Erbakan “Yaşasaydı partimizde olurdu” diyerek Atatürk’e sahip çıkıyor ve tek parti devri icraatlarına yönelik eleştirilerini İnönü dönemiyle sınırlayıp, 1938 öncesine bir itirazları bulunmadığını açıkça söylüyordu.
Şimdi bu çizgiyi, Türkiye Cumhuriyetinin bir ve iki numaralı koltuklarında oturan millî görüş kökenli iki isim, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan devam ettiriyor.
Gül, 10 Kasım mesajında, “Atatürk’ün öncülüğünde hayata geçirilen inkılâp ve reformlar, demokratik, modern, hür ve müreffeh Türkiye’nin temellerini attı” iddiasında bulunuyor.
Erdoğan da “Cumhuriyetin temelini oluşturduğu”nu öne sürdüğü Atatürk devrimlerini hayata geçiren kurumun TBMM olduğunu; Atatürk ilke ve inkılâplarının Meclis ve bütün Türk milleti tarafından korunacağını ifade ediyor.
Ve “Söz ve icraatları ortaya koymaktadır ki, Atatürk, devrimleri ve yeni düzeni millete emanet etmeden yaşatmanın mümkün olmadığına güçlü bir şekilde inanmış; bu sebeple yeni siyasî, hukukî ve toplumsal düzeni millete dayatmayı değil, millete benimsetmeyi amaçlamıştır” diyor.
Ne var ki, tarihî gerçekler tersini söylüyor.
Can Dündar’ın “Mustafa”sında da aktarılan ve gençlik döneminde kaydettiği sözlerinden birindeki “Elime imkân geçse Fransa’daki gibi bir coup, yani darbeyle toplumsal hayatı değiştiririm” yaklaşımını, o imkânı bulup iktidarı eline geçirdiği an derhal uygulamaya aksettirmiş.
Baykal’ın da yakınlarda “Hangi devrim halka sorularak yapıldı?” sorusuyla dile getirdiği gibi, bütün devrimlerini “darbe” yöntemiyle gerçekleştirmiş. Çankaya sofralarından birinde kararını verdiği “cumhuriyet”i bile bu yolla ilân etmiş.
(Cumhuriyetin 85 sene sonra dahi “cumhursuzluk” sorununu aşamayışında, daha yolun başında izlenen bu tepeden inmeci yöntemin, akabinde cumhuriyet adı altında bir tek parti diktası kurulmasının ve sürecin sonraki aşamalarında da cumhuriyetle demokrasi ve millî irade kavramlarının bir türlü imtizac ettirilemeyişinin çok büyük payı olduğu gözardı edilebilir mi?)
Yine o dönemde kimi devrimler, Meclis kürsüsünden yapılan “İhtimal ki bazı kafalar kesilecektir” tehditlerinin eşliğinde gerçekleştirilmiş.
Başlangıçta asker kaçaklarını cezalandırmak için kurulan istiklâl mahkemeleri, devrimlerin yapılış sürecinde “devrim mahkemeleri”ne dönüştürülmüş ve zaman zaman en sıradan eleştiriler dahi “inkılâba muhalefet ve direniş” olarak damgalanıp en ağır cezalara çarptırılabilmiş.
Bu hengâmede, Erzurumlu Şalcı Bacı hadisesinde olduğu gibi, kadınların dahi şapka kanununa muhalefetten suçlu bulunup mahkûm edilerek darağacına çekilebildiği ya da Erdoğan’ın köyünün bulunduğu bölgede koca bir sahil kasabasının Hamidiye zırhlısı tarafından top ateşine tutulabildiği çok acı örnekler yaşanmış.
Kur’ân başta olmak üzere İslâm harfleriyle yazılan kitaplar köşe bucak saklanmış; çocuklara Kur’ân öğretmek suç sayılmış; camiler bir dönem ot deposu olarak kullanılmış; yıllarca tek bir dinî eser neşrine izin verilmemiş; Bediüzzaman ve talebeleri başta olmak üzere dinî hizmet için ortaya çıkma “cür’et”inde bulunanlar amansız takip ve tazyiklere maruz bırakılmış.
Ve daha neler neler... Hangi birini sayalım?
Bunların canlı şahitleri, sayıları giderek azalsa dahi, içimizde hâlâ var. Ama sormaya kalksanız, çoğu korku dolu gözlerle etrafına bakınarak, konuşmaktan çekinir. Çünkü çocukluk veya ilk gençlik döneminde yakalandığı o dehşetli devirde hüküm süren korku atmosferi öylesine içine işlemiştir ki, aradan 70-80 sene geçmiş olmasına rağmen hâlâ o psikolojiden çıkamamıştır.
İşte Erbakan’la talebeleri Gül ve Erdoğan’ın eleştirmek bir yana hararetle sahiplenip yücelttikleri 30’lu yıllarla ilgili tarihî gerçekler böyle.
Prof. Dr. Şerif Mardin “AKP iktidarı Kemalizmin başarısıdır” derken boşuna konuşmuyor...
14.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|