|
|
Faruk ÇAKIR |
İzleme, dünyanı koru |
|
Bahsettiğimiz bombalar atom bombası gibi gürültü çıkarmıyor, ama daha yıkıcı ve bir o kadar da tahrip edici. ‘Haberler’den şikâyet etmek istiyorum, dolayısı ile de televizyonlardan...
Geçen gün gazetelerde yer alan bir haberde, eşinden boşanmaya karar veren ünlü şarkıcı Madonna’nın; çocuklarını görebilmesi için kocasına sunduğu ‘şart’lar dikkatimi çekti. Madonna’nın eşine gönderdiği ve uymaması halinde çocuklarını bir daha göstermeyeceğini söylediği 12 kuraldan bazıları şöyle:
nÇocuklar gazete, dergi okumayacak. TV, DVD izlemeyecek. nSebze ve meyveler organik olacak. Fast food yenmeyecek. nElleri sık sık anti-bakteriyel temizleme jeliyle silinecek. nAhlâkî ve dinî açıdan sakıncalı oyuncaklar alınmayacak. n(Babaları) hiçbir şekilde boşanma ile ilgili konuşmayacak. (Vatan, 12 Kasım 2008)
Şarkıcı Madonna’nın şart koştuğu ‘kural’lar içinde en dikkat çekici olan; çocuklarını ‘medya’dan uzak tutmak istemesi olsa gerek. Aynı şekilde ahlâkî ve dinî yönden sakıncalı oyuncakların alınmaması şeklindeki şart da dikkat çekici.
Elbette onların ahlâkî ve dinî şartlardan anladıkları ile bizim anladıklarımız birbirine uymayabilir. Fakat çocukların TV’lerden uzak tutulması noktasında anlaşabiliriz. Madonna, başka zaman ve zeminlerde de çocuklarını TV’lerden uzak tuttuğunu ifade etmişti. Mevcut hâliyle, kendisini ve çocuklarını TV’lerden (ve benzeri vasıtalardan) uzak tutanlar kazanır. Bunu başarabilen herkes; hem kendisini hem de çocuklarını ve ailesini büyük bir belâdan, musibetten ve ‘bomba’dan korumuş olur.
Mevlâya şükürler olsun ki, evde TV izlemiyoruz. Dolayısı ile ‘haberler’ adı altındaki ‘bombardıman’lara da maruz kalmıyoruz. Ara sıra gittiğimiz misafirlikte ‘haberler’i izlemek mecburiyetinde kalınca, milletin çektiği eza ve cefayı anlayabiliyorum. Şahsen, haber adı altında yapılan yayınları ‘haber’ kabul etmenin bile mümkün olmadığını düşünüyorum.
Elbette her işte olduğu gibi bu konuda da doğru dürüst iş yapanlar var. Ama büyük çoğunluk, haber adı altında insanların kafasını karıştırıp, ruh dünyalarını bombalıyor. Onlarca defa tekrarlanan anlamsız ve değersiz haberlerle insanlara asıl meseleler unutturuluyor. Nerede bir kötülük varsa onlar ‘manşet’ oluyor ve güya kötüleri eleştirirken, bir yönüyle de reklâmlarını yapmış oluyorlar. Hemen her gün tekrarlanan tecavüz, adam öldürme, bıçaklama, kapkaç, yolsuzluk gibi haberlerle insanların maneviyâtı sarsılıyor. “Dünyayı kötüler istilâ etti” dedirten bu haberlerin acaba ‘çare’ anlamında bir faydası oluyor mu?
Şundan emin olmak lâzım: TV izlemeyen ve bu haberleri dinlemeyenler hiç bir şey kaçırmış ve kaybetmiş olmazlar. Aynı şekilde, merakla izleyen ve takip edenler de hiç bir şey kazanmış olmaz. Aksine aklını ve şuurunu dağıtma ve kaybetme ihtimali var.
Cemiyetin bu konuda da ciddî ikaza ihtiyacı var. Hep beraber bu âfete karşı tedbir alalım.
15.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Demokrat Parti alternatifi… |
|
Demokrat Parti Kongresi, Türkiye’nin iç ve dış politikada kritik bir kavşaktan geçtiği süreçte yapılıyor.
