“Değiştirilemezlik” dogması
Meclis’te 411 milletvekilinin oyu ile gerçekleşen son Anayasa değişikliğinin iptali ve AK Parti’nin boynuna “Başörtüsü sebebiyle laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” yaftasının yapıştırılması, ve burada gerekçe olarak, “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek” maddeler devreye sürülmesi, toplumun önüne “Ne bu değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeler?” sorusunun çıkmasını kaçınılmaz hale getirdi.
Evet ne?
Bu daha ilk soru. Ardından sorular sökün ediyor:
-Bunları kim vaz’ etti?
-Vaz’ edenler böyle kıyamete kadar geçerli madde empozesini hangi meşruiyete dayanarak yaptı?
-Bu, dini bir kural mı?
-Laiklik, devlet düzeninin akıl ve bilime dayandırılmasını öngörüyor. Din kaynaklı bütün yasal düzenleme girişimleri karşısında yargı kurumlarımız, “dinin değişmez hükümleri karşısında akıl ve bilimin ürettiği yasaların değişebilirliği”ni, bir erdem olarak sunuyorlar. Peki, bizim “değişmezlerimiz”in arkasındaki bilim ve akıl nerede ve bunların nas’laşması nasıl önleniyor? Ya da bunların nas’laşması nasıl kabul görüyor?
-Dini kurallarda evet naslar var, bunların vaz’ını Yaratan yapıyor, Peygamberler ve bilginler ise o nasları yorumlamaya çalışıyorlar. Nasların değişmezliğinin mantığı, Yaratan’ın, yarattığı varlık ve varlıklarla ilgili olarak her şeyi, geçmişi ve geleceği ile bildiği inancına dayanıyor. Peki, insanların koyduğu değişmezlerin mantığı insanın hangi ezeli - ebedi bilgisine dayanıyor?
-Ayrıca, dini naslarda bile, zaman içinde yorum farklılığının olabileceği kabul edilmiştir. Oysa, bizim anayasamızda yer alan ve, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek “naslar” için, ardında ilahi bir meşruiyet gerekçesi olmamasına rağmen, “yorumlar”da bile, Anayasa Mahkemesi yorumu, kutsiyet kesinliği ile ortaya konuyor. Bunlar “kutsal ötesi kutsal metinler”, AYM de, bu kutsal metinlerin “yanılmaz müfessirler”i niteliğinde mi? İşte bu sorular...
Bunlar gelecek. Bu iletişim çağında bunların sorulması önlenemez. Böyle olunca da, Anayasa’nın kutsanmış başlangıç ilkeleri, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyenleri ve 174’üncü maddenin koruma zırhına büründürülmüş olan devrim kanunları, tartışılmaktan azade kalamayacaklar. “En doğruyu falancalar biliyordu” sözünün günümüz insanı için hiçbir bağlayıcılığı yok...
Birçok şeyi, çocukların babalarından daha iyi bildiği bir zamanı yaşıyoruz. Başka söze ne hacet! Burada, bir sistemin üstün kabul ettiği değerlerin bulunmasını tabii görmek gerektiğinin altını çizelim. Şu veya bu ülke, “biz sistemimiz açısından şu ilkeleri en tepeye koyuyoruz” diyebilir. Bu ilkeler, insanın hilkatten getirdiği özle alakalı da bulunabilir. Bunu yapan insanların, o ülkenin tarihinde çok belirleyici fonksiyonlar üstlenmiş olmaları da önemlidir.
Ama, bunlar bile, en azından bu ilkelerin yorumlarının ebedi olmadığını, zamana ve zemine göre değişebilirliğini ortadan kaldırmamalıdır.
Ayrıca ilke olarak, insani her öngörünün, zaman içinde farklı boyutlar kazanabilmesinin kapısını aralık tutmak lazımdır. Cumhuriyet’in kurulduğu 1923’ten bu zamana, 85 yıllık süre geçmiş, bu sürede akıl almaz değişimler olmuş, bizde sistemi kuranlar, bugüne ışınlanabilselerdi, herhalde olan biten karşısında büyük şaşkınlık yaşarlardı. Bunlar, aslında herkesin doğruluğunu kolayca teslim edecekleri hususlar.
Ama, nedense tabulaştırma eyleminin de arkası gelmiyor. Burada insan ister istemez, sistem kurucularının otokritik yetkilerinin bugünküler tarafından istismarı gibi bir hususu düşünüyor. Sistem kurucular yukardan aşağı toplum inşasını hak olarak görmüşlerdi. Bu, toplumla eşit bir ilişki değildi.
