Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül, geçen hafta sonu Brüksel'de skandal niteliğinde öyle sözler sarf etti ki, aradan yüz sene geçse, lekesi yine de geçmeyecek, silinemeyecek cinsten...
Bakan Gönül, Brüksel'de Türkiye Büyükelçiliğindeki Atatürk'ü anma töreninde (10 Kasım) yaptığı konuşmada özetle şunları söyledi: "Eğer Ege’de Rumlar yaşamaya devam etseydi, Türkiye’nin pek çok yerinde de Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı ulus devlet, aynı millî devlet olabilir miydik?"
İşte bu sözlerin, tarihe mal olan, ancak unutulmayan ve tesirleri, yankıları günümüzde dahi devam eden dram yüklü, trajedi yüklü bir–iki değil, birkaç hadise ile doğrudan bir bağlantısı vardır.
Buyrun, o hadiselerin şöyle kısacık bir çetelesine bakalım:
BİR: 1915'te dönemin İçişleri Bakanı Talat Paşanın dayatması ile çıkartılan "Tehcir Kànunu."
Bu kànunla bağlantılı belgelere bakıldığında, sağlık, güvenlik, iaşe, ibate gibi her türlü insanî tedbir alınmış, yani herşey yolunda, herşey tas–tamam gibi görünüyor.
Ne var ki, uygulama safhası hiç de öyle değil. Taşnak ve Hınçak gibi silâhlı çetelerin sergilemiş olduğu vahşet tabloları bahane edilerek, çoğu mâsum yüz binlerce Ermeni vatandaş yerinden, yurdundan edilerek âdeta "ölüm göçü"ne zorlandı.
Bu gayr–i insanî muamele esnasında yaşanan kanlı kargaşa sebebiyle, yine yüz binlerce Ermeni ve Müslümanın kanı döküldü, can ve malları telef oldu, hatta yer yer nâmusları lekelendi.
Neticede, asırlardır birlikte huzur içinde yaşayan bu unsurlar, birbirine düşman kesildi. Aralarındaki barış, hâlâ sağlanabilmiş değil. Dahası, diplomaside bugün bile Türkiye'nin başını ağrıtan en ciddî meselelerden biridir.
Ne hayrettir ki, Savunma Bakanımız ortaya çıkıp bu derin yarayı deşercesine, hatta üzerine tuz basarcasına konuşabiliyor.
İKİ: Yine Talat Paşanın dayatması ile 1914'te çıkartılan, ancak 1916'da tatbikat sahasına konulan "İskân–ı Aşair ve Mühacirîn Kànunu."
Bu kànun da, 1913–1914 yıllarında yaşanan Bitlis'teki Şeyh Selim ve Kuzey Irak'taki Şeyh Abdüsselâm hadisesi bahane edilerek hazırlandı. Tıpkı, 1925'te Şeyh Said hadisesi sebebiyle çıkartılan "Takrir–i SükûnKànunu" gibi...
"Kürt nüfusunu ehlileştirmek, medenileştirmek" maksadıyla çıkarıldığı ifade edilen bu kànuna dayanılarak, yaklaşık 650 bin vatandaş yine yerinden yurdundan edilerek özellikle Garbî Anadolu'ya sevk edilir. (Bkz: Celâdet Bedirhan'ın M. Kemal'e Mektubu, Doz Yayınları.)
Ne var ki, bu mühaceret esnasında da soğuk, meşakkat, hastalık ve açlık sebebiyle binlerce insanın telef olduğu anlaşılıyor. (Bkz: Fuat Dündar, "İttihat ve Terakki'nin Etnisite Mühendisliği 1913–1918", İletişim Yayınları.)
Bu elim vak'a, Üstad Bediüzzaman'ın 1920'de basılan ilk Tarihçe–i Hayat'ının sonunda yer alan Mahmud Nejad'ın şiirinde de aynen teyid ediliyor.
Bursa'da sürgünde bulunan Süleymaniye'li şair, vatan hasretiyle yanıp tutuştuğu halde, "tehcir"e saplandığı için "Tekbir"i de unutan Nâzır (Talat Bey) tarafından yine de serbest bırakılmıyor. İşte, o uzun şiirden sadece birkaç mısra:
Ah! Hep sana gelmek, sana koşmaktı hayalim,
Lâkin beni kış bağladı; yok şimdi mecâlim.