Görünen o ki tutuk, tâvizkâr, teslimiyetçi silik siyaset siyasî iktidarın her tarafına sindi. Önce âlâ-yı vâlâ ile ilân edilen “yeni anayasa” rafa kaldırıldı. Ardından diğer hak ve hürriyetlerin kısılmasına devam edildi.
Her yıl binlerce öğrencinin mağdur edildiği yasadışı başörtüsü yasağı kaldırılamadı, üstelik vâhim yanlışlıklarla daha da yaygınlaştırıldı. En evvel yeni dönem Çankaya’sının atadığı “yeni rektörler” yasağı dayattılar. YÖK yasası çıkarılamadı. Meslek okullarına ve imam hatiplere uygulanan katsayı haksızlığı giderilemedi.
Siyaseti demokratikleştirecek, seçim sistemini âdil kılacak, hâkim nezâretinde kayıtlı seçmenlerle önseçimi ve “tercih sistemi”ni esas alan siyasî partiler ve seçim sistemini düzeltmede en ufak bir çaba gösterilmedi…
TÜRKİYE’YE KUMPAS
KURULUYOR…
Ankara, AB’yi elinin ucuyla tuttu; başta inanç ve dinî özgürlükler olmak üzere temel hak ve hürriyetlere getirilen kısıtlamaları, inanç ve ifâde özgürlüğüne konulan engelleri ortadan kaldırmak konusunda AB’yi ve AİHM’i yanlış bilgilendirdi. AKP hükûmeti, Strasbourg’a gönderdiği “savunma”da, başörtüsünü “siyasî simge”, “laikliğe aykırı”, “gerginlik sebebi” gördü, yasağı “yasal” saydı. Yüzlerce Kur’ân âyetinde geçen ve İslâm inancının gereği olarak depreme “İlâhî ikaz” denilmesini yargıla-yıp ceza almasına arka çıktı.
Kur’ân kurslarında 28 Şubat’tan kalma “yaş yasağı” sürüyor.“İrtica” gerekçesiyle her dönemde subay ve astsubayların “YAŞ kararları”yla ihracı ameliyesi sürdü. Başbakan ve ilgili bakan “şerh” koymakla yetindi; Cumhurbaşkanı imzaladı.
Ve bütün bunların üstünde küresel krizin biriken borç yükü, artan işsizlik, büyüyen carî açık ve azan zamlar ve pahalılıkla daha derinleştiği bir anaforda, Başbakan “tepeyi aşmak” için Amerika’da; siyasî ve ekonomik krizin kaynağından medet umuyor…
Hükûmetin Irak’ı işgali eden conilere Türkiye’nin havaalanlarını, limanlarını tahsis etmesi, her türlü savaş ve lojistik desteği vermesiyle başlayan “destek hamûlesi” ve İncirlik Üssü’nün Amerikan savaş uçaklarınca Müslüman komşu Irak’ın şehir ve köylerine sortiler yapıp bombalamasıyla özetlenen, kısacası “stratejik müttefiki” Bush’la bütünleşen politikalar iflâs etti.
ABD’nin kontrolündeki Irak’ta, Irak’ın kuzeyinde himâye ettiği ve Washington’un elebaşlarını teslim etmeyi defalarca söz verdiği terör örgütü daha da azgınlaştı. Türkiye’nin Irak’tan kaybı Amerika’dan sonra “savaş koalisyonu”nun ikinci ortağı olan İngilizlerden daha fazla oldu.
Kısacası Türkiye, tahterevalli siyasetiyle “kayıkçı kavgası”na dönen ve asimetrik tahrikle birbirinden nemâlanan, özelleştirme ihâlelerine fesad karıştırmakla, yandaş kayırmakla lekelenen, yolsuzluk iddialarının ayyuka çıktığı ve “tencere dibin kara, seninki benden kara” türü kısır polemiklerle muallel bir politik arenada âdeta yalpalıyor.
