|
|
Hakan YALMAN |
ŞEHİTLERİMİZE İMRENMEK |
|
Hayatı boyunca yazmakla meşgul olmuş ve eserleri ömrünün dakikalarına sığmayacak şekilde çok büyük boyutlara ulaşmış bir zat ile ilgili ilginç bir rivayet vardır.
Denilir ki bu zatın bu kadar büyük eserler ortaya koyması ve ömrünü geçirmiş olmasına rağmen Âlemlerin Rabbi huzurunda en makbul ameli bir gün yazının en hararetli yerindeyken gelip kaleminin ucuna konan ve mürekkebinden emen sineğin rahatsız olmaması için yazmayı kesmesidir.
Bu da ortaya koyuyor ki Kâinat Sultanı’nın en hoşuna giden hallerden biri, başkası için fedakârlıkta bulunmak, diğergamlık, sevdiğini sevdiği ya da sevdikleri için verebilmektir. Bu, hayatının gayesi iyi kul, iyi insan ve güzel ahlâkı yaşamak ve tamamlamak olan ferdin dünyasında o kadar önemlidir ki bütün hayat bu mânânın elde edilmesi için yaşanır desek abartılı bir ifade kullanmış olmayız. Dinin ve özellikle kulluk hayatının temel hakikatlerinden biri de budur ve hayatını bu çerçevede geçirmek endişesi taşıyan bir ferdin dünyasında aslolan Rabb’ini razı etmek olduğuna göre hayatının temelinde bu maksat çok önemli bir yer tutar.
Her insanın en değerli varlığı olarak algıladığı şey hayatıdır. Bu sahip olduklarının merkezini teşkil eder. Hele de ömrün baharı olarak kabul edilen gençlik hayatı feda edilebilmesi en zor olan varlık olmalıdır. Yani feda edilen hayat gençlik nispetinde önem kazanır. Bütün arzuların, beklentilerin ve hayata dair her şeyin en zirvede olduğu en yüksek enerji potansiyeli olan bir gençlik hayatını Rabb’inin rızasını kazanmak için ve başkalarının selâmeti için, din için, vatan için, millet için bu en değerli varlığını feda etmeyi göze almak duygusu öyle ulvî bir duygudur ki bunu kelimeler tarif edemez. Bu uğurda uhrevî aleme göçmüş bir ruhun cesedi de öyle kutsî bir mânâ ifade eder ve kâinat kitabında yazılmış öyle parlak bir kelimeye dönüşür ki muhafazası gereken o kelimeyi yeryüzündeki maddî makberler kuşatamaz.
O cesedin ifade ettiği mânâya bütün kabirler dar gelecektir. Merhum Akif’in kalpleri de dar bulduğu çok ulvî bir mânâya dönüşmüştür bir şehit cesedi. O beden artık bir ceset ve maddî bir varlık olmaktan çıkmış fedakârlık, feragat, insanlık ve ulvî ahlâkın en parlak şekilde ifade edildiği kutsî bir kelimeye ve Rabbi’nin en büyük bir ihtimamla muhafaza edeceği ilâhî bir şiire dönüşmüştür. Artık o kendisini en çok sevenin, hiç kimsenin onun varlığından haberdar olmadığı dönemlerde dahi yanında olan ve ihtiyaçlarını yetiştiren Kâinat Sultanı’nın en aziz misafiridir.
Tam bu noktada Bediüzzaman Hazretleri’nin kalplere müthiş inşirah veren Kur’ân kaynaklı müjdesi imdada yetişir ve der ki: Ey anneler, babalar, eşler, evlâtlar ve vatandaşlar! Üzülmeyin! Çünkü en değerli varlığı olan hayatını feda edebilmiş o yüksek ruh düzeyindeki hayat sonlanmayacaktır. O fedakârlığın karşılığı olarak feda ettiği şey kendisine daha güzel tarzda iade edilecektir. Dolayısı ile şehit ölmeyecek ve farklı bir hayat mertebesine yükseltilecektir. Rabbi’nin aziz bir misafiri ve dünya sıkıntılarından kurtulmuş sadece nimetlere mazhar olduğu ulvî bir hayat mertebesinde hayatı devam edecektir. Siz onları göremeseniz de karşılıklı görüşemezseniz de onlar hayatta olduklarının farkındadır. Anne babası ile, yari ile, beşikteki bebeği ile irtibatları devam etmektedir bütün sevgi duygularını en düzeyde yaşayan, ölüm duygusunu tatmamış bir konumdadır.
Madde ve mânâ boyutları ters yüz edilip de onların içinde bulunduğu hali dünya gözü ile görebilsek muhakkak çok imrenirdik ve yakınları çok gurur duyardı. Onların bu ulvî halleri bize bakan boyutu ile mânâya gözlerimizi açmalı ve hayatın sadece şu yaşadığımız maddî âlemden ibaret olmadığını ortaya koymalıdır. Eğer o ters yüz edilmiş hali idrak edebilsek gerçekten onlara imrenir daha çok kendi halimize ağlardık. Bir gün nasıl olsa elimizden çıkacak bir hayat emanetini Rabbi’mizin rızasını kazanacak tarzda iade etmek ve Kâinatın Efendisi’ne en yakın komşularda olmak ne büyük bir ikbal ve ne tarifi imkânsız bir saadettir.
Âlemlerin Rabbi bütün şehitlerimizi hatalarından ve günahlarından tasaffi etmiş tertemiz bir hal ile o mertebeye ulaştırsın ve bizleri de onların şefaatine nail eylesin İnşallah.
06.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Dünyada sürekli tok olmak |
|
Açlıkla nefsimizi terbiye eden Ramazan ayından ayrılmamız daha çok olmadı.
Bir ay boyunca nefsimizin sonu gelmez arzularına bir nebze dahi olsa gem vurmuş, içtiğimiz suların, yediğimiz yiyeceklerin ne kadar büyük birer nimet olduğunun farkına varmıştık. Gönül arzu ederdi ki, şükrümüz ömrümüz boyunca devam etsin. Ancak nefis ve şeytanlar, bizleri savmın o mânevî havasından uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapacaklardır. Bizler de, nasıl olsa Rabbimizin bize helâl kıldığı nimetlerdir, diye midelerimizi doya doya doldurmaya devam edeceğiz ne yazık ki...
Oysa mideler doldurulmak için değildir. Doğru olan midenin üçte birini yiyeceklerle, üçte birini de suyla doldurmak, üçte birini de boş bırakıp, midenin rahat görevini yapmasına zemin hazırlamaktır. Bu asrın nefisleri şımartan imkânlarını yerli yerinde kullanmadığımız takdirde, manevî hayatımızı perdeleyen davranışlarımızla nefsimizi şımartacak, yaşamak için yemek yerine, yemek için yaşamayı hayatımıza düstur yapmak zorunda kalacağız.
Nefsimiz çoktan bizi ilzam etmek için işe başladı bile. O nefis şimdi demektedir ki “Dünya âlem ne ile uğraşıyor, sen ne ile uğraşıyorsun. Bırak insanlar Allah’ın yaratmış olduğu nimetlerden doya doya istifade etsinler. Daha önemli şeylerle uğraşmak lâzım. TV’ler her hadiseyi evimize kadar getiriyor. Şöyle bir dünyaya bak, neler neler oluyor. Nazarını onlara çevirsen, okuyucuların da takdirini kazanacaksın.” Nefis böyle diyor, ama akıl ve kalbimiz de bize, madde ile mânânın birlikte zor yürüdüğünü, birisinden birisini tercih etmemiz gerektiğini fısıldamaktadır.
