İki arkadaş birbirleri arasında konuşuyorlardı. Sohbetin derin bir anında mesele neoislâmcılar ile neokemalistlerin reflekslerine geldi. Birisi diğerine şu soruyu sormaktan kendini alamadı: “İkisi arasında ne fark var?” Muhatabı şöyle cevap verdi: “Taraflardan birisi besbelli Mustafa Kemal’i daha çok, diğeri daha az seviyor olmalı” dedi. Bunun üzerine beriki daha da heyecanlandı ve meraklandı ve hangisinin daha çok, hangisinin daha az sevdiğini sordu gayr-i ihtiyarî. İçinden de elbette neokemalistler Mustafa Kemal’i kan uyuşmazlığı sebebiyle öteki taraftan daha fazla sever diye geçiriyordu. Muhatap bu defa hiç beklemediği ve şaşırtıcı bir cevap verdi. “Neoislâmcılar Mustafa Kemal’i neokemalistlerden daha ziyade severler.” Öteki ‘hoppala’ dedi... İşte Can Dündar’ın başına gelenler. Adamı neredeyse tefe koyuyorlar, linç ediyorlar. Eski tüfekler veya tutucu ve radikal Kemalistler adamı neredeyse toplu infaz edecekler. Nitekim Prof. Dr. Ahmet Ercan ve Prof. Dr. Orhan Kural, Şişli Adliyesi’ne gelerek, Can Dündar ve filmi “Mustafa” hakkında suç duyurusunda bulundular. Prof. Ercan’a göre, “Film, cumhuriyet değerleri ve Atatürk’ün saygınlığına saldırıyor. Zarar veriyor. Bunların aşındırılmasına izin vermeyiz..” Bilindiği gibi, bazı çevreler aynen başörtüsünün serbestisinin de cumhuriyetin değişmez ilkelerine ters düştüğünü ve bunun için kamusal alanda ebedî olarak yasak kalması gerektiğini savunuyorlar. Değiştirilmesi teklif edilemez maddeler veya yasaklar arasına bunu da alıyorlar. Çevreci çıkışlarından tanıdığımız ve Ahmet Yüter’in camisinde bu hususla alâkalı vazu irşadda da bulunan Orhan Kural ise, filmin gösterimden kaldırılması gerektiğini savunuyor. Sarıgül de bu koroya katılarak filmin Mustafa Kemal’i negatif, olumsuz gösterdiğini ve tezyif ettiğini ileri sürüyor... Sabih Kanadoğlu anayasa meselelerinden sonra bu işe de el attı ve kaynağını söylemese de filmin sipariş bir film olduğunu iddia etti. Peki siparişin kim veya kimler tarafından yapıldığını niye söylemiyor? Kendisi de bilir: İspat iddia makamına aittir. Ama bazıları ispata gerek de duymadan bu filmin arkasında ABD, AB ve Arap zihniyeti veya sermayesi olduğunu söylüyor.
***
Aslında bu film bir devrin sonu. Klâsik Kemalistler bu devrin hiç bitmesini istemiyorlar. Sonsuza kadar yaşamasından yanalar. Bundan dolayı 28 Şubat sürecinin bin yıl süreceğini söylemişlerdi. Pozitivist ve tekilci ve tekelci (her anlamda ünitarist) devrenin sonuna gelindiği için, Kemalist çekirdekte de parçalanma oldu. Şimdi, bundan dolayı kıyameti kopartıyorlar. Bu parçalanmadan sonra iki kanat zuhur etti. Klâsik ve modernist Kemalistler; post modernist neokemalistler. İsrail’deki revizyonist tarihçiler gibi, Can Dündar da yeni versiyonu temsil ediyor. Diğerlerinin ona öfkesi de bundan. Türk modernizm hareketi, Kemalizm evresine kadar düalist bir yapıda ve çizgide ilerliyordu. İkircikli bir yapıdaydı. Türk modernizmi de öteki modernizmler gibi Fransız Devrimi ve Aydınlanma gibi dönemlerden etkilenmişti. Bu düalizmin iki ayağı ve kanadı vardı. Birisi pozitivizm, diğeri de ona refleks olarak gelişen İslâmcılık. Kemalist inkılâplar pozitivizmin zaferiydi. Ve Fukuyama gibi klâsik Kemalistler bunu tarihin sonu olarak algılamış ve ilân etmişlerdi. Oysa ki, meselâ ABD’de Obama ile birlikte tarihin dönüşü ve dönüşümü yaşanıyor. Nitekim, bunu Neocon zümreden Robert Kagan itiraf etmiştir. Tarihin Sonu kitabına nazire olarak Tarihin Dönüşünü telif etmiştir. Türkiye’de yaşanan da bundan farksızdır. Tarih pozitivizmin gündönümünü yaşıyor. Bu arada onun temsilcisi de Can Dündar’ın “Mustafa” filmiyle yanılmazlık payesi yerine yanılabilirlik payesiyle tasvir ediliyor. Din yerine pozitivizmi ikame edenler, buna tahammül edemiyor ve dayanamıyorlar. Bütün mesele budur. Eskiden peygamberlere ‘yanılmazlık’ atfedilirdi, pozitivizm çıkalı beri bu paye pozitivist öncülerine veriliyor.
***
Osmanlı’nın son döneminde buna dair çarpıcı bir misâlde; Mac Farlane dâvet edildiği bir toplantıda gördüklerini şöyle anlatır: “Doktorlara ve Türk asistanlara ayrılan mükemmel döşenmiş bir salona dâvet edilmiştim. Kanepenin üzerinde bir kitap vardı. Alıp baktım. Bu da Baron d’Holbach’ın dinsizlik kitabı olan ‘Systéme de la Nature’un en son Paris baskısı idi. Kitabın çok okunmakta olduğunu sayfalarından birçok parçalarının işaretlenmiş olmasından anladım. Bu parçalar özellikle de yaratıcının varlığına inanmanın saçmalığını, ruhun ölmezliği inancının imkânsızlığını matematikte gösteren parçalardı. Kitabı yerine koyarken Türk tabiplerden biri yanıma geldi. Fransızca olarak şunları söyledi: “C’est un grand ouvrage! C’est un grand philosophe! İl a taojours raison” (Bu büyük bir eserdir. Bu büyük bir filozoftur. O daima haklıdır)...” Dolayısıyla kadim pozitivistlerin d’Holbach’la ilgili ‘yanılmazlık’ algısı klâsik Kemalistler için de geçerlidir. Mac Farlane’ın tabiriyle o daima haklıdır. Can Dündar’a ise bu yanılmazlığı yıkmaya çalıştığı için kızıyorlar.
Bunlar, nasıl olursa olsun, kesin inançlılığı temsil ediyor. Dinin yerine felsefe veya bilimi koyuyorlar. Celal Şengör gibi... Peki nerede Descartes’ın pozitif şüphe nazariyesi? Öyleyse pozitivizm gerçekte pozitif olana karşı ve aykırı bir hâldir. Bu bağlamda neokemalistler pozitivizmde bir kırılma noktasını temsil ederken, neoislâmcılar ise dinî ve İslâmî değerlerdeki bir kırılmayı temsil ediyorlar.
Not: Dünkü yazıda geçen: “Erol Mütercimler asıl gayesinin gök iktidarını yere indirmek olduğunu söylemesine rağmen yine de Mustafa Kemal’i ‘din aleyhtarı’ göstermemekten dolayı paylıyor” cümlesindeki ‘din aleyhtarı’ ifadesi ‘din lehtarı’ olacaktı, düzeltir özür dileriz.
14.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|