Ve bu yalpalamadan en çok yine demokrasi, temel hak ve özgürlükler zarar görüyor. İç ve dış ifsad odakları, bu kırılgan ortamın bulanıklığında sürekli kumpas kuruyor…
DP, ENGELİ AŞMALI…
Millet mütehayyır. AKP siyasî iktidarının meydanlarda, seçim beyannâmesinde, hükûmet programında vaad ettiklerini yerine getiremediği demokratik direnci gösteremediği, inanç özgürlüğünün, din eğitimi ve öğretimi hakkının arkasında durmamasına mukabil, seçmen emânet ettiği irâdesinin hakkının verilmesini istiyor.
Özetle; Türkiye siyasette alternatif arıyor. Bu bakımdan DP Kongresi, Türkiye’nin alternatif arayışı için oldukça önemli. Zira AKP’nin milletin veridi demokratik gücün hakkını vermediği, veremediği, artık en yakın “yandaşlarca” da itiraf edilmekte.
Ne var ki DP Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun da dikkat çektiği gibi, darbelerle demokrasi katleden iç ve dış faktörler, Türkiye’nin siyasî alternatifini bulmasını istemiyorlar.
Bunun içindir ki dahilî ve hârici şebekelerce DP’yi unutturma oyunu oynanıyor. Soylu’nun ifâdesiyle, “jeopolitik bir dev” olan Türkiye’yi “siyasî bir cüce” haline getiren AKP siyasî iktidarına karşı ülkenin içinden çıkan alternatiflere takoz koymaya çalışılıyor. Medyatik şaşırtmalar yapılıyor.
Türkiye alternatif arıyor. AKP’den kopan ve sarsılan kitlelerin mevcut siyasî aktörler arasında paylaşılıp ülkenin etnik ve hatta dinî ayrışımlar üzerinde kamplaşıp kutuplaşması emelindeki mihrakların maksadı bu. Bunun içindir ki DP anketlerde sürekli düşük gösteriliyor; Türkiye’nin “AKP’ye mahkûm olduğu” havası veriliyor.
Gerçek şu ki milletin aradığı demokratik direnç, Türkiye’de çeyrek asırlık tek parti diktasını yıkan demokrasinin mimarı Demokrat Parti ile olacak. Kuşatılan millet irâdesi, yine Demokrat Parti’nin büyük ve yiğit misyonunun kökleri ve gelenekleri üzerinde yükselecek. Siyasetin demokratikleşmesi, yine “demokrat misyon”un millet nezdinde söz sahibi olmasıyla başarılacak.
Siyasî kavgalar, sosyal kargaşa, krizler, travmalar, çıkmazlar ve çâresizlikler, demokrasiyi yeniden inşa edecek, devletle milleti barıştırıp denge unsuru olacak Demokrat Parti’ye olan ihtiyacı bir defa daha ortaya çıkarıyor.
Büyük Kongre büyük bir fırsat. DP’nin bu engeli aşması, demokrasi ve millet irâdesinin yeniden başarısı olacak…
15.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Vicdanları yaralamayın! |
|
Bugün üç fotoğraftan bahsetmek istiyorum. 2008 yılını sonlarına geldiğimiz şu günlerde gazetelerde yer alan bir fotoğraf pek çok kişinin içini acıttı. Hem mağdur olanları, hem de milletin vicdanını yaraladı. Fotoğraf şöyleydi… Bir grup başörtülü hanım, yere eğilmiş bir yerlere bakarken görülüyordu. Tel örgünün diğer yanında ağaçlar olduğu için de yere çömelerek tâ ileride görülen askerlere doğru bakıyorlardı.
İkinci fotoğraf ise, bir partinin (CHP) bir programında başörtülüler ön sıralara değil de, arka sıralara oturmaya zorlanıyor. Üçüncü fotoğrafta yine bu partinin “katılım töreni”nden yansıyor. Bir tarafta başörtülüyü salonda öne oturtmaya lâyık görmeyen zihniyet, partisine üye olan çarşaflı bir hanımefendiye altı oklu parti rozetini takıveriyor!