İlk bakışta nefsin ve çevremizdeki insanı dünyaya çeken seslerin etkisi altında kalmamak mümkün değildir. Halbuki gerçekte durum hiç de öyle değildir. Çünkü asıl mesele kendi kendimizi ıslâh etmek ve bize emanet olarak verilen vücut fabrikasının en güzel bir şekilde çalışmasını sağlamaktır. Bize bu mükemmel vücudu veren Rabbimiz, bu makine-i İlâhînin nasıl çalıştırılması gerektiğini de, Habîbi olan Resûl-i Zişan (asm) ile göstermiş, onu bizlere en mükemmel bir nümune-i imtisâl olarak göndermiştir.
Ümmeti olmakla, Rabbimizin en büyük nimetine nâil olduğumuz Peygamberimiz (asm) bizlere her konuda olduğu gibi yeme-içmede de en mükemmel örnektir. Bakınız, fazla yeme hususunda “Rehber-i Ekmel”imiz (asm) ne buyuruyor: “Bizim yanımızda geğirme. Şüphesiz dünyada en çok tok olanlar, ahirette en uzun açlığı çekecek olanlardır.” Ayrıca burada “Acıkmadan sofraya oturma, doymadan kalk” meâlindeki hadis-i şerifi de hatırlamak lâzımdır. Eğer bizler gerçekten, basit gibi görünen yeme meselesinde Sünnet-i Muhammediyeye (asm) göre hareket edebilirsek hem insânî duygularımızın dumura uğramasına engel olacak, hem de hastalıklardan uzak kalma konusunda sıhhatli bir hayat yaşamış olacağız.
İşte Rabbimiz, biz kullarına çok önemli gerçeklerle birlikte, bu ölçüsüz yemek yeme konusundaki gerçekleri hatırlatmak için, bizlere yılda bir ay oruç tutmayı farz kılmıştır. Bir ay boyunca görevimizi aç ve susuz kalmakla yerine getirmekle birlikte, asıl yapmamız gereken bu ayın etkisiyle bir yıl boyunca sünnet dairesinde bir hayat sürdürebilmektir.
Hazır daha tuttuğumuz orucun üzerimizde etkisi duruyorken yapmamız gereken, bu ayda elde ettiğimiz mânevî atmosferden hiç ayrılmamak için söz vermektir. Çünkü bir dahaki Ramazana ulaşma konusunda hiçbirimizin elinde bir garanti bulunmamaktadır. Aklı başında olan mü’min, yılın bütün aylarını Ramazan olarak bilecek ve hayatına her zaman iman hakikatlerini hakim kılacaktır.
Dünyanın dünyaya bakan hiçbir yönünün kalbin alâkasına değmediğini bilmemize rağmen, kendimizi dünyanın bu fani alâkalarından kurtaramıyorsak, bu demektir ki önemli bir problemle karşı karşıyayız. İmanı kurtarmak ve imanla kabre girmek kadar ehemmiyetli bir meselenin olmadığını çok iyi bilmemize rağmen neden kendimizi fena ve fani hadiselerin akıntısına bırakalım ki? Bunun akıl kârı olmadığını ve büyük bir kayıp olduğunu söyleyebiliyorsak, gereğini de yapmamız gerekir...
06.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
İçki, şişede durduğu gibi durmaz |
|
Denizcilerin en büyük baş belâsı alkollü içkidir. Sadece denizciler mi? Hayır, bütün insanlığın çok ciddî olarak tedbir alması gereken bir konudur içki.
Büyük bir denizcilik firmasına arkadaşımla beraber işe girme maksadı ile gitmiş gerekli formları doldurmuştuk. Konuşmalar bittikten sonra tam çıkacakken Personel Müdürü “Sizler çok iyi denizcilere benziyorsunuz, hazır gemilere gidecek iken önemli bir tavsiyem olacak, ama lütfen beni yanlış anlamayın” dedi.
“Yanlış anlamayın” sözü sebebiyle diğer arkadaşımla beraber dikkat kesilmiştik. Bize “lütfen gemide ve diğer hayatınızda alkollü içki kullanmayın” deyiverdi. Zira içki kullanan denizciler yüzünden şirketlerinin başına gelmedik belâ kalmamıştı.
Ben askerlik mesleği de dâhil olmak üzere bir damla dahi içki içmediğimi söyledim. Arkadaşım da aynı şeyi söyledi. Bizim bu durumumuz siz değerli okuyucularımı yanıltmasın. Zira içki illeti yüzünden o kadar çok kaza, kavga ve kayıplar yaşanmıştır ki dinle, diyanetle alâkalı olamayan insanlar bile içkiden nefret ederler.
İçki içme konusunda çok büyük bir baskı vardır. İçki içmeyen insanlar bağnazlık ve gericilik yakıştırmaları ile suçlanırlar. İnsanlar zorla içki içmeye zorlanmaktadır. Sivil ve askerî gemilerde çalışırken bu baskının ne derece aşırı noktalara götürüldüğünü bir iki örnek ile anlatmak istiyorum.
Askerî gemilerden birisinde gemi komutanı bana içki bardağını göndermiş ve içmemi istemişti. Nazik bir dille içmek istemediğimi söyleyince kızmaya başladı. Hatta “emrediyorum içki içeceksin” diye zorlamaya başladı. İçki büyük günahlardan olduğu için her ne sûretle olursa olsun içmemekte kararlıydım. Hatta sonunda hapse bile gönderilsem bu zıkkımı içmeyecektim. Lâkin diğer subay arkadaşlarım yanlışı ben yapıyormuşum gibi bana ters ters bakmaya başlamışlardı.
Sonunda çarkçıbaşımızın araya girmesi ile komutan bağırıp çağırmayı kesti ve yaptığından utanmış olacak ki yemek çıkışında bir nev'î özür dileyecek şekilde gönlümü almaya çalıştı.
Bu konuda özellikle askerlik mesleğinde o kadar büyük bir baskı vardır ki vereceğim diğer örnek sizi şaşırtacaktır.
Bir gün meslekî kurslardan birinde benden kıdemli iki subay beni çaya dâvet ettiler. Aynı zamanda öğretmenlik yapan bu subaylardan genç olanı büyük bir keşif yapılmış gibi “Biliyor musunuz yeni bir ilâç icat etmişler, bunu alkollü içkinin içine atarsanız alkolü dibe çökertiyormuş” dedi. Güya bu sayede “alkol içmekten kurtulabilirmişiz”.
Kendisine başımdan geçen bir iki olayı anlattıktan sonra asıl yapılması gereken şeyin insanların inançları gereğince yasaklanan şeyler konusunda baskı yapılmaması gerektiğini ve bunun kararlı bir şekilde anlatılması olduğunu söyledim. Böyle bir baskı çok yanlıştır. Her şeyden önce ayıp olan içki içmemek değil bu konuda baskı yapmak olduğunu herkesin bilmesi gerekir. Bırakın sağlık sebeplerini içkinin günah sayılmadığı Batının nezaket kurallarına bile aykırı bir durum ile karşı karşıya olduğumuzu söyledim.
Gerçekten de bu konu ile ilgili olarak Amerikalı iki subay bize çok güzel bir ders vermişti. Yine bir meslekî kurs esnasında bize öğretmenlik yapan bu Amerikalılara, Çanakkale Orduevinde bir kokteyl vermiştik. Subaylardan genç olanı çeşitli zararlarından dolayı alkollü içki içmediğini söylemişti. Birçok arkadaşım gibi ben de şaşırmıştım, zira Bahriye mektebinde “içki içmeyen subay olamaz” saçmalıklarını dinlemiştik. Batılı bir subay bu görüşü yalanlayacak şekilde hepimize güzel bir ders vermişti.
İçki konusunda o kadar büyük bir baskı vardır ki dehşetin boyutlarını göstermek için başımdan geçmiş bir başka olayı anlatmadan edemeyeceğim.