Yavrularını istemişsin, hepsi de hazır,
Kim yollayacak onları, sormaz bile Nâzır.
Onlar (nâzır), yalnız bir nakarat ile öterler
Tehcir için, Tekbiri de zâhir unuturlar.
Lâkin, senin evlatlarının azmi metindir,
Her azm û iradetlinin âtisi emindir.
Çıplak da, yayan da sana doğru geliyorlar
Dağlarda, o karlarda da ekser donuyorlar
Ah anne, güzel anne! Şu çocuklara söyle!
Hâlâ sürecek mi şu nifak ortada böyle?
ÜÇ: Yüz binlerce Rum vatandaşı göçe zorlayan "Mübadele Kànunu."
Bu kànun, 1923'te imzalanan Lozan Antlaşmasına son anda iliştirilen bir "ek protokol maddesi"ne dayanıyor.
1924–27 yıllarında tatbik edilen bu kànun gereğince, Türkiye'deki Rumlarla Yunanistan'daki Müslümanlar değiş–tokuş (mübadele) yapıldı. Neticede, yüz binlerce insan, inanılmaz derecedeki acı ve ıztıraplara katlanarak yer değiştirdi.
Ne var ki, buradan göçüp giden Rumlar'ın yerine hâlis Türkler'den ve Müslüman ahaliden ziyade, ekseriyetle Selanik'teki dönmeler ve Sabetaistler getirildi.
Esasında, Rumlar'ın göçü Ermeniler'den de önce başlamıştı. Kitleler halindeki ilk göç hadisesi, tâ 1912'deki Balkan Harbinde yaşanmıştı.
Mason (bkz: Mason.org) ve bozuk İttihatçılar, böylelikle Ermeni ve Kürtlerden sonra Rumları da Müslüman Türkler'e düşman etmede önemli bir başarı elde ettiler. Ki, zaten asıl maksat budur. Yoksa, hakiki Türkler'in böylesi zulümler işlediğini 1400 yıllık İslâm tarihi göstermiyor.
DÖRT: Azınlıkları ezmeye, yıldırmaya ve hatta kaçırtmaya yönelik olarak, 11 Kasım 1942’de çıkartılan "Varlık Vergisi Kànunu."
Bilhassa İstanbul'da ikamet eden Rum ve Ermeni vatandaşları hedef alan bu kànun, onları iki sene içinde canından bezdirecek noktaya getirdi. Hatta öyle ki, nüfus cüzdanları dahi damgalandı.
Az vergi ödüyor gerekçesiyle yakasına yapışılan gayr–ı müslim vatandaşlar, gruplar halinde önce Erzurum Aşkale'deki "çalışma kampına" gönderildiler. Ardından, Sivrihisar'da ikinci bir kamp bölgesine sevk edildiler. Buralarda, adeta köle gibi çalıştırıldılar. Bir kısmı hastalanırken, bir kısmı da hayatını kaybetti bu kamplarda. Kurtulanlar ise, bir yolunu bulup buradan kaçmaya çalıştı. (Bkz: Varlık Vergisi Fâciası; Faik Ökte, Nebioğlu Yay., İstanbul 1951.)
NOT:–1: Hem "Tehcir" ile "Mübadele" kànularını birbirine karıştıran, hem de skandal sözlerini kamufleye çalışan Savunma Bakanı'nın son açıklaması, maalesef ikinci bir skandal niteliği taşıyor Diyor ki: "Canım, biz şimdi de kalkıp aynı şeyleri yapalım demedik ki. Bunlar eskiden olmuştur, Atatürk yapmıştır, iyi de olmuştur; çünkü, ulus devlet, üniter yapı bu sayede teşekkül etmiştir. Vesaire..."
Sormak lâzım tabiî: "Millî devletin sizdeki mânâsı bu mu?" diye...
Elhasıl: Yakın tarihte uygulanan bunca zulmün Türklükle de, Müslümanlıkla da bir alâkası yoktur. Sinsice bir saptırma var.
NOT–2: Aynı baskıcı zihniyet ile bağlantılı olarak 1955'te patlak veren "6/7 Eylül Olayları"na ise, bir sonraki yazıda temas edelim.
15.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|