için ciddî düşüncelere dalıyor, ulvî duâlarla yalvarıyor, ubudiyet tutunmalarıyla mücahede ve mücadele ediyor muyuz nefsî ve şeytânî şerirlere karşı?
Kalbimize nazar, aklımıza bakabiliyor muyuz Ramazanda neler biriktirmişiz diye? Hayatımıza misafir olan yeni alışkanlık neler; evden abdestli çıkmak, abdestsiz yatmamak, Kur’ân ve Risâle okumalarında daha ciddî ve disipline olmak, tesbihatı daha bir önemsemek, Cevşen, Celcelutiye, Tahmidiye ve diğer duâları dikkatle okumak, zaman tanzimini hizmet ve ahiret işleri önceliğine göre yapmak, zihnen tefekkür, kalben ubudiyet, lisanen zikirle dolmak…
Trafiğin en yoğun olduğu durumlarda zihnen bir meselenin müzakeresiyle meşgul olmak, öfkeyi yutmak, Hakkı ve sabrı tavsiye etmek, istiâze ve istiğfara sarılmak, af ve âfiyet istemek, varlığı ve var olmayı Kur’ân ve iman hizmetiyle bilmek… Hizmet dâhilinde gücenen ve gücendiren olmamak, kendi kusurlarıyla meşgul olmak, gıybet edenden, gıybet edilen meclislerden uzak durmak, dünya didişmelerine girmemek, kalbin köşelerine sığınmak…
Evet, siz oruç tutmuşsunuzdur, oruç da sizi… Karşılıklı tutunmaları nafilelerle sürdürüyorsanız Ramazan sizde misafirdir, her gecede de Kadir Gecesi parıltısıyla aydınlanıyorsunuzdur… Kadir Gecesine ulaşmak için bir yıl beklemenize gerek yok, dikey bir yükselme ile her geceyi Kadir Gecesinde seyredebilirsiniz…
Bütün karanlıklardan kurtulmak için böylesi bir yükselmeye ihtiyacımız yok mu? Öyleyse dünya ağırlıklarını bırakıp, ruha hiffet kazandıran iyi alışkanlık kazanmak için buyurun muhasebeye… Nereye kadar? Nefesler bitinceye kadar, nefisle mücahede ve mücadeleye devam.
07.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Bir tefekkür ilmi olarak Fıkıh |
|
Ankara’dan Halil Çıtak: “Fıkıh nedir?”
İLÂHÎ Vahiy’den günlük hayata köprü kuran bir tefekkür ve hâl ilmi olan fıkıh, Peygamber Efendimiz (asm) ve Sahabe döneminde “ilim” mânâsında kullanılmıştır. Bu dönemde fıkıh ayrı bir ilim olarak tedvin edilmiş değildir. Kitap ve Sünnetten alınarak güncelleştirilen, yaşanan hayata aktarılan bilgilerin ve derin kavrayışların tamamına fıkıh deniyordu.
İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra) ise fıkhı kısaca, “kişinin leh ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir” diye tanımladı.
İmam-ı Şafiî’nin tanımı da şöyledir: “Dinin amelî hükümlerini, dinin muayyen kaynaklarından çıkararak elde eden bilgiler toplamıdır.”
Dinin amelî hükümleri çok geniş bir alanı kapsamaktadır. Ahlâktan ibadetlere, muamelâttan ukubâta, adaptan hukuka davranışlarımızı inceleyen ve hükümler getiren bütün branşlar fıkhın konusu içine girer. Dolayısıyla fıkıh, bireysel ve toplumsal olarak Allah’ın razı olacağı ve olmayacağı davranışlarımızın tamamını Allah’ın Kitabından ve Resûlullah’ın (asm) sünnetinden bulup çıkaran ve günlük hayatımıza aktaran bilgilerin tamamını içine alır.
Fıkıh, bir davranışın amelî değerini tesbit etmek için önce Kitaba ve Sünnete müracaat eder. Kitaptan veya Sünnetten aldığı hükümleri, geniş bir tefekkür potasında yorumlar ve güncelleştirir. Yorumu yaparken yine Kitap ve Sünnetin ana ruhunu yakalamaya çalışır. Tek gayesi, Allah’ın razı olduğu davranışların, hikmetleri ve uygulanır biçimleriyle birlikte bütün insanlarca bilinmesi ve uygulanmasıdır. İlk dönem fakihleri temel kaynaklardan referans alarak güncel meseleleri çözmekle beraber, geleceğe dair yığınla mesele üzerinde de çözümler üretmişlerdir.
İslâm Fıkhının temel kaynağı, Kitap ve Sünnet olarak iki biçimde karşımıza çıkan İlâhî Vahiydir. Son Peygamberin (asm) ümmetine; vahyi yorumlama, hükümler çıkarma ve çözümler üretme yetkisi de verilmiştir. İslâm Fıkhı uleması, bizzat hüküm koyucu tarafından kendisine duyulan bu güvenin sorumluluğunda çalışmıştır on beş asırdır. Kıyamete kadar da aynı sorumluluğu taşıyacaktır. Zira bu din, âlemlere rahmet olarak gönderilen bir Peygamberin (asm) tebliğ ettiği ve bizzat Allah’ın muhafazası altında bulunan son Hak Dindir.
Son Hak Dinin bütün hükümlerinin, dört hak mezhepçe baştanbaşa taranarak tedvin edilmesi ve yepyeni üretim ve çözümlerle farklı fıtratlara sahip insanoğluna arz edilmesi, Dinler Tarihinde eşine bir daha rastlanmayan bir muvaffakiyet örneği olmuştur ki, bu hususiyet, İslâmiyet’in hak din olduğuna en çarpıcı bir delil olarak kaydedilmelidir. Hatta bu yorucu tefekkür sisteminin ilk dönemine gidecek olursak, yalnız dört mezheple kalınmadığını, düşünebilen vukûfiyet ve himmet sahibi bütün birimlerce âdeta bir İlâhî Vahyi Anlama seferberliği başlatıldığını gururla görüyoruz. Evzâî Mezhebi, Sevrî Mezhebi, Taberî Mezhebi, Zahirîye Mezhebi, El-Leys b. Sa’d Mezhebi bunlardan sadece bir kaçıdır. Ancak bilinen dört mezhebin dışındakiler, yorum ve çözümlerinin yeterli ve umumî olmadığından veya kültürel başka sebeplerden günümüze kadar yaşama imkânı bulamamışlardır.
İslâmiyet’in düşünceye ve tefekküre alabildiğine açık bir din olduğunu gösterir bu örnekler. “Ümmetimin ihtilâfında rahmet vardır” buyuran Rahmet Peygamberi (asm) belli ki, ümmetinin, ameline, yaşayışına ve dünya-âhiret saadetine taalluk eden her meseleyi enine boyuna tartışmasını, yeni çözümler üretmesini, ictihatlarda bulunmasını ve bu hususta iyi niyetli ve insaf düsturları çerçevesinde fikir ihtilâflarından çekinmemesi gerektiğini vurgulamaktadır. Kin ve husûmeti doğurmadıkça, karşılıklı anlayış ve saygı esasına dayalı fikir ihtilâflarında hiç şüphesiz rahmet vardır.