Ticaret gemilerinde çalışırken gemi kaptanımız bana, İstanbul Büyükşehir Belediyesinin sosyal tesislerinde içki yasağı bulunduğunu ve böyle bir şeyin kabul edilemez olduğunu söylemişti. Çok şaşırmıştım zira bu adamcağız namaz kılan ve dinî konularda sohbet etmeyi seven bir insandı. İçki konusunda yapılan baskıların ne derece yanlış olduğunu anlatmaya çalıştım. “Gidin mezarlıklara, hapishanelere ve hastanelere bir bakın, dilleri olsa da konuşsalar, birçok insan buraya içki yüzünden düştüğünü söyleyecektir” dedim.
İçki müptelası bir çarkçıbaşımız vardı, kaptanımızı değil, beni destekledi. Kaptanıma şunu da söyledim. “Süvari Bey, biliyorsunuz Kumkapı’dan Anadolu Kavağına kadar her yer içki satılan restoranlar ile dolu. Ben ailemle birlikte bu içki yüzünden İstanbul Boğazının hiçbir yerine gidemiyorum. Ne olacak bir iki tane yerde de içkisiz restoran olsun. Benim bu güzellikten istifade etmeye hakkım yok mu?”
Askerliğin de etkisi olacak gemi kaptanımız “Nuh diyor Peygamber demiyordu”. Fakat dinî duyarlılıkları zayıf olan bütün gemici arkadaşlarım dahi bu ısrarından dolayı kaptanımızı kınamıştı.
Sonradan düşündüm bu kadar zararlı ve kötü olan içki konusunda neden baskı yapılıyor. Cevap olarak sadece şu kadarını söylemekle yetineyim.
Bediüzzaman, ahirzaman fitnelerinden en büyüklerinden bir tanesinin içkiye müptelâ olan insanlardan kaynaklanacağını, hadislerden anlamış ve Yeşilay Cemiyetinin kurulmasına öncülük etmişti. Kıssadan hisse, varın gerisini siz düşünün…
06.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habib FİDAN |
Türkçe bayram (mı) ediyor... |
|
Ramazan ayı ve bayramı derken, her yıl Eylül’ün yirmi altısında kutlanan Türk dili bayramı dolayısıyla medyanın çok azına yansıyan devlet büyüklerinin mesajlarının hatırlattıklarından hareketle, değerlendirme fırsatı bulamadık.
Evet, mademki kutlama sebebiyle yayınlanan mesajlarda ifade edilen ortak fikir, dil seferberliğidir; o hâlde bu mevzu üzerinde birkaç kelâm etmenin yeri ve zamanıdır. Zira kamuoyu bu tarz konular üzerinde ısrarcı bir biçimde yazılan yazılara sağolsun bigâne kalmakta ve dudak büküp “yine aynı teraneler” diye işi savsaklamakta…
Her ne kadar Türk Dil Kurumu ve dahi Türk dili ile ilgili diğer kurumlar Türkçe’nin gelişmesi için kayda değer çalışmalar yapsalar da ortalıkta sürü ile gezen yanlış kullanım ve yabancılaşmadan anlaşılıyor ki, bir bilinç eksikliği ve nemelâzımcılık kol gezmekte. Bireysel anlamda zaten durum iç açıcı olmadığı gibi, medyada da farklı değil. Üstelik etkileyebilme işlevi ile Türkçe duyarlılığı arasındaki ters orantıyı görünce, endişe verici bir olgunun var olduğunu kestirmek hiç de güç değil. Meselâ spor medyasının kullandığı dil tam bir facia. İnsan herhangi bir spor gazetesini eline aldığında, hangi cümle ya da kelimelere dokunacağını şaşırıyor. Abuk sabuk kelimeler, futbol terimi diye ortaya konan ifadeler, cümle ve kelime düşüklükleri bunlardan bazıları. Hele ki “hakem üçlüsü” yerine “hakem triosu”, “oyunu lehine çevirmek” yerine “oyunu forse etmek” ve “oyunu rölantiye almak” gibi caka satan ifadeler yok mu, onlara bitiyorum. Köşe yazılarında kullanılan yarenlik edebiyatı ile spor programlarında kullanılan mahalle ağızlarına ise hiç değinmiyorum. Zira orası çıkmaz sokak…
Sadece dikkatli bir nazar, çevremizde olup biten dil arızalarının ne kadar çoğunlukta olduğunu keşfetmede yeter de artar bile. Hep söyledim, yine söylüyorum ve daima da söyleyeceğim. Hani bizim şu meşhur “de” bağlacı ile “-de” ekinin kullanımı var ya, ondan bahsediyorum. Sonu sert ünsüzle bittiği hâlde, “-de” ekini neden “-te”ye dönüştürmezler, akıl sır erdirmek mümkün değil. Söz gelimi, “Selçuk’ta” doğru iken, ısrarla “Selçuk’da” yazılır. Çoğu yerde ise, “de” bağlacı ya değişime uğrar, ya da bitişik yazılır. Hani sokaktaki Cemil Efendi neyse de, editorleri içinde barındıran koca basın yayın kuruluşlarının sürekli aynı hatayı tekrarlamaları içler acısı. Ne zaman olduğunu tam hatırlamıyorum; bir internet haber sitesi Türkçe’yi en güzel kullanan site ünvanıyla ödül almıştı. Şaşırdım; hemen her gün takip ettiğim sitenin o kadar dil hatasına rağmen ödül alması, diğer sitelerin dil konusunda daha beter durumda olduğunu mu gösterir bilinmez; ama o ödülü dil hassasiyeti orta seviyede olan bir site alıyorsa, bu, dilde yandığımızın resmidir.
Dil denince, nedense hep yazı akla gelir. Oysa sözlü iletişim denen bir olgu da var. Özellikle beyaz ekranda “elifi görse mertek sanacak” türden o kadar sunucu var ki, insanın dehşete kapılası geliyor. Evet; bir sözüyle belki de milyonları etkileyebilecek söz cahili sunucunun dil cinayeti, dehşetten başka bir şey değil. Abuk sabuk ifadeler, yüklemi perişan, öznesi meçhul ifadelerin çıktığı ağızlardan yayılan ses kirliliğine karşı çocukları ve kitleleri korumak lâzım diyeceğim ama, “Aman sende!” sözleri kulağımda çınlıyor sanki.
Bunların dışında bir de kavram karmaşası ve yabancı kelime hayranlığı ile yabancı işyeri adları var ki, ona ne yerimiz yeter ne de nefesimiz. Çünkü bu konuda ülkemiz tam bir cennet. Hani “ayağını oynatsa bir testiye değecek” gibisinden bir ortam var. Ama ben, bugünlerde sadece günlük konuşmaların giriş cümlelerinde dillere gitgide pelesenk olan “Meselâ örneğin, diyelim ki…” gibi ifadelerin ardışıklığına diş bilemiş durumdayım. Peki; “meselâ, örneğin, diyelim ki” dil bayramını kutladık, basın yayın organları ile günlük konuşmalarda Türkçe de bayram edecek mi? Bu “Vizontele” kültüründe zor efendim, zor…
Ne diyelim, Allah, Türk Dil Kurumu’na yardım etsin…
06.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
Üç ‘S’nin içinde olabilmek! |
|
Sevmek ve sevilmek. Hem seven hem de sevilen bu dünyada da, ahirette de saadet içindedir, mutludur, sevinçlidir ve huzurludur İnşallah…
An şart ki evvelâ, önce ve birincilikle yaratıcımızı, Rabbimizi, Rahman, Rahîm ve Vedud olan, seven ve sevmeyi yaratan kuvvet ve kudret sahibi Allah’ı (c.c.) sevmek…
Sevmek zincirinin en baş halkası bulunduktan sonra diğer halkaları herkes bir şekilde peşi peşine sıralayabilir… Önemli olan ilk halkanın, doğru ve zamanında, anlayarak, bilerek ve severek seçilmesidir…
Birinci halkayı yakalayamayan, bulamayan, görmeyen, aramayan ve sorup soruşturup, okuyup anlamayan muhakkak ki yanlış yapar, yolunu şaşırdığı gibi hedefini de çevirir. Cife diye vasıflandırılan dünyayı sevmekten de geçerek, adeta tapma derecesinde bir makama, mertebeye yükseltir.