* * *
İlk fotoğraftaki olaya gelirsek… Türkiye’nin dört bir yanından Manisa’da vatanî görevini yapan çocuklarının, yemin törenine gelen aileler (anne, abla, eş) sabahın erken saatlerinde nizamiye önünde kuyruğa girmişler. Aileler içeriye alınırken yapılan kimlik kontrolünde ailelerin içini acıtan ve hayrete düşüren bir olay yaşanmış. Kimlik kontrolünde, 40 yaşın altında olan başörtülüler içeri alınmamış. Ve yakınlarını tel örgülerin ardından görmeye çalışmışlar. Hatta öyle aileler olmuş ki, (haberlerden öğrendik) askerlik görevini yapan erin 40 yaşın altındaki akrabası tören alanına giremezken, 40 yaşın üzerindeki halası içeri alınmış. 40 yaşın altındakilerin içeri alınmamalarının tek gerekçesi de başörtülü olmalarıymış.
Askerliğini yapanlar bilirler, yemin törenine aileleri gelmeyen mahzun olurlar. Bir asker için yemin töreni çok önemlidir. Günlerce “sağa dön, sola dön, ileri marş” komutlarıyla yemin törenine hazırlanırlar. O günde aileler de oğlunun çakı gibi asker olduğunu orada görürler.
Burada başörtülüleri oraya almayanlara, “Niye şehit cenazelerinde başörtü-başı açık ayrımı yapılmıyor?” gibi şeyler söyleyecek değiliz. Ama ortada bir yanlışlık yok mu? 40 yaş gibi bir ayrım niçin yapılıyor? Bunun bir sorumlusu yok mu? Diğer yerlerde bu ayrım olmadığına göre bu ayrımı yapan hakkında bir soruşturma yapıldı mı, yapılacak mı? İlklerin Genelkurmay Başkanı bu olayla ilgili açıklama yapacak mı? Merakla bekliyoruz.
Bu fotoğraflar her gün Türkiye’nin değişik yerlerinde tekrarlanıyor. Bunlar sadece son günlerde gözümüze çarpanlar…
Bir kez daha yazmakta fayda var. Şu anda başörtüsünü yasaklayan ne bir kanun, ne bir anayasa maddesi var. Yorumlara dayalı uygulanan fiilî olarak uygulanan bir yasak var.
Başörtüsü yasağının kalkması konusunda “toplumsal bir mutabakat”ın olduğu son günlerde yapılan bir ankete göre iyice perçinlendi. GENAR araştırma şirketinin anketinde sorulan “Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararında “Başörtüsü serbestliği, ‘laiklik ilkesi’nin ihlâli anlamına gelir, görüşüne’ katılıyor musunuz?” sorusuna, ankete cevap verenlerin yüzde 68’i ‘hayır’ cevabını vermiş. Yasak kalkmalı diyenlerin oranı yüzde 69.9…
Başörtüsünü çevrenin ve ailenin baskısı ile örtündüğü söyleyenleri de haksız çıkaran bir sonuç da, “Niçin örtünüyorlar?” sorusuna cevap verenlerde görülüyor. İnancım gereği örtünüyorum diyenlerin oranı yüzde 62.3, geleneklere bağlılık 19.6 olurken, sadece yüzde 5.1’lik bir kesim “ailemin istediği” ile cevabını vermiş. Bir diğer çarpıcı sonuç ise, “Türbanın sorumlusu kim?” sorusunda karşımıza çıkıyor. Hükümet diyenlerin oranı yüzde 45.9, CHP diyenlerin oranı yüzde 24.9, yargı/anayasa mahkemesi diyenlerin oranı yüzde 15.7, ordu diyenlerin oranı da yüzde yüzde 7.9…
Bu sonuçlar hâlâ birilerine bir şeyler hatırlatmadı mı? Bakın halkın yüzde 70’i yasağın kalkmasını istiyor. Avrupa Konseyi, kamu çalışanlarının dinî inançlarına uygun kıyafet giyme özgürlüğünün “laiklik” gerekçesiyle kısıtlanamayacağını açıkladı, bundan haberleri yok mu?