Bugünküler de, demokratik süreçte gelinen noktaya bakarak toplumla eşit ilişki yerine tepeden inmeci bir vesayet ilişkisini, bir tür iktidar kullanımı olarak görüyorlar. Ama bunu sürdürmek kolay, hatta mümkün değil. Asla mümkün değil. Böyle bir dayatma, en katı kuralları ve en keskin otoriteleri bile sorgulamaya açacaktır. Herkes bunu böyle bilmeli.
Ahmet Taşgetiren / Bugün, 15.11.2008
|
16.11.2008
|
|
1930’lar mümkün mü?
CHP yönetiminin önde gelen isimlerinden Sayın Mustafa Öztürk ile kızı, akademisyen Esra Öztürk’ün görüşleri, adeta Türkiye’deki değişimin simgeleridir.
Hemen her ailede böyle farklılıklar yaşanıyor.
Esra Öztürk, fevkalade değerli “Modernlik Nostaljisi” adlı akademik eserinde, Atatürk dönemine ilişkin ‘Kemalist’ algılamaları anlatıyor. Bu algılamalardan biri şöyle:
“Atatürk döneminde tek çatlak ses yoktu. Herkes onun izindeydi!”
Gerçekten farklı bir ses yoktu. Milli devletlerin oluşması sürecinde dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi bizde de Atatürk’ün deyimiyle “ırken ve kültürce türdeş ve birleşik” bir toplum amaçlanmış, buna uymayan “çatlak sesler”, kimlikler ve görüşler bastırılmıştı.
“Takrir-i Sükûn” bunun çok sert ve çok acılı bir uygulama örneğiydi.
Bugünkü Türkiye’de bu mümkün mü?!
Dip dalgaları
Bugün eğitim ve şehirleşme gibi dinamikler, dün bastırdığımız “çatlak sesler”in ortaya çıkmasına yol açıyor: Sünni ve Alevi inançlar artık 1930’lardaki gibi “vicdanlarda” kalmıyor, talepleri var!
Bırakın 1930’lardaki “brakisefal Alpin Türk ırkı” söylemini, artık “Kürt realitesi” terörle birlikte en büyük sorunumuzdur!
Ve artık bırakın “Takrir-i Sükûn”a dönmeyi, “Atatürk’ün partisi” de OHAL’den bile bahsetmiyor.
Akademik tarihçilik ve sosyal bilimler geliştikçe, Esra Özyürek örneğinde gördüğümüz gibi, eleştirel araştırmalar da gelişiyor.
Böyle bir dönemde 1930’lar mümkün mü?
Artık 1930’ların metot ve anlayışlarıyla çözemeyeceğimiz iki dev sorun var Türkiye’nin karşısında:
- Toplum içinde itikadi ve bilhassa etnik gerilimlerin kitlevi çatışmalara dönüşmesine meydan vermemek için karşılıklı hoşgörü anlayışının oluşturulması... Bir bakıma ‘türdeş’ten ‘çoğulculuğa’ geçiş sürecinin gerilimleri.
- ‘Türdeş toplum’ esasına göre yapılanmış cumhuriyetin, temel esaslarını koruyarak bu çoğulculuğu benimsemesini, bunun gerektirdiği demokratikleşme sürecinin gerilimleri...
Sihirli formül yok
Hem kendi içinde farklılıkları ortaya çıkan toplumu barış içinde sürdürebilmek... Hem toplumsal farklılıklarla devlet arasında barışıklık sağlamak!..
Hem içimize sindirmek, hem reformlarını yapmak!
Dev bir iş! Hazır formülü de yok.
En zor, en ‘patlayıcı’ sorun, Kürt meselesidir. Çözüm sürecinde en büyük engel terördür!
Beri yanda, bu çağda Kürtçe bayram afişlerini bile yasaklamak, ülke bütünlüğüne hizmet etmiyor, terörizmin tabanındaki etnik milliyetçi radikalizmi körüklüyor!
Cemevlerini ibadethane saymak için büyük reformlara gerek yok; bu kadar kolay bir adımı bile atmamak hangi akla hizmettir?!
Yine bir sosyal sorun olan türban yasağı kitleleri dışlamaktan, rencide etmekten başka hangi akla hizmettir?
Bu tür, dün bastırılmış, bugün dışa vurmuş sorunları dünün değil, bugünün anlayışlarıyla çözebiliriz.
Büyük, köklü, devrimci, kesip atan formüller bu tür karmaşık sorunları çözmez, büsbütün azdırır!
Mutlaka hoşgörü, sağduyu ve empati değerleriyle hareket ederek, aşırılıklardan sakınarak çözümlerin oluşmasına herkes özen göstermelidir.
Aksi halde?.. Düşünmek bile insana dehşet veriyor.
Taha Akyol
Milliyet, 15.11.2008
|
16.11.2008
|