Hedef: “Sizin taptığınız benim ayaklarımın altındadır.” Yani kendisine tapınılan bütün dünyevî, fanî mahbuplar...
Hiç olmazsa aklen, mantıken bu sevmenin mertebelerinde, derecelerinde Rabbimiz katında bir basamak elde edebilmeliyiz.
İtaat, inkıyad, ubudiyet olmadıktan sonra insanın misâli kuru ot gibidir. Derler ya, “Ot geldi, ot gitti”. Rabbini rububiyeti noktasından tanıyıp O’nun muhabbet ve sevgisinin kucağına atılamayan ne sevdi, ne sevildi. İşte geldi… Gitti…
Bediüzzaman’ın ifade ettiği ortak değerleri sevgi noktasından da sıralayabiliriz. Allah’ı sevelim, peygamberi sevelim, İslâm’ı sevelim, Müslümanları sevelim, Kur’ân’ı sevelim, ailemizi sevelim, ana-babamızı sevelim, çocuklarımızı sevelim, komşularımızı sevelim… Sonra yine Allah’ın sev dediği her şeyi sevelim.
“Elif” gibi dosdoğru sevmeyi, sevilmeyi ve sevdirmeyi muhakkak yapabilmeliyiz. ‘Ye’ gibi herkes olabilir. Sevmez, sevilmez ve sevdirmez…
Gelin bir de her işimize severek ve candan gerçekten severek bakalım… Ne kaybederiz, ne kazanırız, kendimiz yaşayarak görelim. Saadetin, mutluluğun, sevincin bu dünyada da elemsiz, üzüntüsüz hallerini kendi dünyamızda, ailemizde, cemaatimizde, milletimizde yaşayalım İnşaallah.
06.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Zengin olabilmek için |
|
Zengin olmanın ölçüsü nedir? Çok mal sahibi olmak mı? Öyleyse bunun için alabildiğine çalışmak, hem de planlı, programlı çalışmak gerekir.
Ama bu zenginlik için gerekli olsa da yeterli bir sebep değildir. Nice insan planlı ve çok çalıştığı halde zengin olamaz. Bu her şeyden önce nasip meselesidir.
Diyelim ki insan zengin oldu, arzu ve emellerine ulaştı. Ama hırs içerisinde. Bir arzu ve emelini diğeri takip etmekte. Kendini yiyip bitirircesine, uykularını dahi fedâ edercesine çalışmakta. Onu koruma sıkıntısı da cabası. Zengin olmuş, ama huzur denen nesneye ulaşamamış.
Zenginlikten maksat huzurlu olmak değil miydi? Emellerine ulaşmakta, ama bir türlü huzuru yakalayamamakta.
Demek unutulan, eksik bırakılan bir nokta var. O da asıl zenginliğin para çokluğunda, maddede olmadığını düşünememek!
Peki, nedir öyleyse gerçek zenginlik, gerçek mutluluk?
Bunun en güzel cevabını Kâinatın Efendisi (asm) veriyor. Buyuruyorlar kı: “Asıl zenginlik, para pul çokluğu değil, gönül zenginliğidir.”
Bu sözün üstünde başka söz olamaz. Gönlü zengin, gönlü tok olan insan her zaman zengindir. Az kazansa da zengindir, çok kazansa da zengindir. Gönlü aç olan insan ise görünüşte zengin olsa da hiçbir zaman doymaz, açlıktan kurtulamaz, gerçek zengin olamaz.
Gönlü zengin olan insan kısmetine inanmış, kaza ve kadere teslim olmuş insandır. İnsan kendini yırtsa da kader ve kısmetinin dışına çıkamaz. Çünkü her şey kader ile takdir edilmiştir.
Harcandıkça her türlü sermaye tükenir, ama kanaat denilen gönül tokluğu bitmez, tükenmez.
Evet, kanaat öyle bir hazinedir ki aslâ tükenmez. Bunu, “Kanaat tükenmez bir hazinedir” hadis-i şerifi ne güzel anlatır. “Kısmetine razı ol ki insanların en zengini olasın” hadis-i şerifi de bir o kadar önemli. Mesnevî-i Nuriye’de yer alan, “Kısmetine razı ol ki rahat edesin” vecizesini de buna ekleyin! İşte size dünya değerinde ölçüler.
Dünyanın düzenini biz kurmadık. Değiştirmeye gücümüz de yok. Her şey kader ile takdir edildiğine göre kısmetimize rıza göstermekten başka yapabileceğimiz birşey yok. Biz çalışır; akıl ve irademizi iyiye yöneltir, “Demek kısmetimiz böyleymiş!” deyip kanaat ederiz. Kısmete rıza göstermemek, “Niçin şu şöyle, bu böyle?” demek insanın kendini yiyip bitirmesinden başka birşeye yaramaz. İnsanın kendine kötülük yapması ancak böyle olur.
Demek zenginliği de, mutluluğu da yanlış yerde aramamalı insan.
06.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Damat Ferit, kurtuluş gününde öldü |
|
Bugün İstanbul'un kurtuluş günü. İstanbul, Mondros Mütarekesinden (30 Ekim 1918) kısa bir süre sonra mâruz kaldığı İngiliz öncülüğündeki müttefik düşman işgalinden, 6 Ekim 1923'te tamamiyle kurtulmuş oldu.
Gariptir ki, İstanbul'un işgal dönemiyle ve işgalcilerin zâlimane tasarrufuyla adı adeta özdeşleşmiş bulunan Sadrâzamlardan Damat Ferit Paşa da, işgalin sona erip kurtuluşun resmen ve alenen ilân edildiği aynı gün (6 Ekim 1923) Fransa'da öldü.
Fransa'nın Nice şehrinde ölen Ferit Paşa, Sultan Vahdeddin'in kız kardeşi Mediha Sultan ile evli olduğundan "Damat" ünvanını almıştı.
Sultan Vahdeddin, onu aralıklı şekilde dört–beş kez Sadrazamlık makamına getirtmekle birlikte, aslında ondan hiç de hoşnut değildi. Bütün bu atamaların, bilhassa İngiliz ve Fransız işgal güçlerinin baskı ve dayatması neticesi olduğu, çok acı bir vakıadır.
* * *
3 Mart 1919–17 Ekim 1920 tarihleri arasında dört–beş kez Sadrazamlığa atanıp tekrar istifa etmek mecburiyetinde kalan Damat Ferit, tahsil devresini bitirdikten sonra, Osmanlı Hariciye Teşkilâtında vazife aldı.
Memuriyetinin ilk yıllarını Paris'te, ardından Berlin, Petersburg ve Londra'da geçirdi. Bu şehirlerde bulunan Osmanlı elçiliklerinde kâtip olarak çalıştı.
Ne var ki, sonradan Paşa ünvanı da verilen Damat Ferit'in düşünce ve ahlâkı da işte bu memuriyet devresinde değişti. Çabucak Alafranga'ya meyletti ve tam bir frengi tip olup çıktı.
Bir ara Londra Büyükelçiliği görevine atanmak istediyse de, onun bu talebi Sultan Abdülhamid tarafından reddedildi. Bunun üzerine, yarı küs bir tavırla Baltalimanı'nda bulunan eşine ait malikâneye çekildi. Burada bir müddet sessiz sadâsız yaşadı.