Böylesine fikir üretimine dâvet edilen bir ümmetin, İlâhî Vahiy çerçevesinde çözemediği, yorumsuz bıraktığı, çekimser kaldığı bir mesele bulunabilir mi?
Vahiy ruhundan uzaklaşılmamışsa eğer, İlâhî Vahyi Anlama seferberliği kıyamete kadar devam edecektir. Uzaklaşılmış ise, önce İlâhî Vahiyle aramızdaki mesafe kapatılmalı; Vahyi bir bütün olarak anlamalıdır! Vahyin kendisinin bizimle ne denli ilgili olduğu kavranmalıdır! Vahyin, hayatımızın vazgeçilmez önceliği olduğu zihinlere ve dimağlara bir nakış gibi işlenmelidir. Tefekkür sistemimiz bu çerçevede yoğunlaşmalıdır. İki bin yılının fıkhı bu hedefte kilitlenmelidir.
Son Peygamber Varisi Bedîüzzaman Hazretlerinin Risâle-i Nur’la başlattığı imanı kurtarma hareketi, ufku daralan İslâm Fıkhına, bu çerçevede bir altın soluk olmuştur. Hedef vahyi anlamaktır; iyi anlamaktır. Vahiy iyi anlaşılırsa çözümler de, üretimler de kendiliğinden gelecektir.
07.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ebedî mutluluğu kazandırma uğruna |
|
Cüneyd-i Bağdâdî’nin talebesi Samarra’da ömür süren büyük Allah dostu İmam-ı Şiblî (861-945) Hazretleri söz ve davranışlarıyla sevgi kutbu olmuş, halkın gönlünde taht kurmuştu. Hatta onu diğer din mensupları bile severdi.
Birgün Malikî mezhebinin büyük âlimlerinden olan bu büyük imam hastalanmıştı. Hükümdar ona uzman bir Hıristiyan doktor gönderdi. Doktor muayene etti ve yüzü ekşidi. Üzülerek de olsa sonucu söylemek zorunda kaldı. “Muhterem hocam, mümkün olsa sizin sıhhate kavuşmanız için kulağını kes deseler keserdim, gözünü çıkar at deseler çıkarıp atardım. Ne yazık ki tıp ilmince yapabileceğim birşey yok.”
Şiblî Hazretleri, “Yani şimdi sen bu fedâkârlıkları yapacak; kulağını kesip gözünü çıkarıp atacak kadar beni seviyorsun öyle mi?” diye sordu. “Tabiî hocam,” dedi doktor. “Gerçekten beni seviyorsan bunca fedâkârlığa gerek yok. Sana bu kadar zorlanmadan kolayca yapabileceğin bir şeyi söylesem yapar mısın?”
“Elbette” dedi Hıristiyan doktor. İmam-ı Şiblî’nin cevabı oldukça ilginçti: “Müslüman olsan beni her şeyden çok sevindirirsin.”
Kartlaşmış insanlar için oldukça zordu bu teklif. Ama Şiblî Hazretlerini gönülden seven böylesine samimî bir Hıristiyan için bu o kadar da imkânsız değildi. “Tamam hocam,” dedi ve Kelime-i Şehadet getirip Müslüman oldu.
Öncede ayağa kalkamayan Şiblî Hazretleri onun Müslüman olduğunu görünce hemen canlandı, ayağa kalktı. Hiçbir rahatsızlığı kalmamıştı. Bir insanın hidayete kavuşması onun bütün dertlerine merhem olmuştu. Yeniden muâyene ettiğinde gerçekten hiçbir rahatsızlığı kalmadığını gören doktor sevinçlere gark olmuştu.
Merhum Zübeyir Gündüzalp’in dikkat çektiği gibi bir kimsenin dinsiz oluşu haberi karşısında kalp atom zerrâtı adedince paramparça olduğu gibi iman edişi karşısında da böylesine dertlerini, hastalıklarını unutturacak, hatta o dertlerden kurtaracak derecede mutlu edebiliyordu insanı.
Başta Resûl-i Ekrem (asm) olmak üzere İslâm büyükleri insanların öncelikle hep ebedî hayatlarının kurtulması için didinmişlerdi. Çünkü iman ebedî saadetin anahtarıydı. O olmadan gerçek anlamda dünya saadeti de olmazdı.
Hasta bir Yahudi çocuğunu ziyarete giden Allah Resûlünün (asm), ölüm ânındaki çocuğu imana dâvet etmesi de böyle değil mi? Çocuk babasına bakmış, babası iman edebileceğini söylemiş, çocuk da imana gelmişti. Allah Resûlü (asm) öylesine seçkin bir hayat sürmüştü ki, bu insaflı Yahudi de oğluna dâvete icabet etmesi için olur veriyordu. Kimbilir Allah Resûlü (asm) buna ne kadar sevinmişti.
Demek hedef dünya ve ahiret saadetinin temel taşı olan imanları kurtarmak. Bir o kadar da örnek bir hayat sergilemek. Çünkü lisan-ı hâl, lisan-ı kalden daha tesirlidir.
07.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Bolşevik baykuşları |
|
Rusya'da komünist bir düzen kurmak isteyen Bolşevikler, 370 yıllık Çarlık rejimini yıkarak 7 Ekim 1917'de nihaî devrimi gerçekleştirdiler.
Bu tarihî hadiseye değişik isimler konuldu: Bolşevik İhtilâli, Komünist Devrimi, 7 Ekim Devrimi gibi...
Bu hadiseye hangi isim konulursa konulsun, mahiyeti değişmiyor.
Marksist ve maddeci bir dünya görüşünü benimseyen bu dinsiz cereyan, aynı zamanda bütün dinleri dışlayan, reddeden, hatta onlarla mücadele eden bir mahiyet arz ediyor.
Dinî, mânevî ve mukaddes sayılan herşeye muhalefet eden, hatta bunları toplumu uyuşturan bir nevî "afyon" gibi gören komünist rejim, öncelikle Rusya'daki Hıristiyanlık dinini yıkmaya yöneldi. Ardından da, dünyada yaşayan sair dinlere ve bilhassa İslâmiyete karşı fikrî ve ideolojik bir savaşa tutuştu.
Lenin, Troçki ve Stalin gibi dinsiz zalimlerin tekeline giren Rusya'nın ardından, dünyanın diğer bazı ülke ve toplulukları da hızla komünizme kaymaya başladı.
