Açlıkla nefsimizi terbiye eden Ramazan ayından ayrılmamız daha çok olmadı.
Bir ay boyunca nefsimizin sonu gelmez arzularına bir nebze dahi olsa gem vurmuş, içtiğimiz suların, yediğimiz yiyeceklerin ne kadar büyük birer nimet olduğunun farkına varmıştık. Gönül arzu ederdi ki, şükrümüz ömrümüz boyunca devam etsin. Ancak nefis ve şeytanlar, bizleri savmın o mânevî havasından uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapacaklardır. Bizler de, nasıl olsa Rabbimizin bize helâl kıldığı nimetlerdir, diye midelerimizi doya doya doldurmaya devam edeceğiz ne yazık ki...
Oysa mideler doldurulmak için değildir. Doğru olan midenin üçte birini yiyeceklerle, üçte birini de suyla doldurmak, üçte birini de boş bırakıp, midenin rahat görevini yapmasına zemin hazırlamaktır. Bu asrın nefisleri şımartan imkânlarını yerli yerinde kullanmadığımız takdirde, manevî hayatımızı perdeleyen davranışlarımızla nefsimizi şımartacak, yaşamak için yemek yerine, yemek için yaşamayı hayatımıza düstur yapmak zorunda kalacağız.
Nefsimiz çoktan bizi ilzam etmek için işe başladı bile. O nefis şimdi demektedir ki “Dünya âlem ne ile uğraşıyor, sen ne ile uğraşıyorsun. Bırak insanlar Allah’ın yaratmış olduğu nimetlerden doya doya istifade etsinler. Daha önemli şeylerle uğraşmak lâzım. TV’ler her hadiseyi evimize kadar getiriyor. Şöyle bir dünyaya bak, neler neler oluyor. Nazarını onlara çevirsen, okuyucuların da takdirini kazanacaksın.” Nefis böyle diyor, ama akıl ve kalbimiz de bize, madde ile mânânın birlikte zor yürüdüğünü, birisinden birisini tercih etmemiz gerektiğini fısıldamaktadır.
İlk bakışta nefsin ve çevremizdeki insanı dünyaya çeken seslerin etkisi altında kalmamak mümkün değildir. Halbuki gerçekte durum hiç de öyle değildir. Çünkü asıl mesele kendi kendimizi ıslâh etmek ve bize emanet olarak verilen vücut fabrikasının en güzel bir şekilde çalışmasını sağlamaktır. Bize bu mükemmel vücudu veren Rabbimiz, bu makine-i İlâhînin nasıl çalıştırılması gerektiğini de, Habîbi olan Resûl-i Zişan (asm) ile göstermiş, onu bizlere en mükemmel bir nümune-i imtisâl olarak göndermiştir.
Ümmeti olmakla, Rabbimizin en büyük nimetine nâil olduğumuz Peygamberimiz (asm) bizlere her konuda olduğu gibi yeme-içmede de en mükemmel örnektir. Bakınız, fazla yeme hususunda “Rehber-i Ekmel”imiz (asm) ne buyuruyor: “Bizim yanımızda geğirme. Şüphesiz dünyada en çok tok olanlar, ahirette en uzun açlığı çekecek olanlardır.” Ayrıca burada “Acıkmadan sofraya oturma, doymadan kalk” meâlindeki hadis-i şerifi de hatırlamak lâzımdır. Eğer bizler gerçekten, basit gibi görünen yeme meselesinde Sünnet-i Muhammediyeye (asm) göre hareket edebilirsek hem insânî duygularımızın dumura uğramasına engel olacak, hem de hastalıklardan uzak kalma konusunda sıhhatli bir hayat yaşamış olacağız.
İşte Rabbimiz, biz kullarına çok önemli gerçeklerle birlikte, bu ölçüsüz yemek yeme konusundaki gerçekleri hatırlatmak için, bizlere yılda bir ay oruç tutmayı farz kılmıştır. Bir ay boyunca görevimizi aç ve susuz kalmakla yerine getirmekle birlikte, asıl yapmamız gereken bu ayın etkisiyle bir yıl boyunca sünnet dairesinde bir hayat sürdürebilmektir.
Hazır daha tuttuğumuz orucun üzerimizde etkisi duruyorken yapmamız gereken, bu ayda elde ettiğimiz mânevî atmosferden hiç ayrılmamak için söz vermektir. Çünkü bir dahaki Ramazana ulaşma konusunda hiçbirimizin elinde bir garanti bulunmamaktadır. Aklı başında olan mü’min, yılın bütün aylarını Ramazan olarak bilecek ve hayatına her zaman iman hakikatlerini hakim kılacaktır.
Dünyanın dünyaya bakan hiçbir yönünün kalbin alâkasına değmediğini bilmemize rağmen, kendimizi dünyanın bu fani alâkalarından kurtaramıyorsak, bu demektir ki önemli bir problemle karşı karşıyayız. İmanı kurtarmak ve imanla kabre girmek kadar ehemmiyetli bir meselenin olmadığını çok iyi bilmemize rağmen neden kendimizi fena ve fani hadiselerin akıntısına bırakalım ki? Bunun akıl kârı olmadığını ve büyük bir kayıp olduğunu söyleyebiliyorsak, gereğini de yapmamız gerekir...
06.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|