Milletin durumuna bakılarak ifade edilecekse, Türkiye elbette ki bir İslâm ülkesidir. Zira, halkın yüzde doksan dokuzu Müslümandır. Ayrıca, Türkiye İslâm Konferansı Teşkilâtı üyesidir, hatta şu dönem itibariyle teşkilâtın başkanlığını deruhte ediyor.
Buna rağmen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yine de bir "İslâm devleti" değildir. Yani, resmî sıfatı ve kànunî mevzuatları itibariyle değildir.
1924 Anayasasının ikinci maddesinde gerçi "Türkiye devletinin dini, din–i İslâmdır" hükmü yer alıyordu.
Ne var ki, bu hüküm bütünüyle muattal bırakıldı ve hiç icra edilmedi. 1927'de ise, bu ibare anayasa metninden de çıkarılıp atıldı.
On yıl müddetle "din hanesi" boş bırakılan anayasa metnine, 1937'de din hanesi yerine "laiklik" prensibi konularak, aslında resmî dinin artık "İslâm dini" olmadığı mânâsı resmen ilân edilmiş oldu.
Son yetmiş yıllık durum bu merkezde iken, bazıları ise tutturmuş hâlâ "Sünnî devlet"ten söz ediyor. Bunlardan biri de KanalD anahaber sunucusu ve Posta gazetesi yazarı M. Ali Birand'dır.
12 Kasım 2008 tarihli yazısında Alevileri "Türkiye'nin zencileri" şeklinde tanımlayan Birand, konuya aynen şu ifadelerle giriyor: "Türk toplumunda, gereken ilgiyi görmeyen, çok önemli bir konumda bulunmalarına rağmen beklentileri karşılanamayan kesimlerden biri de Alevilerdir. Devlet bugüne kadar beklentileri karşılamadı. Neden acaba? Sünnî Devlet, Alevileri kendine tehdit olarak mı görüyor?"
Allah aşkına, şimdi tutup bu yazının neresini düzelteceksiniz? Sakat ve çarpık bir mantıkla başlayan böyle bir yazının devamını hiç kaale almaya değer mi?
Bir kere "resmî devletin dini" diye bir şey var mı ki, mezhebi olsun?
Alevilere şirinlik olsun diye lafazanlık yapmanın, bizce ne bir faydası var, ne de kıymeti.
Son Peygamber (asm)
Bu haftaki "Abbas Güçlü ile Genç Bakış" programını (KanalD) seyreden bazı okuyucularımız, bir akademisyenin çok fahiş açıklamalarda bulunduğunu iletiyorlar.
Programa konuk olarak katılan ve daha çok Atatürk Araştırmalarıyla (bu merkezin eski başkanı) ünlenen Prof. Dr. Mehmet Saray, özetle şu mânâda bazı sözler sarf etmiş: "Tamam, biz Müslümanız, Hz. Peygamber'e inanırız. Ancak. Atatürk de Türk milleti için bir nevi peygamberdir." (Haşa ve kellâ! İman ederiz ki, son peygamber Hz. Muhammed Aleyhissalatü Vesselâmdır.)
Biz sayın Saray'ı böyle bilmiyorduk. Eğer öyle ise, çok büyük, hatta affedilmez derecede büyük hata etmiş.
Zira, "Mustafa" filminde ve yapımcı Dündar'ın röportajlarında da açıkça görüldüğü gibi, M. Kemal din gerçeğini hayattan tamamıyla silme idealini gütmüş. "İktidarı gökten yeryüzüne indirmek"ten söz etmiş, hatta semavî kitapları da birer "dogma" şeklinde nitelemiş. (Hürriyet, 10 Kasım 2008)
O halde, nasıl olur da, bir akademisyen çıkıp bu gerçeğin tam zıddı yönde fikir izharında bulunabilir.
Geçmişte, evet bu türden abukluklar vaki olmuştur. Meselâ, kimi "Atatürk Mevlidi" yazmış, kimi onu peygamber, kimi de onu "Türk'ün İlâhı" diye takdim etmeye yeltenmiştir. Hatta, bazıları da "Kâbe Arab'ın olsun, bize Çankaya yeter" diye zırvalar türetmiştir. (B.K. Çağlar, Moiz Kohen, Edip Ayel gibiler...)
Fakat, bu tür akıl ve bilim dışı, gerçek dışı telakkilerin, zihinleri bulandıran süprüntülerin çok gerilerde kaldığını zannediyorduk. Demek ki, zaman zaman nüksediyormuş yine de...
Bu marazın özellikle Prof. Saray'ın diline nüksetmesini yadırgadığımızı ifade etmek istiyoruz.
Son cihad fetvâsı "ekber" miydi?
Osmanlı'nın Birinci Dünya Harbine girmesi, birtakım emrivâkiler neticesi oldu. Devlet ve millet, bir anda kendini bu fecî savaşın ortasında buldu.
Tuhaflığa bakın ki, meselenin hükümete intikali ve bakanlar kurulunun gündemine gelmesi, birkaç cephede fiilî savaş başladıktan sonra ancak mümkün olabilmiştir.
İttihatçı çığırtkanların baskısı sonucu, kabine savaş kararını almak zorunda kaldı. Karara itiraz eden bazı bakanlar görevlerinden istifa etti... Bu arada, Evkaf Nazırlığına da vekâlet eden Şeyhülislâm Ürgüplü Hayri Efendi, bütün Müslümanları savaşmaya dâvet eden bir fetva hazırladı.
14 Kasım 1914'te Fatih Camii meydanında toplanan asker ve ahaliye hitaben okunan bu fetva metninde, Müslümanlar mal ve canlarıyla cihad etmeye davet edilirken, bilhassa İngiltere, Fransa, Rusya, Sırbistan ve Karadağ'da yaşayan Müslümanlar, esaretleri altında bulundukları yönetimlere karşı isyana teşvik ediliyordu. Bunun yanı sıra, Müslümanların müttefik devletlerden Almanya ve Avusturya'ya zarar verecek davranışlardan uzak durmaları isteniyordu. Son olarak da, bu fetvâya uymayanların ağır vebâl ve günah işlemiş olacağı ihtarında bulunuluyordu.
Pek işe yaramayan ve ağır şartlar gereği makes bulmayan bu cihad fetvâsını, İttihatçı bozuntuları gazetelerden "Cihad–ı Ekber" ismiyle yaydılar ve öyle de propaganda yaptılar.
Oysa, fetvâ metninde "Cihad–Ekber" tâbiri hiç yer almıyordu. Ancak, bu fetvâ şiddetli propagandanın etkisiyle, tarihî kaynakların çoğunda bu haliyle kayıtlara geçti ve maalesef halen de pekçok kimse tarafından bunun "Cihad–Ekber" olduğu zannediliyor. Yanlıştır.
(Bkz: O günleri yaşayan ve hadiselere bizzat şahit olan gazeteci–yazar İ. Hami Danişmend'in İ. Osmanlı Tarihi Kronolojisi–IV, s. 419.)
14.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|