Komünist cereyanın arkasında sadece Marksizm gibi ideolojik destek yoktu. Aynı zamanda "Kızıl Ordu" denen dinden, mâneviyattan yoksun, anne ve babaları belirsiz, adeta robotlar topluluğundan müteşekkil, ateş gücü yüksek bir askerî kuvvet vardı.
Bu vahşi ve kaba kuvvet, uzun müddet özellikle yakın ülke yönetimlerinin de korkulu rüyâsı oldu. Baltık ülkelerinden Kafkasya'ya, Orta Asya'dan Karadeniz sâhilindeki ülkelere kadar, Rusya'ya yakın veya komşu olan bütün devletler, komünst rejiminden ve bilhassa Kızıl Ordu'dan bir şekilde etkilendiler.
Ne var ki, bütün bu maddî etkilenmeler, yine bir maddî zaman ve mekân aralığı ile sınırlıydı.
Komünizm veya Bolşevizm, bir siyasî iktidar veya bir askerî kuvvet yönüyle zaman içinde durakladı, geriledi ve nihayet çöktü.
Ne var ki, bu yıkılış ve çöküşler içinde çok, ama çok önemli bir şey unutuldu adeta. O da, siyaseten çöken komünizmin geride bıraktığı ahlâkî buhran ve mânevî tahribat yönü.
İşte bu tahribat, artarak devam etti, el'an de devam ediyor.
Zira komünizm, mânen ve ahlâken bir "ibahe mesleği"dir. Bu da, "Helâl–haram ayrımı yok, herşey mübah, herşey serbest" demektir.
Bolşevik baykuşları, işte yıllar yılı bu şarkıyı okudular, bu teraneyi seslendirdiler. Hayat ve yaşayış tarzlarını da buna göre şekillendirdiler.
Haliyle, etkili de oldular. Çünkü, koca bir ülke, süper bir devlet bütün kuvvetiyle bu zihniyetin arkasında durdu. Komünizmin ibahe yönünü böyle bütün cazibedarlığıyla yaşadı ve bunu yaymaya, yaşatmaya çalıştı.
Hangi din ve milliyetten olursa olsun, insanlar bu cereyandan, bu mâviyattan mahrûm hayat tarzından etkilendiler.
Nefis ve şeytanın hoşuna giden, herşeyi mübah gören dünyanın kuzey kutbu tarafından çıkıp dünyaya yayıldığı için, Bediüzzaman Hazretleri buna "şimâl cereyanı" ismini veriyor. Bu şimâl cereyanını insanlığa yaymaya çalışanlara ise "Bolşevik baykuşları" diyor.
Bolşevik baykuşları, pekçok ülkede olduğu gibi Türkiye'de de gizli–açık her türlü faaliyette bulundular. Bir yandan siyasî ve ideolojik mânâda çalıştılar, bir yandan da insanlarımızı bambaşka bir hayat tarzına alıştırmaya koyuldular. Ki, en tehlikelisi de budur.
Bazıları, komünizmi sadece bir siyasî iktidar meselesi olarak gördüler. Siyaseten çökünce, komünist tehlikesi de biter zanettiler.
Oysa, asıl büyük tehlike, hayatta ve ahlâkta yaşanan dehşetli tahribat idi. Ne acıdır ki, siyasî komünistlik yıkıldıktan sonra da bu tahribat devam etti.
Daha da acısı şu ki, insanlar ve insanlarımız bu dehşetli tahribatın farkında değiller. Farkında olmadıkları için de, komünizmin yol açtığı ahlâkî dejenerasyundan ciddi şekilde etkilendi, etkilenmeye devam ediyor.
İşte çevremizde olup bitenleri görüyoruz. Kişinin kimlik bilgilerinde İslâm yazıyor; ancak, onun yaşadıkları ile İslâmiyetin bir alâkasını bulamıyorsunuz.
Demek ki, dehşetli şimâl cereyanını mütemadiyen seslendirip duran Bolşevik baykuşları, Müslümanları dahi fenâ halde etkilemiş, bir kısmını inandıkları dinî hakikatlerin tam aksi istikametindeki bir hayat tarzına doğru sürükleyip götürmüş.
İşte, bu tehlikenin farkında olamamak, daha büyük bir tehlikeyi dâvet ediyor: Bütün mefahirini dehşetli lekedar edecek, bütün mukaddesatını mahvedecek bir nesl–i âti tehlikesi...
07.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Risâle-i Nur meslek ve meşrebinin ilk basamağı: Nefis terbiyesi |
|
Nur mesleğinde, başkalarını değil, evvelâ kendini muhatap alıp, nefsini terbiye etmek asıldır. İslâm eğitim ve terbiyesinde “mârifetü’n-nefs” diye de tâbir edilen “nefis terbiyesi” ve ruhî tekâmül, “kendini bilmek, yüce Yaratanı tanıyıp iman etmek; ruh ve duygularını geliştirip, olumsuzlarını yerinde, ölçüsünde kullanarak kâmil/mükemmel/olgun insan olmak” şeklinde formüle edilir.
Elbette baştan sona ruh/duygu, nefis terbiyesi prensiplerini ihtivâ eden Risâle-i Nur’daki terbiye ve tekâmül metotlarını verecek kudrette ve çapta değiliz. Yalnızca özet bir sunum yapmak durumundayız.
Bediüzzaman insanı yalnız “varlık” (ontolojik) yönünden ele almaz. Varoluş gayesi açısından da değerlendirerek bütün cepheleriyle ortaya koyar. Risâle-i Nur’da, ruh/duygu, yani “psikososyal, psişik ve ferdî gelişim” açısından değerlendirme ve verilere, hatta daha ötesine bol bol rastlamak mümkün.
Bediüzzaman, iman esaslarını, İslâm şartlarını ve Kur’ân’ın hakikatlerini ispat ve izah ederek nefsimizi terbiye eder. İman ve İslâm hakikatlerinin ruh ve duygularımıza mal edildiği, güzel alışkanlık ve ibadetlerin meleke (alışkanlık) hâline geldiği, damarlara işlediği, tamamen benimsendiği, özümsendiği en üst seviyedir. Kendi benliğinin mahiyetini anlayan, her şeyi yaratan kâinatın Yaratıcısının emriyle zirvelere yükselir, Allah’a intisap ile sonsuz gücüne dayanır, huzur-ı daimî elde eder, insanlık âleminin yıldızı olur, başarı ve mutluluğu yakalar.
Risâle-i Nur, iman esaslarını izah ve ispat ederek, akıl, kalp, ruh ve sâir duygularımızı mutmain ederek, nefsimizi istikamet dairesine alır.