Sabah gazetesi yazarı Ergun Babahan’ın çarpıcı bir benzetmesi vardı. Hem TSK’nın, hem de başbakanlığın son günlerde uyguladığı akreditasyonu anlatan Babahan, “Üniversiteye başörtülü kızları almamak da bir çeşit akreditasyon uygulamaktır aslında ve bu genç kızlar kıyafetleri nedeniyle akredite olamamaktadır” diye yazıyor. (13 Kasım 2008)
Gazeteci Rauf Tamer de “CHP’den başörtülü bir hanım belediye başkanı seçilse, türban tartışması’ biter miydi?” (13 Kasım 2008) diye soruyor. Bitmezdi elbette. Meseleye inanç hürriyeti ve insan hakları açısından bakılmadığı sürece bu mesele çözülmez, çözülmüyor da…
Artık adına ayrımcılık, akredite uygulaması deyin. Binlerce insanın mağdur eden bu uygulamalar artık sona erdirilmelidir. Çünkü yasak hem okullarda, hem de devlet dairelerinde kanunsuz bir şekilde uygulanıyor. Eninde sonunda bu yasak kalkacaktır, yasakçılar da yasakçı damgasını yıllarca taşıyacaklardır.
15.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Ölümsüzlük? |
|
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un, görevi devralırken yaptığı konuşmada Atatürk için “Türk ordusunun ve ulusunun ebedî başkomutanı ve lideri” ifadesini kullanmış olmasını şöyle eleştirmiştik:
“İslâma ve diğer semavî dinlere göre, ‘ebedîlik’ sadece Allah’a ait olan bir sıfattır. Yaratılmış fânilere izafe edilemez. Yaratılmışların en üstünü kılınan Peygamberimiz (a.s.m.) için dahi kullanılamaz.” (“Yanlış sözler” yazımız, 4.9.08)
Başbuğ, 10 Kasım mesajında da Atatürk’ü “ebedî başkomutan” olarak niteleyip şöyle demiş:
“Atatürk’ün çağlar ötesine uzanan engin düşünceleriyle ölümsüzleştiğine inanıyoruz...”
Önceki mesajında hem orduyu, hem milleti ilzam edecek bir üslûpla “ebedî başkomutan ve lider” olarak vasıflandırdığı Atatürk için bu kez ordu ve ulus kelimelerini es geçip yalnızca “ebedî başkomutan” ifadesini kullanması, eleştirimizle irtibatlı bir anlam taşıyor mu, bilmiyoruz.
Ancak “ebedî” sıfatındaki ısrarını gerekçelendirmek istediğini hatıra getirecek tarzda “çağlar ötesine uzanan düşüncelerle ölümsüzleşmek” gibi bir ifadeyi telâffuz etmesi dikkatimizi çekti.
Ve bizde, bunun da ayrıca tahlil ve eleştirisi gereken bir yaklaşım olduğu kanaati hâsıl oldu.
Bir defa Atatürk hangi “çağlar ötesine uzanan düşünce”yi ortaya koydu? Var mı böyle birşey?
Objektif “Atatürk uzmanları,” onun yeni fikirler üreten bir ideolog değil; pozitivizm ve materyalizm gibi felsefî akımlardan ve uygulamada da özellikle Fransız ihtilâlinden fazlasıyla etkilenmiş bir tatbikatçı olduğunu ifade ediyorlar.
Onun adına ortaya konulan Kemalizm veya Atatürkçülük “ideoloji”sinde de rivayet ve yorumun bini bir para. Atatürk’ün devirlere göre değişen ve çoğu zaman çelişen konjonktürel beyanlarından, bütünlük arz eden derli toplu bir fikir sistemi çıkarmak mümkün değil zaten.
Onun için bilhassa son dönemde “Hangi Atatürk?” ve “Hangi Atatürkçülük?” soruları çokça sorulmaya başlandı. Kemalizm ve Atatürkçülük adıyla ortaya atılan karmaşık ve çelişkili fikirlerin de “gerçekteki Atatürk”ü anlamayı engelleyen bir perde oluşturduğu dahi ifade edilmekte.
Can Dündar’ın “Mustafa” filmi etrafında koparılan yaygara da bu kargaşanın taze bir örneği.
Bu kargaşanın içinden çıkabilmek için üretilen “Onun en önemli özelliği akıl ve bilimi rehber edinmesidir” yorumunun da “çağlar ötesine uzanan düşünce” ifadesindeki anlamı karşılayabildiği söylenemez. Çünkü akıl ve bilim, hele vahiyden koparsa, bırakın çağlar ötesine uzanmayı, mum gibi kendi dibini bile aydınlatamaz.