Meşrûtiyet ilân edildikten sonra Osmanlı Ayan Meclisi'ne atandı. Böylece, siyasî hayata atılmış oldu. Ancak, İngiltere ve Fransa'dan yüz çeviren ve daha ziyade Almanya ile ittifak içinde görünen İttihatçılarla da anlaşamayan Damat Ferit, 1911'de Hürriyet ve İtilâf Fırkasına dahil oldu, hatta kurucuları arasında yer aldı. Öyle ki, Kasım 1911–Haziran 1912 tarihleri arasında bu fırkanın başkanlığını da üstlendi.
Damat Ferit'in siyasetteki yıldızı, esasen İstanbul'un işgal edilmesiyle eşzamanlı olarak parladı. Tevfik Paşa kabinesinin 3 Mart 1919’da istifası üzerine ilk defa Sadarete getirilen Damat Ferit, o makamda birkaç kez med–cezir yaşadıktan sonra, nihayet 17 Ekim 1920'de son istifasını vererek bir kenara çekildi.
Ferit Paşa, Millî Mücadele Hareketinin zafere ulaştığını görünce, Türkiye'de artık yaşayamayacağına kesin kanaat getirerek, çareyi yurt dışına kaçmakta buldu. Ancak, kaçtığı Avrupa'da da fazla yaşamadı. Ömür günleri sona ermişti. Kaçtıktan yaklaşık bir yıl sonra, yani 6 Ekim 1923’de Fransa’nın Nice şehrinde son nefesini verdi.
* * *
Damat Ferit'in kabul görmez ve affedilmez hatalarının başında, İngiliz işgal güçlerine tam mânâsıyla boyun eğmiş olmasıydı. İşgalciler ne derse onu harfiyyen yapmaya çalışırdı.
Nitekim, aynı yaranmacılık siyaseti sebebiyle, Ermeni tehcirinde ihmali vardır diye, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Beyi darağacına göndererek astırdı.
Aynı şekilde Kuva–yı Millîyeye karşı Kuva–yı İnzibatiye denilen hünhar bir teşkilât kurdurarak, kardeşi kardeşe vurdurdu.
Keza, Anadolu'daki Millî Kuvvetlerin eline geçmesi ihtimaline binaen, İstanbul'da çok miktardaki silâh ve mühimmatı denize döktürerek imha etti.
Bunlar, onun vatan hainliğiyle itham edilmesinin belli başlı sebepleri oldu. Şayet, yurt dışına kaçmasaydı, yakalanıp derhal idam edilecekti.
* * *
Evet, bugün İstanbul'un kurtuluş günü. Ne var ki, resmî törenlerin yine Vatan (Menderes) Caddesinde yapılması halinde, İstanbul halkının yine çekeceği var demektir. Zira, burası İstanbul'un adeta şah damarı ve nefes borusu gibidir.
Caddenin kapatılması halinde, trafik sıkışıklığının ve kargaşasının çok geniş bir kesimde yaşanması kaçınılmaz olacak. Bu da bayram sonrasının en sıkıcı manzarasını teşkil edecek.
Dileriz, artık son bulsun bu sıkıcı ve sıkıntılı manzaralar.
06.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Risâle-i Nur diğer meslekleri de ihtiva eder (2) |
|
Risâle-i Nur, aynı zamanda hem enfüsî, dahilî cihetinde çalışmış, hem de kalb ve ruh içinde marifetullaha (Allah’ı bütün esmâ ve sıfatlarıyla tanımaya, bilmeye) geniş ve her yerde yol açmış.
Adeta Mûsâ Aleyhisselâm’ın asâsı gibi nereye vurmuş ise su çıkarmış... Yani, teneffüs ettiğimiz havada, içtiğimiz suda, gördüğümüz manzarada, kullandığımız eşyada Esmâ-i İlâhiyeyi okutur; direkt bizi Rabbimize ulaştırır. Yani, ilmî, aklî, kalbî, vicdânî bir seyr ü sülük (manevî gezi ve gözlem) yaptırır.
Risâle-i Nur’da hakikat mesleğiyle getirilen yeni metotla hem felsefenin hücumlarına set çekilir, hem de ferdlerin bu hâli ve kalbî ihtiyaçları karşılanır:
Gıda ve taam (yemek) hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem nefis, hem his hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl, cüz’î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler.1 Nur dairesi hakikat mesleğinde giderken, aynı zamanda tarikatlerin faydasını da temin eder.2
Çağımız astronomik rakamlarla işini yürütüyor. Risâle-i Nur “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” mesleğiyle buna paralel bir vird ve zikir ufku açar. Vird, zikir ve tesbihatı da ilimler penceresinden yaptırarak genelleştirir:
“Siracü’n-Nur’u tashih ederken, bu Ramazan’da ehemmiyetli virdlerime tam vakit bulamadığımdan müteessir oldum. Birden ihtar edildi ki: Okuduğun bu mebhaslar, bir cihetle ibadet olduğu gibi, hem ayn-ı marifetullah ve zikrullah ve huzur-u kalbi ve muhabbet-i imaniye olmasından, senin noksan bıraktığın virdlerinin yerini tam doldurur. Ben de Elhamdülillah, dedim.”3
İşte, Bediüzzaman’a şu tesbiti yaptıran bu hakikattir: “Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir Geylânî (ra) ve Şah-ı Nakşibend (ra) ve İmam-ı Rabbânî (ra) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidilmez; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.
“Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur’âniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım…
“Cenâb-ı Hak şu zamanda, i’câz-ı Kur’ân’ın mânevî lemeâtından olan malûm Sözleri, şu dalâlet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.”4
İşte Risâle-i Nur; modern fen, sosyal ve manevî ilimleri harmanlayıp iman, İslâm esaslarını ispat edip izah etmiş; çağın şartlarına uygun yeni bir hizmet stratejisi, yeni bir irşad ve tebliğ üslûbu getirmiştir. Ve bütün seküler felsefeleri çürütmüş, ateist filozofları yerden yere vurmuştur. Aynı zamanda Kur’ân ve Sünnete dayalı muhteşem bir ruh / duygu ve nefis terbiyesi metodu geliştirmiştir. Bunun adı: Hakikat mesleğidir.
Dipnotlar: 1- Emirdağ Lâhikası, s. 59.; 2- Emirdağ Lâhikası, s. 211.; 3- Emirdağ Lâhikası, s. 211.; 4- Mektubat, s. 27.
06.10.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
|
Şükrü BULUT |
Modernitenin çağdaş kölelerine dair |
|
Dünya küçüldükçe mû'sibetleri de umumîleşiyor. Depremlerin yıktığı Çin-i Maçin’deki coğrafyaların iniltileri ile Atlas ötesindeki kasırgaların savurduğu insanların feryatları artık evimizde duyuluyor.
Yerküredeki hiçbir insan Amerika’daki mâlî krize bigâne kalamıyor. Kulakları radyolarda ve gözleri borsaların ilân tahtalarında...
Bugün için Amerikan mâlî krizini es geçmek istiyorum. Yahudi milletinin sığınağı Anglo-Sakson dünyasının doğurduğu kapitalizmin ahlâksızlığıyla o coğrafyaları başbaşa bırakalım. Ne kapitalizmin babası Adam Smith ve ne de aktüel krizlerin baş aktörü, Londra doğumlu Macar göçmeni ve para sihirbazı George Soros bugün için bizi ilgilendirmemeli. Neoliberal finansörlerin Asya kaplanlarına, Rusya ve İngiltere’ye ettikleri ihanet de zaten unutuldu. Üç sene önce yeni liberallerin emlâk aşkıyla Avrupa’ya yaptıkları yatırımlar ve baştan başa satın alınan Dresden şehrinin hikâyesini ekonomi tarihçileri yazsınlar. Sonra oluşturulan sanal emlâk piyasaları, mortgage hikâyeleri ile fukaraya ev vaadinde bulunan Fannie Mae devinin yaptıklarını da merak etmiyorum.