Nefs-i emmâre, kötülükleri isteyen ve onlardan zevk alan nefsimizin ham hâlidir. Ham hal hâlinde olan nefsimiz, eğitim ve terbiye ile çeşitli konumlar ve boyutlar kazanır. Bunlar, emmâre, levvâme, mutmainne, mülhime, radıye, mardıyye ve zekiyye/safiyye/kâmiledir.1
Kur’ânî tabir olan “sırât-ı müstakîm”dir. Sırat-ı müstakîm, düşünce ve inançta “iman esaslarını,” fiil ve uygulamada “İslâm’ın şartlarını,” duygu bazında “yüce, ulvî duyguları,” ahlâkî çizgiyi, orta yolu ve dengeyi ifade eder. “Sırat-ı müstakîm”i (dosdoğru yolu), yaratılış gayemize göre ruhumuzu terbiye ederek bulabiliriz.
Bediüzzaman’a göre terbiye, Allah’ın Rab (terbiye eden) isminin herbir varlıktaki yansımalarıyla;
• Faydalıyı celb etmek, çekmek,
• Zararlıyı def etmek, uzaklaştırmaktır.2
Bugün, eski devirlerdeki gibi, çilehânelere, uzlethanelere çekilip, nefsimizi terbiye etmek, ne ömrümüz, ne hayat şartları bakımından mümkün. Ancak, iman esaslarını izah ve ispat ederek aklımızı, kalbimizi ve vicdanımızı tatmin etmek mümkün.
Dipnotlar:
1- Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, VIII, s. 437.
2- Mektûbât, s. 440-441.
07.10.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Fatma Nur ZENGİN |
Uludağ’ın Nil’e düşen damlaları |
|
Yağmur, gecelerin karanlığından usul usul süzülürken, Kahire’nin yağmursuz günlerine olan yolculuğuma az zaman kaldığını hatırladım. Aslında birdenbire hatırlanan birşey değildi bu, uzun zamandır belliydi, ama bazen gitmek çok zor olduğundan, bu gerçeği hep bir tarafta tutmaya karar verdim. Tâ ki yolumuz tekrar gurbete düşene kadar. Halbuki, az kalmış şimdi Mısır’dan Mısır mektupları yazmaya. Hal böyle iken, aradan geçen kos koca dört ay da film şeridi misâli geçti gözlerimin önünden.
Güneşin her dakika bizi sarıp sarmaladığı, beyaz gecelerin diyarı İskandinavya’dan, Baltıklara doğru başladı yaz macerası. Dört farklı ülkede geçen Ramazan ayının ardından gelen güzel ve farklı bir bayramla da sona yaklaştı. Tıpkı benim “Daha gitmeme var” diye kendimi oyaladığım gibi, bu güneş de bizleri yanıltıyor. Daha doğrusu, güneşi bahane ederek kendimi aldatan, yine benim. Çünkü artık güz kapıda, yerini her an kışa bırakmaya hazır halde. Ama gözümüz hep güneşlerde.
Yoğun bir seyahat dönemi geçirdiğim, yazılarımdan da anlaşılıyordu. Bu dönem içerisinde youtube’a bir erişip bir erişememek, ülkemin garip bir cilvesiydi. Ülkeme bir geldiğimde olan, diğer gelişimde yasaklı olan… Ya da, ancak yurt dışına çıktığımda erişebildiğim youtube, yazın güzel maceralarından biriydi. Özellikle de Ramazan Bayramı esnasında, hem ailemizi ziyaret etmek, hem de bayram kültürünü bizimle yaşayıp öğrenmek için Litvanya’dan gelen arkadaşımın, işi dolayısıyla youtube’dan haberleri takip etmek zorunluluğu ve benim ona neden youtube’a erişemediğimizi anlatmam bayağı zaman aldı. Bir şekilde, onun youtube sitesine girmesini sağladık, ama hiçbir şekilde iknâ edip, nedenlere inandırmak mümkün olmadı.
Bayram sabahı, anne-babamızın elini öptükten sonra, kardeşimle onlara bisküvi-lokumdan meydana gelen bayram hediyemizi takdim ettik. Babam, hep eski bayramları yâd eder, bisküvi ve lokumun da içinde olduğu. Biz de, eski bayramlara geri dönme umudu adına, birşeyler yapmaya çalıştık. Evin küçüğü, yabancı arkadaşım dahil- herkesin elini öpüp, harçlıklarını alıp, mutlu gözlerle etrafa bakınca içimize eski-yeni bütün bayramlara dair o neşe doluverdi. ”Bugün bayram!”
Yazın sıcağı, Bursa’nın lodosuna teslim olur gibiydi kimi gün. Kimi gün de, Kahire buram buram burnumda tüter oldu. İşte bu, olmak ya da olmamak misali, gitmek ya da gitmemek hikâyesine döner gibi acıttı içimi. Mehmet Âkif’in dediği gibi, “Kâinât-ı İslâm’ın sıska gövdesi üzerinde, âdetâ kafası hükmünde olan” ülkeydi Mısır. Belki de bu sebeple çok özlüyordum orayı. Tur-u Sina, Nil-i Mübarek, bir yanda kıvrılan Kızıl Deniz, öte yandan ihtişamıyla Akdeniz, uçsuz bucaksız çöller, devasa Piramitler… Mısır’ın gizeminin dört bir yandan hissedildiği medeniyetler ülkesi, bir kere gidip, suyuyla beslediğini kollarını açmışçasına bir kere daha, bir kere daha bekliyordu. E, öyleyse, adım adım Mısır’a doğru… Haftaya, Türkiye’ye bir kere daha Bursa penceresinden bakacağım İnşallah. Ve sonra belli bir zamana kadar, gurbetin, ilmin, güzelliğin, Türkiye’yi özlemenin eş anlamlısı Mısır, hikâyelerime ve yazılarıma yenilikler katmaya devam edecek…
07.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Aktütün, kara duman |
|
Hakkâri’nin Şemdinli ilçesine bağlı Aktütün jandarma karakolunu hedef alan terör saldırısı sonrası çok sayıda askerimizin şehit olması farklı yönleriyle tartışılıyor. Genelkurmay Başkanlığında yapılan ‘medya bilgilendirme toplantısı’ da kamuoyunu tatmin etmek yerine yeni soruları gündeme taşıdı.
Elbette son sözü en başta söylemekte mahzur yok: Terörle mücadele dünyanın en zor işlerinden biridir. Konu hakkında ‘yorum’ yapmak da belli bir uzmanlık ister.
Bununla birlikte, yaşanan terör hadiseleri sonrasında, illa da ‘resmî açıklamalar’ın esas alınmsası gerektiği ileri sürülemez. Bilenler ya da bildiklerini iddia edenler konuşur, ortaya çıkan tesbitler değerlendirilerek bir kanaat hasıl olur. Aktütün saldırısı sonrası yapılan açıklamalar, beraberinde yeni soruları getirdi. Meselâ, sınırdan geçekleşen terörist sızmaları tesbit etmenin tam olarak mümkün olamadığı anlamına gelecek beyanlar garip karşılandı. Bir de, “Teknik imkânlarımız var, ancak bu imkânlarla 100-150 metre mesafe kontol edebilirsiniz. Bu bölgenin tamamını dünyanın hiçbir ülkesinde teknolojik olarak kontrol altında tutmanız mümkün değil” (Taraf, 6 Ekim 2008) anlamındaki beyanlar da şaşırtıcı.
