Günlük hayatın rutin akışı içerisinde bazan sıradan gibi görünen öyle hadiseler cereyan ediyor ki, insanı bir anda en hassas yerinden yakalayıp silkeliyor ve sarsıyor.
Geçen gün şahit olduğumuz “kaza” gibi:
Her sabah olduğu üzere o gün de bizi gazeteye götürecek olan servis aracına yetişmek üzere, Yavuz Selim Camiini Çarşamba’ya bağlayan, sol tarafında Çukurbostan’ın bulunduğu yolda yürürken, seyir halindeki bir otomobilin önüne bir anda bir yavru kedinin atılıverdiğini gördük.
Sonrası çok hazin: Sevimli kedicik, kaşla göz arasında, saniyelerle ölçülebilecek bir zaman kesitinde, tekerin altında kaldı. Tekerlek dönmeye devam ederken yana fırlayan minicik bedeni, kendisini yerden yere atarak çırpınmaya başladı. Sonra çırpınış bitti ve bir hayat söndü.
Gördüklerimiz, üç-beş saniyelik acıklı bir film gibiydi, ama bire bir ve yüzde yüz gerçekti. Daha biraz önce olanca sevimliliğiyle koşturan kedicik, tekerleğin ezdiği bedeniyle can çekişiyordu.
Bu satırları okuyanlar içinde, çatışmalarda, trafik veya iş kazalarında ya da ansızın hiç beklenmedik sebeplerle geliveren sarsıcı insan ölümlerine şahit olup da, “Ne var yani, alt tarafı bir kedi ölmüş, bunu bu kadar mevzu etmenin âlemi var mı?” diyecekler çıkar mı, bilmiyoruz.
Ama her güz mevsiminde renk renk çiçeklerin, çeşit çeşit bitki ve ağaçların, böceklerin, sineklerin, kelebeklerin... vefatına bakıp hüzünlenen, şeriatın “Bilerek karıncaya dahi ayak basmayınız” diye emrettiğini hatırlatan ve talebelerinden biri kertenkele öldürdüğünde “Onun canını sen mi verdin?” diye hesaba çeken bir şefkat sultanından ders alanlar, bizi iyi anlarlar.
Kediciğin beklenmedik ölümü, herşeyden önce, “Her canlı ölümü tadacaktır” ilâhî fermanında ve “El mevtü hakkun: Ölüm gerçektir” nebevî ikazında ifadesini bulan, hayatımızın en büyük hakikatini bir kez daha önümüze koyuyor.
Bu ölümün ansızın gelmesi ise, yeni ve çok ibretli örneklerinden birini, geçtiğimiz haftalarda tatil için gittikleri Edremit’te sel sularına kapılarak hayatını kaybeden zengin işadamı ve çocuklarının vefatında gördüğümüz diğer bütün âni ölümler gibi, şu gerçeğe dikkatimizi çekiyor:
“Kat’iyen bil ki; hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu (içindekiler), o dakikada ademdir, hiçtir. Demek, güvendiğin hayat-ı maddiye yalnız bir dakikadır; hattâ bir kısım ehl-i tetkik, ‘Bir âşiredir, belki bir ân-ı seyyâledir’ demişler.” (Sözler, s. 436)
“Âşire” kelimesi, sâniye ile başlayıp sâlise, râbia, hâmise... diye devam eden ve her biri bir önceki kademenin altmışta birini ifade eden zaman birimlerinin onuncu basamağında, dakikanın trilyonlara bölünmüş kesitine tekabül ediyor.
“Ân-ı seyyâle” tabiri ise, bizim algılayamadığımız bir zaman boyutunu ifade eden bu birimin de ötesinde bir anlam içeriyor. Ve hayatın, öncesi yaşandığı ve geride kaldığı, sonrası da erişip erişemeyeceğimiz meçhul olduğu için elimizde bulunmayan bir “ân-ı seyyâle”den ibaret olduğu gerçeğini bize en iyi hatırlatan uyarıcı, ölüm.
Onun için, bu dünyaya kazık çakıp ebedî yaşayacakmışız gibi bir yanılgıya kendimizi kaptırıp, ne kadar takdir edildiğini bilemediğimiz ömür sermayemizi boş işlerle, anlamsız kavga ve sürtüşmelerle çarçur edersek, maazallah, telâfisi gayri mümkün bir ziyana uğrayanlardan oluruz.
Yegâne kurtuluş vesilesi olan ihlâsı kazanıp muhafaza etmenin en müessir bir sebebinin “rabıta-i mevt,” yani ölümü ve dünyanın fâni olduğu gerçeğini her an hatırda tutmak olduğuna dair ikaz ve ihtar boşuna değil. (Lem’alar, s. 167)
Ölümü unutmak ve kendisine isabet etmeyecekmiş gibi davranmak, ihlâsı kırıp imanı zedeleyerek insanı yoldan çıkaran en önemli sebep.
Allah bu gafletten hepimizi muhafaza eylesin.
16.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|