Müflis Lehman Brothers şirketinin fırıldak idarecisinin kazandığı 470 milyon dolar ile Merryl Lynch’in son ceo’su Stanley O’Neal’in 161 milyon dolar tutan tazminatlarını, milleti kandırmak üzere yeni fırıldaklar arayan Amerikalı şirket sahipleri düşünsünler. Bunlar bugün için bizi pek ilgilendirmiyor. Hele bahsedilen krize, Kur’ân’ın yasakladığı faiz sistemleri sebep olmuşsa... Başta Kur’ân olmak üzere semavî dinlerle mücadeleye girişen materyalist Batı medeniyetinin yerlerde sürünen sözcüleri oturup konuşsunlar.
Bizi elbette ki bizimkiler ilgilendiriyor. Kur’ân’ın prensiplerine kulağına tıkamış “yeni dindar” ekonomistlerimiz... Din adına iktidar olduktan sonra insanlığa fıtrî bir çözüm yolu sunamayan muhafazakâr liberallerimiz... Bankaların, ceplerimize kartlarını yerleştirmek için tezgâhladıkları “kapkaççılık” oyununu ortaklaşa oynayan dünkü dindar siyasetçilerimiz... Dünya nimetlerine, düne kadar acımasızca tenkit ettikleri vahşi kapitalizmin noktası-virgülüne dokunmayan dindar ekonomistlerimiz, bankacılarımız ve uluslar arası fon yöneticilerimiz... Dünya menfaati uğruna ülkeyi yol geçen hanı durumuna düşüren idarecilerimiz... Düne kadar faizle iş görmenin getireceği felâketlerden dem vurdukları halde, bugün bankacılığın her karesinde poz verip ihaleden ihaleye koşuşturanlarımız bizi ilgilendiriyor. Her gün faizin helâl olduğuna dair yeni bir prof’tan fetva alıp başuçlarına asanlarımızın sebep olduğu kriz, Wall Street krizinden çok daha tahripkâr değil mi? Ekranların sihrine yakalandığı için cahil kalmış Anadolu insanını günaha alıştıran bu kriz yalnızca emlâk piyasasını vurmuyor, ebedî cennetin namütenahi ve bîhemta köşklerini harab ediyor.
Ekonomiyi hayatlarının birinci meselesi haline getiren “yeni dindar” iktidarlarımızın yakalandığı “amansız garp muhabbetinin” neticeleri dehşetli oluyor. Wall Street’ten Londra’ya ve nihayet Anadolu’ya yerleşen onlarca bankanın insanımızı nasıl köleleştirdiğini herkes görmeyebilir. Ceplerindeki sihirli kartlarla insanların hürriyetlerini, geleceklerini ve genellikle haysiyetlerini ne kadar ucuz paralara sattıklarını, dikkat etmeyenler göremezler. Dev bankaların tutsağı olmuş medyamız da ailevî felâketlerimizi, haczedilmiş hayatlarımızı ve el konulmuş varlıklarımızı yazamaz. Modernitenin köleleştirdiği şu modern kölelerin uğradığı felâket, hakikaten Washington felâketinden daha ağırdır. Finansın global teröristlerinin çaldığı paranın yerini, Amerika öyle veya böyle bulur, yetiştirir. Ortaçağın Akdeniz korsanlarına rahmet okuturcasına dünyanın bir tarafını yağmalayarak, haram lokmaların yerini yeniden haram lokma ile kapatır.
Ya bizimkiler? Bin seneden beri İslâmın bayraktarlığını yapmış bir milletin vârisleri? Cenneti önceliklediklerini iddia eden “yeni dindarlarımız?” Cumhurbaşkanı veya Başbakanı oldukları milletin çocuklarını “medeniyet”e tutsak veren bizimkiler?
Doğrusu, Wall Street kadar Türkiye’deki ekonomi de beni ilgilendirmiyor. Yalnız, ceplerindeki kartlar yüzünden istikballerini tutsak vermiş şu modern kölelerin hali içler acısı. Allah için, umumî bir af yok mu? Hükümet bankalarla oturup, onları bu tutsaklıktan kurtarsa ve sonra da yeniden köle olmamaları için tedbirler alsa ya... Şimdiye kadar yapılanlar ve yapılmış gibi görünenler göstermelik olduğu için derde deva olmadı. Olsaydı kart tutsaklığının yol açtığı facialar çığ gibi büyüyerek bu boyutlara ulaşır mıydı?
06.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Kardavi’nin Sünnîlik projesi |
|
İSLÂM dünyasının geleceğiyle ilgili endişe ve ilgisi olan herkesi, Kardavi’nin 25 Eylül 2008 tarihinde Şarku’l Avsat gazetesine yaptığı açıklamaları mutlaka okumaya dâvet ediyorum.
Aksi takdirde, bunu yapmayan veya aynı anlayış üzerinde olmayan yanılma ve yanıltma tehlikesi üzerinde olacaktır. Bu açıdan Kardavi’nin bu tarihî konuşması can alıcı mahiyettedir. Burada, Kardavi, İran ve Şiî yayılmacılığıyla ilgili milim geri adım atmadığını zira konunun şahsıyla değil İslâm ümmetinin geleceğiyle alâkalı olduğunu söylemektedir. Yine aynı bağlamda, İslâm dünyasının geleceği üzerine kafa yoran insanlar, ikinci bir yazı olan ve Fas’lı Cemaatu’l Adl ve’l İhsan grubunun resmî sitesi olan aljamaa.com’da Mevlâyı Tac Said tarafından kaleme alınmış, Fehmi Huveydi’ye cevap olarak yazılmış, ‘Hel Ahtaa eş Şeyh Kardavi/Kardavi gerçekten de yanıldı mı?’ makalesini okusunlar. Elbette bu hususta yazılmış çok sayıda makale daha var. Fakat bu iki makalede Kardavi’nin İslâm dünyasının geleceği ve bu dünyanın onda dokuzunu temsil eden Sünnî dünyasının geleceğiyle ilgili mütekâmil projesini ve tekliflerini bulabilirler. Sünnî dünyanın bir merkez etrafında ayağa kaldırılmadan harici mezheplerin propagandalarının bitmeyeceğini ve etkilerinin engellenemeyeceğini öngörmektedir. İçinde yaşadığımız ve Şiî kutup tarafından pompalanan taifiyye (Muhammed Ebu Zehra bazılarının mezhepçilik fitnesi olarak takdim ettiği adlandırmanın yanlışlığına dikkat çekmekte ve bunun yerine fırkalaşmanın karşılığı olan ‘taifiyyecilik’ ifadesini yeğlemektedir) fitnesinin, fitne-i kübra haline gelmeden ancak Sünnî siyasî merciiyetin ihyasıyla önüne geçilebileceğini öngörmektedir. Sünnî siyasî temsiliyet ve merciiyete ehil olarak birkaç ülkenin ismini de vermektedir: Mısır, Türkiye, Pakistan ve Endonezya. Son yıllarda Türkiye daha fazla öne çıkmış gözükmektedir. Lâkin elbetteki şu anki yapısı itibarıyla kendisinden beklenen temsiliyeti tam olarak gerçekleştirmesi mümkün değildir. Bunun için değişime ihtiyaç vardır. Türkiye bin yıldır İslâm dünyasının küresel merkezidir.