Eğer bu beyanlar doğru ise, bunca yıl tekrarlanan ‘her şey kontrol altında, artık teröristleri çok rahat izliyoruz, BBG evi gibi takip ediyoruz’ anlamındaki beyanlar neyin nesi oluyordu? Bu şekildeki beyanlarla kamuoyu yanıltılmış olmadı mı? Üstelik saldırı gündüz meydana geldiğine göre, 150 metreyi konrol etmek için alet ve edevat da gerekmeyebilirdi. Ya bu anlatılanlarda bir eksiklik var, ya da biz anlamakta zorlanıyoruz.
Aktütün saldırısı sonrası, medyanın bu güne kadar alışılmamış şekilde sorgulayıcı tavır takınması da dikkat çekici. Bu sorular sorulur ve cevapları alınabilirse belki de terör belâsından daha kolay kurutulabiliriz. Bu güne kadar olan şey, resmî açıklamaların sorgulanmadan kabulü şeklinde cereyan etmişti. Ancak aynı karakola 5. defa gerçekleşen saldırı ve çok sayıdaki can kaybı ister istemez sorgulamayı beraberinde getirdi.
Maksadı terörü önlemek olan hiç kimse bu sorgulamadan gocunmaz. Açıklamaları sorgulamadan kabul etmek çare ve çözüm olsaydı bu güne kadar terör sona ermiş olurdu. “Hadise nasıl oldu, ayrıntılı bilgi istiyoruz” diyenlere iyi niyetle cevaplar verilmeli. Verilmeli ki varsa aksaklıklar görülsün. ‘Uzman’ların her şeyi bildiği, ne gereki-yorsa onu yaptığı şeklindeki ön kabul, hataları görmemizi engelleyebilir. Hem soru soranlar arasında da aynı bölgede görev yapmış asker ya da sivil ‘uzman’lar da var. Tamamını dinleyip, ortaya atılan sorulara iyi niyetle cevap vermek gerekir. Yoksa sorulardan rahatsızlık duyarak soru sormayı yasaklamak çare olmaz.
Medyaya yansıyan bazı iddialara göre, önümüzdeki günlerde hürriyetleri sınırlayıcı çalışmaların yapılma ihtimali varmış. Böyle çalışmaların terörü sona erdirmediğini herkes biliyor olsa gerek. Terörün, ‘baskı’dan beslendiğini Türkiye’yi idare edenler de lütfen görsün.
Aktütün’den yükselen kara bulutlar İnşallah ufkumuzu karartmaz.
07.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Tekrarlanan terörün amacı… |
|
Bayram sonrası yoğun gündemi bekleyen Türkiye, Aktütün Karakoluna düzenlenen hâin saldırıyla sarsıldı. Yine Anadolu şehitlerine ağlıyor; yine yürekleri yakan ağıtlar yakılıyor…
Gerçek şu ki özellikle Anayasa Mahkemesi’nin iktidar partisi hakkındaki kararıyla siyasî iktidar kendini olayların akışına bıraktı. Meclis’in tatilde olduğu yaz aylarını günübirlik politik tartışmalarla geçiştirdi.
Bu süreçte Anayasa Mahkemesi’nin 11’e 10 oyla partisini “laikliğe aykırı eylemlerin odağı” gösteren “kapatmama kararı”nın “gerekçeli kararı”na karşı daha baştan uymaktan başka yapacakları bir şeyin olmadığını belirtip “teslimiyet” içinde havlu atan iktidar partisi yönetimi, Türkiye’nin gerçek gündemini âdeta savsakladı.
Başbakan’ın bir medya grubu patronuyla geçen polemiklerle, Almanya’daki “Deniz Feneri dâvâsı”nın ucunun iktidar partisine uzanması ihtimali üzerine tırmanan tartışmalarla, iktidar ve anamuhalefet partileri temsilcilerinin gerginlikleri arttıran boş atışmalarıyla Ramazan’ı geçirdi.
Bayramın ardından Ankara’nın başta gittikçe krize giren ekonominin durumu, AB müzâkere süreci ve terör olmak üzere, ülkenin iç ve dış meselelerini masaya yatırması ve Türkiye’nin gerçek gündemine eğilmesi beklenirken, Güngören, Mersin ve İzmir’deki katliâm patlamaların peşinden taşeron terörün son karakol baskını, oldukça düşündürücü.
Bu durum, Ankara’yı yeniden teröre odaklandırmakla bırakmıyor; önündeki âcil kodlu gündemini dağıtıyor; kendi iç meselelerine yumulup âdeta kapatıyor…
OLAYLARIN ARDINDAKİ İSTİFHAMLAR…
Türkiye’nin en önemli gündemi, şüphesiz terörle mücadele. Bu açıdan yeni yasama yılının başında Irak’ın kuzeyinden gelen terör tehdidine karşı sınırötesi operasyonlarla ilgili “Başbakanlık tezkeresi” Meclis’te ele alınması öncesinde, Aktütün’ün beşinci kez baskına uğraması, dikkate değer.
Keza 16 yıldır sürekli baskına uğrayan ve şehid sayısı 44’e ulaşan Aktütün’ün bölgedeki beş kararolla beraber kaldırılıp nakledileceğinin son demde Genelkurmay’ca açıklanması, doğrusu “niçin bunca zaman ihmal edilip geç kalındığı” sualiyle birlikte bir yığın istifhama yol açıyor.
Bu durum ister istemez, savunmadaki zaafların yanı sıra “acaba tezkerenin süresinin uzatılmasına karşı Irak’ın kuzeyindeki PKK terör yuvalarını koruyan, teröristleri teslim etmeyip kollayan ve kontrolü altında tutan ABD ve işgal ortaklarının gizli bir baskısı mı var?” sorusunu sorduruyor.
Cumhurbaşkanı Gül’ün ziyaret ettiği Washington’daki neoconların bölgeye yönelik projelerini ve Yahudi lobisi fitne üretim merkezlerinin fitne ve ifsad plânlarını hatırlatıyor…
Ve Türkiye’nin darbe ve terör tezgâhının iç yüzünü oluşturan “Ergenekon” iddianâmesinde yer alan Dağlıca Karakolu komutanının bölgenin krokisini terör örgütüne ulaştırdığı iddialarının arka plânındaki vahâmeti sözkonusu ediyor. Bu dehşetli senaryonun, kamplaşma ve kavgayı tezgâhlayan suikast ve bombalama eylemleriyle etnik ve mezhebî ayrışmalarla toplumu karışıklık, kargaşa, çöküntü ve çâresizliğe iten kaos ortamını amaçladığını bir defa daha ortaya çıkarıyor.