Atatürk’ün vahiy karşısındaki duruşunu ifade ettiği sözlerinden birinin, “Biz ilhamımızı gökten indiği sanılan kitaplardan değil, hayatın gerçeklerinden alıyoruz” şeklinde özetlenebilecek cümlesi olduğunu hatırlamak, konunun zihinlerde daha da aydınlanmasına yardımcı olabilir.
Bir fâniye “ebedîlik” atfetmek için ihdas edilen “ölümsüzlük” düşüncesinin de aslı esası yok.
Çünkü ölüm gerçeği ortadan kaldırılamadığı sürece “ölümsüzlük”ten bahsedilemez. Kişi dünyada ne kadar kudretli ve “çok büyük işler” başarmış olursa olsun, mutlaka ölümü tadacak.
Geride bıraktığı eserlerle adını yaşatma ve vücuda getirdiklerini “ilelebed payidar kılma” düşüncesi ise, ahirete imanın yokluğundan veya zayıflığından kaynaklanan boşluğu güya doldurabilmek için icad edilmiş bir fanteziden ibaret.
Bu düşünce, kişi fâni ise de, dünyanın sonsuza kadar bâkî kalacağı varsayımının bir ürünü.
Ama bizim inancımıza göre bu dünya da Yaratıcı tarafından takdir edilen zamanı dolduğunda, üzerindeki bütün hamulesiyle birlikte, kopacak kıyametin tahribatına maruz kalacak ve akabinde sonsuz âlemde ebedî bir hayat başlayacak. Sonsuzluk ondan sonrası için geçerli.
M. Kemal’in ölümden sonraki âleme ve oradaki sonsuz hayata inanmadığı halde “ölümsüzleştiği”nden söz etmenin anlamı ve mantığı ne?
15.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
İnsanın kıymeti mahiyetindedir |
|
İNSAN HER ASIRDA
MERAK KONUSU OLMUŞTUR
İnsanın gündemden düştüğü bir çağ yoktur. İnsan ve insanla ilgili konular her zaman ve zeminde birincil gündem olmuştur. Tarih boyunca, insanın hep araştırma ve inceleme konusu olması bundandır. Sevinçleri, kederleri, soruları, tepkileri dillere destan olmuş ve bu konularda sayısız eserler vücuda gelmiştir.
İNSAN, MAHİYETİ
BİLİNMEKLE KIYMETLİDİR
“İnsan necidir? Ne için dünyaya gönderilmiştir? Vazifesi nedir?” gibi yüzlerce soru, insanın mahiyetini anlamaya dönüktür. Nitekim hayatı Kur’ân olan Hazret-i Peygamber (asm), insanın neci olduğunu, dünyaya niçin gönderildiğini, vazifesinin ne olduğunu insanlığa, bizzat yaşayarak göstermiştir. Dolayısıyla insan için en önemli şey, mahiyetinin anlaşılmasıdır.
İNSANIN MAHİYETİ NE DEMEKTİR?
İnsanın mahiyetiyle ilgili, 11. Söz bize ders vermektedir.
İnsanın mahiyeti, vücuduna konulan duygular terazisiyle rahmet-i İlâhiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.
Yani insandaki duygular birer terazidir. Kâinattaki rahmet hazineleri olan nimetler, bu ölçücüklerle tartılmaktadır ve her birisi için şükretmek esastır.
İnsanın mahiyetini izah eden ikinci bir madde, “Esma-i Kudsiye-i İlâhiyenin gizli defterlerini açmaktır. Lisan-ı hal ve kal ile Hâlıkının dergâh-ı Rububiyetine ubudiyetini ilân etmektir.”
Kâinata nakşedilmiş gizli İlâhî isimleri okuma ve okuduklarını yaşama ve yaşadıklarını anlatma görevi, sadece insana verilmiştir.
Bir başka madde ise, “Esma-i İlâhiyenin cilvelerinin sana verdikleri letaif-i insaniye murassatıyla bilerek süslenmektir. Hayat sahiplerinin tesbihatlarını ve tahiyyatlarını tefekkür ile görüp, göstermektir.”