***
Devrimden itibaren İmparatorluk hülyalarına kapılan yeni İran rejimi Şah’ın Farisilik dayanağına Şiiliği de ilâve ederek; ABD’nin de belki dolaylı, muvazaalı ve kimi kasıtsız yardımlarıyla İran yönetimi bugün Sünnî dünyayı kendi evinde sıkıştıracak hâle gelmiştir. Bunun en temel sebebi Sünnî dünyada batılılaşmış kadrolar ve İslâm dışı ideolojilerdir. Bu, yabancı fikirlere karşı direnç zeminini zayıflatmaktadır. İşte Kardavi bu noktada Sünnî dünyada batılılaşma yerine İslâmlaşmanın ikame edilmesi ve bunun sonucu gerçekleşecek eksen kayması sonucu umulan neticelerin sağlanabilineceğine işaret etmektedir. Kardavi bugün Sünnî dünyasını ideolojik olarak değil de stratejik mahiyette Suudi Arabistan’ın temsil ettiğini ve bunun yetmeyeceğini öngörmektedir. Hatta bunun fikrî olarak yanlış bir tercih olduğunu ve referans noktası olarak Suudi Arabistan’ın Sünnî dünyanın maşeri vicdanında yer edinemediğini ve onu temsil edemediğini söylemektedir. Açıkça hem fıkhî hem de bir takım akaidî görüşlerin Sünnî dünya tarafından paylaşılmadığına ve reddedildiğine işaret etmektedir. İsim vermeden de olsa Vehhabiliği kastettiği açıktır. Dolayısıyla Suud-İran zıtlaşması haddizatında zıt ikizlerin veya ifrat ve tefritin kapışmasıdır. Siyasî kazanımlar üzerinden Şiî yayılmacılığın penzehiri, ancak İslâmî referansı esas alması halinde Türkiye gibi ülkeler olabilir. Bu anlamda, İran devrimiyle birlikte yeniden yükselişe geçen dikotomi ve çatallaşma belirtisi ancak Türkiye’nin küresel temsiliyet kabiliyetiyle aşılabilir. İslâm dünyasının geleceği açısından hiç kimse bu gerçeklere kayıtsız kalamaz ve kalmamalıdır.
***
İslâm dünyasının küresel gücü Türkiye’nin ayağa kalkmasıyla, İslâm dünyası ayağa kalkabilir. Aksi takdirde iç çekişmeler arasında kaybolup gider. Bundan dolayı Türkiye tercihlerini bir kez daha İslâm âleminin maslahatı doğrultusunda gözden geçirmelidir. Kardavi, Şiî yayılmacılığında bıçağın kemiğe dayandığını ve bardağın taştığını ifade etmektedir. Şöyle demektedir: “Bugün tanıdığım Mısır, Selâhaddin Eyyübi’den beri tanıdığımız Mısır değildir. Mısır, Mısır olmaktan çıkmıştır. Bir tek Şiî’nin bile olmadığı ülkemde bugün Şiîler tarafından kiralanmış kalemler basında cirit atmaktadır. İran’da Şiîlik bu ülkenin imparatorluk hayallerinin bir aracıdır…” Bundan dolayı birçok Mısırlı yazar Şiîliğin İran’ın millî mezhebi olduğu görüşündedir. Kardavi, Şarku’l Avsat gazetesindeki konuşmasında ülkesi Mısır’ın Şiî yayılmacılığı ve sızmalarına karşı kırılgan hâle geldiğini ifade etmektedir. Şiî yayılmacılığının etkili olduğu ülkeler olarak Mısır, Sudan, Tunus, Cezayir, Fas, Malezya, Nijerya ve Senegal gibi ülkeleri göstermektedir. Hatta konuşmasını şöyle sürdürmektedir: “En kutsal Ramazan ayının son on gününde bunları dile getirdim. Zira artık meseleyi sükûtla geçiştirmek daha büyük gailelere yol açacaktır. Şiî yayılmacılık ve işgal tahammül edilemez noktaya vardı. Şimdi mücamele değil hakikatle yüzleşme vaktidir. Şimdi önlem alınmazsa ileride fitne-i kübraya dönüşebilecek bu mesele yüzünden İslâm âleminde iç kavga ve savaşların yaşanılması kaçınılmazdır. Hilâf konularını ele almak ulemaya mahsustur. Takrib toplantılarında hep şunları söylemişimdir: Sahabilere sebbetme konusunda müsamaha gösterilemez. Bu yapıldığında kutuplaşma kaçınılmazdır. Bir yerde “radiyallahu anh” ifadeleriyle “lânetullahi aleyhim” ifadelerinin cem olması eşyanın tabiatına aykırıdır. Şiî propagandası yapılan yerde takrib ve yakınlaşma ve diyalog sürdürülemez. Çünkü asgarî şartı olan güven kalmaz. Siz üstte mücamele yaparken birileri altınızdaki halıyı çekiyorsa burada derinde kavga zemini var demektir. İslâm adabında bırakın sahabilere küfretmek, normalde rüzgâra, dehre ve horoza bile sövmek yoktur. İran devriminden beri sistematik Şiî propagandası yapılmakta ve bu uğurda milyarlarca dolar harcanmaktadır…”
Bu uyarıları karşısında kendisinden Şiîleşme ile alâkalı belge ve istatistikler takdim etmesinin istendiğini ama bu isteğin saçma olduğunu zira takiyye ile gizlenmenin bir fariza olduğu mezhebin mensuplarından mensubiyetlerini açıklamalarını istemenin abesle iştigal ve kendi kendini kandırmak olacağını hatırlatmaktadır. İslâm dünyasında, anayasasında mezhebini alenen yazan tek ülkenin İran olduğunu hatırlatan Kardavi, Brütüs’lerinin sorulması üzerine şunları söylüyor: “İran ve Hizbullah’ın siyasî zaferlerine meftun olan kimileri bana itiraz etti. Beşer şaşar. Siyasî zaferler uğruna mezhebimizi değiştirecek değiliz. Bizim için Ehl-i sünnetin umum olarak temsil ettiği İslâm’ın ve dinimizin hakikatleri her şeyin fevkindedir. Dinin hakikatleri siyasî mevzulardan çok çok ali ve yüksektir. Zaferler ve hezimetler değişir ama dinî hakikatler hiçbir zaman değişmez. Bundan dolayı Amerikan düşmanlığı ortaklığına dinin ve Ehl-i sünnetin gerçeklerini takas edecek değiliz. Dünya ve ahiret saadetinin medarı olan mezhebin temsil ettiği dinî hakikatler ve değerlerimiz siyasî zaferlerden çok çok fevkindedir. Bunlar siyasî zaferlere kurban edilemez. Yoksa rüzgâr gülüne döneriz. Siyonizm veya ABD zafer kazansa ne yapacağız?...”
Kendisi hakkında bazı avukatların Katar’dan atılması için dâvâ açmaya hazırlandığının ve yaş haddinden dolayı bunaklık belirtileri göstermesi karşısında açıklamalarına hacr ve kısıtlama getirilmesi çağrılarının hatırlatılmasına ise gülüp geçiyor… Humeyni’nin vefat ettiğinde 90’ına merdiven dayadığına ve Hamaney’in de kendisinden pek küçük olmadığına dikkat çekmektedir.
06.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Şehitlere rahmet |
|
Şemdinli’deki Aktütün karakoluna saldıran teröristler, 15 askerimizin şehit olmasına sebep oldu.
Bu haberi duyunca, “Ne yapabilirim?” diye düşündüm ve en önce 15 şehidimiz olmak üzere bütün şehitlerimizin ruhları için bir “Fatiha” okudum. Mevlâm hepsine rahmet etsin ve “ateşin düştüğü ocak”lara da sabır ihsan etsin İnşallah.
Belki bu yaptığımız en kolay olanıdır, ama başka çaremiz de kalmadı. Bu saldırı ilk değil, keşke son olsa. Saldırı sonrası söylenen sözlere, yapılan açıklamalara ve ortaya konulan ‘vaad’lere kulak asmadım. Çünkü bu sözleri ve vaadleri bir değil, bin defa dinledik.