Bazı geri üsleri Washington’da bulunan “Ergenekon çetesi” ile Gladio arasındaki bağlantılarını açığa çıkarıyor. Küresel krizin dalgasıyla giderek derinleşen ekonominin kırılgan sürecinde “Türkiye’nin istikrarsızlaştırılması” plânını deşifre ediyor…
BASKIN DA, TARİH DE TEKERRÜR EDİYOR
Bütün bunların ortasında tıpkı geçtiğimiz yıllarda Nevruz ve “bayrak yakma” kışkırtıcılığıyla özellikle bazı şehirlerde Doğu ve Güneydoğulu vatandaşlara saldırıların başlatılmasının bizzat tetikçi terör örgütünün propaganda merkezlerince azmettirilmesi, “işin içindeki iş”in iç yüzünü bir defa daha deşifre ediyor.
Neticede baskın da tarih de tekerrür ediyor. Belli ki bayatlamış oyun yeniden sahneleniyor, film başa sardırılıp tekrarlanıyor.
Bölgede teröre her türlü malî, siyasî ve silâh sağlayan “stratejik müttefiki” ABD’nin Müslüman komşu Irak’ta sürdürdüğü istilâsına “destek hamûlesi” hazırlayıp havaalanları ve limanlarını açarak her türlü desteği veren, İngiltere ve İsrail rotasında ilerleyen AKP’nin siyasî manipülasyonlarla “alternatifsiz” gösterilmesinin maksadı bu.
İktidar partisinin CHP ile kayıkçı kavgasına benzer tertiplenmiş medyatik didişmeler bunun için. İç siyasetin saptırılması ve Türkiye’nin gerçek gündeminden koparılması da bunun için…
Maksat, terörle etnik ayırımları daha da derinleştirip toplumu kamplaşmanın içine itmek. Derin acıyı istismarla halkı asimetrik tahrikle iç çatışma ve kargaşaya sürüklemek. Ekonomiyi uluslar arası sermayenin boyunduruğuna sokmak. Ülkeyi kutuplaştırıp dış güçlerin emperyal dayatmalarına karşı güçsüz ve teşne duruma getirmek…
Aman dikkat…
07.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Sünnî dünya ile siyasî rekabet |
|
İRAN'IN bölgeye bakış açısı ve vizyonunu göstermesi açısından Arap dünyasında yankı uyandıran Türk dizilerine yaklaşımına bakmakta fayda var. Hangi zaviyeden bakarsanız bakın son yıllarda AKP deneyimi ve Türk dizileri Arap dünyasında sempati topladı. Arap dünyası özellikle de Türk dizilerine, yol açtığı sosyal ve ahlakî tahribat açısından bakarken, İran siyasî açıdan ve rekabet açısından bakmaktadır. Acaba İran Ortadoğu’yu Hitlervari kazanılmış ‘lebensraum’ (yaşam sahası) olarak mı görmektedir? Sosyal tahribat yerine bütün dikkatini siyasî boyuta teksif etmesi bunu göstermiyor mu? Türkiye’nin Ortadoğu’da kendisine rakip olarak yeniden ortaya çıkmasından endişe ettiği anlaşılıyor. Ortadoğu’daki cepleriyle birlikte hayat alanının önünün Türkiye tarafından kesilmesinden endişe ettiği anlaşılıyor. Bundan dolayı Türkiye’yi Ortadoğu’da önünü kesecek bir rakip olarak değerlendiriyor. ABD’nin Afganistan ve Irak’taki rakiplerini ortadan kaldırması ve ardından işgalle birlikte uluslar arası pozisyonunun zayıflamasıyla birlikte İran tarihte en avantajlı konumunu elde ettiğini düşünüyor ve bunu bulandıracak gelişmelere karşı alabildiğince duyarlı davranıyor. Bundan dolayı da havadan nem kapıyor. Bu itibarla, kafasını siyasetle bozmuş durumda. Bu çerçevede, Gümüş dizisi gibi dizilere İran’ın nüfuzunun önünü kesmek için başvurulduğunu ve bu yönde Türkiye ile Suudi Arabistan ve Arap ülkeleri arasında muvazaa olduğu kanaatini seslendiriyor. Öyleyse Luheydan gibi alimler bu muvazaayı bozuyorlar. Zira bu tarz dizileri izleyebilmek için uydu anteni bulunduranların öldürülmesi gerektiğine dair fetva vermiştir. Demek ki Luheydan gibi alimler İran’ın nüfuzunu engellemek gibi ortak misyona dahil değiller ve buna itibar etmiyorlar. Artık İran rekabet dürtüsü sonucu siyasî paranoyaya kapılmış ve yakalanmış durumda. Her çığlığı aleyhinde sanıyor.
***
Meseleye biraz daha yakın plandan ve zaviyeden bakalım. İran’da İngilizce yayınlanan ‘Tehran Times’ gazetesi, Ortadoğu ülkelerinde izlenme rekorları kıran ‘Gümüş’ dizisinin İran’ın bölgedeki siyasî ve kültürel etkisini azaltmak ve Türkiye’nin profilini yükseltmek amacıyla kullanıldığını öne sürdü. Suudi Prensi Waleed Bin İbrahim’in sahibi olduğu MBC televizyonunun 4’üncü Kanalı’nda altı aydır yayımlanan ‘Gümüş’ ve ‘Yabancı Damat’ın Arap ülkelerinde gördüğü ilgiyle endişeye kapılan Tehran Times’ın değerlendirmeleri şöyle:
Siyasî amaçları var: ‘Yabancı Damat’ ve ‘Gümüş’ senaryoları, Türkiye’nin doğal güzelliği ve oyuncuların çekicilikleri sebebiyle Arap ailelerinin çıkarlarını tahrik eden romantik diziler. Her biri yaklaşık 200 bölümden oluşan bu dizilerin siyasî amaçları var. Yıllarca laik Pan-Türkizmin egemen olduğu Türkiye, çok yakın zamanlara kadar, Arap dünyasında hiçbir siyasî ve kültürel etkiye sahip değildi. AKP’nin iktidara gelmesi ve İslâmî eğilimli bir hükümetin kurulmasıyla, Arap ülkeleri ve özellikle İran İslâm Cumhuriyeti modeline alternatif olarak görülen Suudi Arabistan, Türkiye’nin bölgedeki profilini yükseltmeye çalıştı. Suudi Prenslerin sahibi olduğu etkili uydu kanalları, Türk dizilerini Arapça seslendirip yayınlamaya başladı.
Amaç Türkiye’nin profilini yükseltmek: Türk dizilerin sanat yönü çok yüksek değil ancak, bölgede İran’ın siyasî ve kültürel etkisini azaltmak için Türkiye’nin profilini yükseltmek amacıyla kullanılıyor. MBC’nin Türk dizilerini yayınlama kararı, basit mesele olarak görülebilir. Ancak bu, Türkiye ve bazı Körfez ülkeleri tarafından tasarlanan siyasî ve kültürel bir planın ilk sahnesidir.
Erdoğan yönetiminin bilinçli politikası: Ekmeleddin İhsanoğlu’nun İslâm Konferansı Örgütü Genel Sekreteri olarak seçilmesi, Türkiye’nin İsrail ve Suriye arasındaki arabuluculuğu ve Lübnan ve Filistin’de yaşanan son gelişmelerdeki rolü, Erdoğan yönetiminin, görünüşte İslâmî sloganlar kullanmak suretiyle Arapların dikkatini çekmeyi başardığını göstermektedir. Türkiye’ye bölgede önemli bir siyasî ve kültürel rol veren bu plan, İran İslâm Cumhuriyeti’nin kültürel ve siyasî açıdan yalnızlaştırılması için formüle edilmişti.
***
Bari oldu olacak çekinmeden Arapların AKP’yi İran rakabeti için iktidara getirdiklerini de söylesinler. Böyle olsa bile bu İran’ı ne alâkadar eder? Alâkadar etmesi ancak hayat sahası doktrini ile açıklanabilir. Bu hayat sahasını Güney Lübnan ve Irak gibi bölge ve ülkelerdeki cepleriyle tahkim etmeye çalışıyor. Evet AKP’nin iktidara gelişi Arap dünyası ile ilişkilerin gelişmesine vesile olmuştur. Keza menfi surette de olsa Gümüş gibi diziler Türkiye’nin tanıtımında katkı sağlamıştır (Fi marhaleti’t tetrik el cedide…Ya leyteni Muhenned/ Character/sayı: 27). Sözgelimi Bahreyn’de bayram günlerinde turizm acentaları biletlerin yüzde 20’sinin fix olarak Türkiye’ye kesildiğini belirtiyorlar. Bunlar doğru ama bunun siyasete alet edilmesi İran’ın derin niyetlerini ortaya sermektedir. Amacı kendisinin yalnızlaşması değil Türkiye’nin bölgeden uzak tutulmasıdır. Türkiye’nin siyasî ve askerî olarak bölgeden uzak durmasını istiyorlar. Bundan dolayı Türkiye’deki hizb-i İran uzantıları Lübnan’a asker gönderilmesi gündeme geldiğinde canhıraş bir biçimde buna karşı çıkmışlardı. Bundan dolayı hem Hatemi hem de Nejad, Türkiye ziyaretleri sırasında Türkiye’nin Batı’ya demirlemiş olarak kalması gerektiğinin üzerinde durmuşlardı. Türkiye’nin AB hedefine birçok zaviyeden bakılabilir. Fakat İran’ın bakış açısı kesinlikle bölgesel hesaplara dayalıdır. Tehran Times’ın Gümüş gibi dizilere siyasî misyon yüklemesiyle Nejad’ın, Sultan Ahmet’te siyaset yapıyorum demesi aynı şeydir. İran’ın tek derdi Kardavi gibilerin arzu ettiği gibi İslâm aleminde karşısına sahici bir örneğin ve modelin yer almamasıdır. Bundan dolayı hizb-i İran uzantıları rahmetli Ziya ul Hak’la çok uğraşmışlar ve Kardavi gibi onu da Amerikan yandaşlığıyla suçlamışlardı. Dolayısıyla İran liderlik peşinde koştuğundan dolayı karşısında rakip istemiyor. Namzetleri de gerçek olsun ya da olmasın ABD ve İsrail yandaşlığıyla suçlamaktadır. Bununla birlikte sağlıklı olan, bölgede dengenin sağlanmasıdır. İran’ın bilmesi gereken, Ortadoğu’daki liderlik boşluğunu tek başına doldurabilecek kapasitede olmayışıdır. Bunu anladığında kendisine büyük iyilik yapmış olacaktır.
07.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet DURSUN |
'BBG Evi'nden gelen saldırı |
|
Askerliğimiz sırasında hemen her gün uygun adım yürüyüşlerde kullandığımız sloganlardı: “Her Türk, asker doğar.” “Vatan sana canım feda.” Çocukluğumuzdan beri belleklerimize kazınan, askerliğimiz esnasında dillerimize pelesenk ettirilen bu tür sloganlar ülkemizin sınırlarından süzülerek gerçekleştirilen haince saldırıları durdurmaya, artık kanıksamaya başladığımız şehit haberlerine bir son vermeye yetebilseydi keşke.
Her ne kadar kanıksadığımızı sansak da, Aktütün’e gerçekleştirilen son saldırı ciğerlerimizi dağlamaya yetti. ABD ile yapılan ortak istihbarat anlaşmasıyla birlikte Kuzey Irak’a yapılan kara harekâtından sonra artık bu bölgenin BBG evine döndüğüne inandırılmıştık. Terör örgütünün belinin kırıldığını ve Dağlıca gibi geniş kapsamlı bir saldırının bundan sonra gerçekleştirilemeyeceğini düşünüyorduk. Şimdi, kamuoyunun bunlara inandırıldığı bir zamanda gerçekleşen, on beş fidanımızı daha şehit verdiğimiz son saldırıyı nasıl okumalıyız?
Şüphesiz bu mesele bu güne kadar birçok yönüyle tartışılmıştır. “Ulus-devlet, milliyetçilik, Kuzey Irak, terör, eğitim, din” gibi farklı konular etrafında düğümlenen bu tartışmalardan bir çözüm üretilememiş midir? Ya da birçok meselede olduğu gibi, resmî laiklik ve milliyetçilik anlayışı, katı devletçi yaklaşımlar çözüm tekliflerinin görmezden gelinmesine mi yol açmıştır? Hâlâ kan akmaya-anaların yürekleri yanmaya devam ediyorsa, tekrar başa dönüldüğü zannı yürekleri kemiriyorsa, şu soruları tekrar be tekrar sormak gerekir.
1- Meseleyi “Kürt sorunu” olarak etnik tartışmalar üzerinden tanımlamak ve Türkiye’nin dört bir yanına dağılmış Kürtleri bu sorunun bir parçası haline getirmek meselenin çözümüne nasıl bir katkı sağlayacaktır?
2- Başta hükümet ve genelkurmay olmak üzere sorumlu kurumlar, meselenin tarihî derinliğine ilişkin herhangi bir fikre sahip midirler? Meselâ Yavuz Sultan Selim’in bölge ile ilgili tasarruflarından, İdris-i Bitlisi’den, Türk-Kürt kaynaşmasının tarihî derinliğinden haberdar mıdırlar?
3- Asker-siyaset ayrımını iyi yapamayan ya da bunların iç içe girmesinde bir beis görmeyen anlayışın her iki kanadın da aslî görevlerini yerine hakkıyla getirememe gibi temel bir problemi ortaya çıkardığı göz önünde tutulursa, kurmaca bir irtica sendromunun, gereksiz laik-anti laik geriliminin dindar bölge insanının zihninde canlandırdığı fotoğrafa ve bu fotoğrafın hain ellerce nasıl kullanıldığına dair her iki cenah bir fikir yürütebilmekte midir?