Yanlış anlaşılmasın, bunları ifade ederek kanlı terör olaylarına karşı “çaresiz” olduğumuz akla gelmesin. Çare var, ama ne yazık ki bu çareyi dikkate alan olmuyor. “Dediğim dedik”çiler bildiğini okumaya devam ediyor. “Bataklığı kurutmak” yerine, “sinek”lerle savaşmayı tercih ediyorlar. Yanlıştaki bu ısrar devam ederse, maalesef biz de rahmet okumaya devam ederiz.
“İyi, güzel de çare nedir?” diyenler olabilir. Elbette çare vardır, ama bu bir ‘hap’ değildir. En büyük çare, terör hastalığına, doğru teşhis koymaktır. Yaşananları doğru anlamak, doğru anlatmak ve ‘çare’ olabilecek her teklife açık olmak gerekir. “Kimseyi dinlemem, ben bu konunun ‘uzmanı’yım, bildiğimi yaparım” diye diye bu noktalara gelindiğini görmek gerek.
Aynı karakola, değişik tarihlerde beş ayrı baskın oluyor ve onlarca kişi şehit düşüyorsa en başta bu durumun sorgulanması gerekmez mi? “Bu ve benzeri baskınlarda ‘zaaf’lar var mıdır, nelerdir?” şeklindeki sorular duyulmaz, görülmez ve cevap aranmazsa çareyi bulmakta zorlanırız. Elbette ‘eşkiya’ ile mücadele etmek dünyanın en zor işidir. Bununla birlikte imkânsız da değildir. Millet, gerçekleri bilmek istiyor.
Haberler doğru ise, gündüz gözüyle başlayan saldırı, gece saatlerine kadar sürmüş. Ve bu hadiseyle ilgili ‘haber’ saatler sonrası kamuoyuyla paylaşılmış. 3 Ekim günü öğle saatlerinde başlayan eşkiya saldırısı, 4 Ekim günkü gazetelerde ‘çok kısa bilgi’ olarak yer aldı. (“PKK saldırdı, karşılık verildi” anlamında. [Taraf, 4 Ekim 2008])
Radikal, haklı olarak “Hani oralar BBG eviydi” diye sormuş. Gazeteye göre, 17 Aralık 2007’de dönemin genelkurmay başkanı, ‘Oradaki kamplar artık bizim için BBG evi gibi’ demiş. (Radikal, 5 Ekim 2008) BBG evi gibi, yani “her an oraları izliyoruz, konuştuklarından dahi haberdarız” anlamında...
Hamasetle bir yere varılamadığı artık görülsün. Hiç kimse de şehit cenazelerinden kriz ya da kavga üretmeye çalışmasın. Böyle hadiseleri gördükçe, “Yoksa biri bizi kandırıyor mu?” sorusu akla geliyor. Türkiye’yi idare edenler, hadiselerde ihmali olanlar varsa onları da mutlaka hesaba çekmek durumunda.
Lânet okumak, sağı-solu tehdit etmek, varsa ihmalleri görmemek, bütün kabahati ‘komşu’lara yıkmak çare ise; gece gündüz bunları yapalım. Aradan geçen bunca yıl, çarenin bu olmadığını göstermiş olmalı.
Yoksa, birileri bizi yanıltıyor mu?
06.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Ramazan'ın ardından |
|
Bir Ramazan-ı Şerifi daha geride bıraktık. Cenâb-ı Hak sağlık, afiyet ve huzur içerisinde yenisine erişmeyi cümlemize nasip eylesin. Ve—şayet ömrümüz varsa—bir sonraki Ramazan’a kadar geçecek günlerimizi de Ramazan’ın manevî şuur ve disipliniyle değerlendirmeye bizleri muvaffak kılsın.
Ramazan boyunca takip ettiğiniz gibi, gazetemizin muhteva ve mesajlarını hep bu mübarek ayın güzelliklerini yansıtacak şekilde hazırlamaya gayret ettik.
Lâhika sayfamızın Risale-i Nur’dan iktibaslar sütunu, Ramazan’la, oruçla, zekât ve sadakayla, Kadir Gecesiyle ilgili bahislere tahsis edilirken, sayfada çıkan diğer yazılar da ekseriyet itibarıyla Ramazan muhtevalı oldu.
Fıkıh Günlüğü köşemiz başta olmak üzere makalelelerimizde de her vesileyle Ramazan’ın farklı boyutları işlenmeye çalışıldı.
Hattâ güncel konuların ele alındığı köşe yazılarında dahi, yazılan konuların Ramazan’la bağlantıları kurulmaya çalışıldı.
Bu çerçevede, Doğu ve Batı köşesiyle Avustralya, Mısır, Amerika ve Hollanda mektuplarında, dünyanın farklı köşelerindeki Ramazan manzaralarından kesitler aktarıldı.
Ayrıca, birinci sayfa manşetleri ve haber başlıklarında da Ramazan muhtevalı değişik mesajların verilmesine çalışıldı.
Münderecat ve ilân yoğunluğundan kaynaklanan istisnaî haller dışında ay boyunca iki sayfa halinde yayınladığımız Ramazan sayfalarımız da bu özel muhtevayı perçinlemiş oldu.
Bu gayret ve hassasiyetimizle, okuyucularımızın beklentilerini karşılayabilmiş olduğumuzu ümit ediyoruz.
Gerçi Yeni Asya okuyucularının çok daha mükemmeline lâyık olduğunun farkındayız, bunun şuur ve idraki içindeyiz.
Ama mevcut imkânlarımız şu an için bu kadarına elveriyor. Azımızı çoğa sayıp, daha iyisini ortaya koyabilmenin şartlarını oluşturmaya yönelik gayretlerimizi daha da arttırmamız gerektiğini bu vesileyle tekrar ifade ediyoruz.
Allah yardımcımız olsun.
***
Cüz Cüz Kur’ân
Devam etmekte olan Cüz Cüz Kur’ân kampanyamızın, “Ramazan’ı Yeni Asya ile yaşayın” mesajımızdaki espriye ayrı bir güç ve renk kattığını da hatırlatalım.
***
Gecikme ve aksamalar
Ramazan Bayramını takip eden günlerde, baskı tesislerimizde meydana gelen ârıza sebebiyle, gazeteyi mahallere zamanında ulaştıramadığımız zamanlar oldu. Cumartesi günkü gazetemizi 12 sayfa basmak durumunda kalmamız da aynı sebepten kaynaklandı.
Bu tür gecikme ve aksaklıkların tekrarlanması için çalışmalarımız devam ediyor.
Ancak yıllardır hizmet veren teknik cihaz ve matbaa makinalarımızda “yenileme ve genişletme” ihtiyacının her geçen gün daha da kuvvetli bir şekilde kendisini hissettirdiği ve bunun da yeni kaynaklara bağlı olduğu, bir vâkıa.
Dünyanın ekonomide, evvelce benzeri görülmemiş kriz dalgalarıyla sarsıldığı, bu dalgaların ülkemizi de etkilemesinden korkulduğu ve esasen reel sektörün çoktandır fiilen kriz ortamını yaşamakta olduğu hayli sıkıntılı bir süreçten geçtiğimiz mâlûm.
Kurulduğu günden bu yana hiçbir zaman geniş imkânlara sahip olmayan ve “kendi yağıyla kavrularak” bugünlere ulaşan Yeni Asya’nın, böylesi ortamlardan en çok etkilenen müesseselerden biri olduğu da.
Ama şunu unutmayalım:
Biz bu çeşit sıkıntıları hep aynı yöntemle aştık: Daha fazla hizmet üreterek...
Şimdi de yapmamız gereken şey bu:
Hizmetimize daha fazla sahip çıkalım.
Ödemelerimizi kesinlikle aksatmayalım ve geciktirmeyelim.
Bu sıkıntılı dönemi de elbirliğiyle aşalım.
06.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|