4- Bölgenin geri kalmışlığının üzerine tuz biber gibi ekilen insan hakları ihlâllerinin katı devletçi yaklaşımlardan sıyrılarak nasıl durdurulacağı hakkında bu ülkeyi yönetenler kafa yormakta mıdırlar?
5- Meselenin çözümünden birinci derecede sorumlu olanlar, Bediüzzaman’ın tam yüz bir sene önce bölgenin problemlerine dikkat çekmek için İstanbul’a geldiğinden, etnik tartışmaların önünü “İslâmiyet milliyeti”ni vurgulayarak önleme çabalarından, sıkça vurguladığı “kardeşlik” temasından, meselenin özünü teşkil eden din ve eğitimle ilgili projelerinden haberdar mıdırlar?
6- Bu problemin ortaya çıkış sürecindeki kırılma noktaları nelerdir? Cumhuriyet’in başından beri bölgeyle ilgili problemlerin aşılamamasının genel olarak nedenleri nelerdir? Resmî bir politika olarak din yerine milliyet olgusunun ikame edilmeye çalışılmasının sonuçları nasıl olmuştur? Dinî ve kültürel değerlere sahip çıkmadan devlet millet kucaklaşması nasıl gerçekleştirilecektir?
Sorduğumuz bu sorulara ikna edici cevaplar verilmediği, cevapların işaret ettiği alanlarda çözüme yönelik samimî adımlar atılmadığı sürece çözümsüzlük uzayıp gidecektir. Sorumluların “BBG Evi” kolaycılığı ile meselenin çözülemeyeceğini anlamış olmalarını temenni ederim.
07.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yine ne oluyoruz? |
|
Siyaset ve medya cenahındaki abuk tartışmaların ve ABD’de gittikçe derinleşip dalga dalga diğer ülkelere de yayılan krizin dahi gölgeleyemediği sakin ve huzurlu bir Ramazan ve bayramın ardından, sınırdaki Aktütün jandarma birliğini beşinci kez hedef alan kanlı terörün menhus saldırısıyla sarsıldık.
On altı sene önce aynı karakola yapılan ilk saldırıda 22 şehit vermiştik. Geçen Mayıs’ta altı şehidimiz daha olmuştu. Ve şimdi de 15 şehit.
Daha evvelki bir saldırının bir şehidi de ilâve edildiğinde, toplam şehit sayısı 44’e ulaşıyor.
Bu acı tecrübeleri yaşamış bir sınır karakolunu hedef alan saldırılarda yine ağır zayiatlar vermeye devam ediyor olmamızın izahı nedir?
Bölgenin coğrafî yapısı mı, karakolun konumu mu, saldırı ve çatışmanın özelliği mi, komuta ve strateji sorunu mu? Nedir bu tekrar tekrar yaşanan yüksek zayiatların sebebi veya sebepleri?
Genelkurmay Başkanı “Yine mi şehit?” sorularından rahatsız olduklarını söylemiş olsa da....
Ateşin sadece düştüğü yeri değil, o şehitler için yanan bütün yürekleri derinden yakıp yaraladığı bir ortamda bu sorular cevap bekliyor.
Yine Org. Başbuğ, bu çeşit sorulara konu olan olaylarla ilgili tahkikatı kendilerinin re’sen yaptıklarını, ama ulaştıkları tesbit ve sonuçları kamuoyu ile paylaşmak zorunda olmadıklarını ifade etmişti. Ama böyle bir konuda “Kol kırılır, yen içinde kalır” mantığıyla nereye varılabilir ki!
Geçen seneki benzer saldırıları hatırlayalım.
Bir yıl önce, tam da bugünlerde kısa aralıklarla peş peşe meydana gelen üç ayrı terör saldırısında, 37 insanımızı kurban vermiştik. Bunların 5’i köylü, 7’si korucu, diğerleri askerdi. 13 komando operasyon dönüşü pusuya düşürülerek, 12 asker de Dağlıca baskınında şehit olmuştu.
Bu saldırılar bir anda terörü ülke gündeminin ilk sırasına taşımış, henüz tartışılmaya başlanan yeni anayasa projesi derhal rafa kaldırılıp, yerini sınırötesi operasyon tezkeresine terk etmişti.
Sonrasını da biliyoruz. Tezkerenin Meclisten geçmesini takiben, önce hava akınlarıyla başlayan sınırötesi operasyon, bilâhare kara harekâtıyla devam etti, ancak bu harekât, beklenmedik bir anda ve sürpriz bir şekilde sona erdirildi.
Bunun üzerine CHP ve MHP, işi bitirmeden ve terörün kökünü kazımadan dönmekle suçladıkları Genelkurmay’a ağır eleştiriler yönelttiler. Asker de “muhalefete muhtıra” yorumlarına konu olan sert cevaplar vererek mukabele etti.
Şimdi geldiğimiz noktayı bu arkaplan çerçevesinde değerlendirecek olursak ne diyebiliriz?
Sınırötesi operasyon tezkeresinin süresini bir yıl daha uzatma teklifi, bayramın ikinci günü işbaşı yapan TBMM’nin yeni yasama dönemindeki ilk icraatı olmak üzere oylanmayı bekliyor.
Tezkerenin reddi gibi bir ihtimal hiç yok. O zaman Aktütün saldırısının amacı ne olabilir?
“Sakın tezkereyi geçirmeyin ve sınırotesi operasyonlara devam etmeyin” mesajlı bir gözdağı vermek mi? TSK’yı tahrik edip, Kuzey Irak operasyonlarını, Barzani’yi de içine alacak şekilde genişletmeye zorlamak mı? Ya da hükümetin gönülsüzce gündeme getirme işaretleri verdiği yeni AB reformlarını tamamen tıkamak mı?
Veya bunların hepsi ve daha aklımıza gelmeyen başka ihtimaller de söz konusu olabilir mi?
Bilemiyoruz. Ama Meclis yeni bir yasama dönemine girerken, Türkiye adına hiç de iç açıcı olmayan bir başlangıç yapıldığı son derece açık.
(Askerî cenahta çoktandır dile getirilen “AB yasaları elimizi kolumuzu bağlıyor” şikâyetinin yeni Kara Kuvvetleri Komutanınca da tekrarlanmasının ardından, yapılan reformlarda atılacak geri adımları görüşmek için toplantılar tertiplendiğine dair haberleri nasıl yorumlamalı?)
Türkiye, sivil iktidarın, seçimden bir yıl sonra mâlûm sebeplerle hırpalanıp zayıf düşürüldüğü bir ortamda bir defa daha önce terör, sonra ekonomik krizle dize getirilmeye mi çalışılıyor?
Endişelenmek için sebepler hızla birikiyor.
07.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|