İnsan olmak, üstün lâtifelerle süslenmeyi netice vermiştir. Yaratıcı, sadece insana mahsus bir takım süslerle insanı tezyin etmiştir. İnsan da bu özelliği dolayısıyla bütün hayat sahiplerinin tesbihatlarını ve tahiyyatlarını tefekkür ederek, onları göstermek durumundadır. Bunun sebebi ise, emanet-i kübrayı kabul etmesidir. Bu kabul, Cenâb-ı Hakk'ı anlamak ve tanımak için verilen cihazatı ve lâtifeleri, O’nu anlamak ve tanımak yolunda kullanmayı gerektiriyor.
İnsanın mahiyetine konulmuş olan en önemli hususiyetlerden birisi de, Cenâb-ı Hakk'ın kendinden olan bazı hazinelerin cüz’îsini insana vererek, Kendi hazinesinin büyüklüğünü vahid-i kıyasî yoluyla insana bildirmesidir. Yani ben bazı şeyleri biliyorum, demek O, her şeyi biliyor. Ben bazı şeylere sahibim, demek O, her şeyin sahibidir gibi örneklendirme yapabilmesi için.
Bu konu şöyle izah edilmektedir: “Kendisine Cenâb-ı Hakk'ın verdiği cüz’î ilim, kudret, irade ve sıfat ve hallerle vahid-i kıyasî yaparak, Hâlık-ı Zülcelâlin sıfat-ı mutlakasını ve şuun-u mukaddesesini o ölçüler ile bilmektir.”
İnsan âlemin sultanı olması hasebiyle, âlemdeki bütün mevcudatın kendilerine mahsus dilleriyle yaptıkları manev'î sözleri anlamak görevi vardır. İnsan, acz, zaaf ve fakirliği ile birlikte ihtiyacının ölçüsünü, nimetleri zengin Rabbinin tecelliyatıyla anlamaktadır.
İnsanın görevi şöyle ifade edilmektedir; “Şu âlemdeki mevcudatın her birinin kendine mahsus diliyle Rablerine karşı yaptığı manevî sözleri fehmetmektir. İnsan acz ve zaafın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle, kudret-i İlâhiye ve gına-i Rabbaniyenin derecat-ı tecelliyatını anlamaktır.”
İNSAN, NE ZAMAN HAKİKÎ İNSAN OLUR?
Anlaşılıyor ki, insan bu bahsedilen çerçeveye uygun yaşarsa, insandır. Bu mahiyete uymayan insan, insanlık özelliği kazanmış olmamaktadır.
İnsanın yaratılışına derc edilen asıl faaliyet de budur. Onun için insan, duâ ile tekemmül etmek üzere bu aleme gönderilmiştir. Bu alandaki terakkisi, onun bu alandaki himmetine bağlıdır.
İnsanın terakkisini ve tekemmülünü sağlayan âmil ise, mahiyetine konulan duygularla, Sani’in san'at eserlerini tefekkür etmek ve şükretmektir.
Hasılı; insan, kendisine verilen cihazatı O’nun isimlerinin gizli hazinelerini açmak için kullanmak durumundadır. Bütün varlığın tesbihatlarını, ibadetlerini yaratıcıya takdim etmek sorumluluğu vardır. Cenâb-ı Hakk'ın Kendisinden verdiği ilim, irade, kudret gibi cüz’î sıfatları vahid-i kıyas yaparak, Cenâb-ı Hakk'ın nihayetsiz ilmini, kudretini, iradesini anlamalıdır. Ve insan ancak, acizliği, zaafı ve fakirliği ile Cenâb-ı Hakk'ın nihayetsiz zenginliğini, her şeye gücünün yetmesini anlayabilir.
Aksi halde, sadece göz, kulak, beden ve sair cihazat ile insan, insan olmuyor. Bu hususiyetlere mânânın da ilâvesi gerekmektedir. Çünkü mânâ bağı olmayan hiçbir şeyin gerçekte anlamı yoktur. Nitekim dünya da, o kadar maddî yönüyle birlikte, ancak ahiretin mezrası olan mânâsıyla anlamlıdır.
15.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Sessizlikte gizli binbir güzellik |
|
Bir derenin kenarına otur da
Ömrünün geçişini seyret...
Hâfız-ı Şirâzî
ayat, Yüce Rabbimizin bize bahşettiği en büyük nimeti ve emaneti...
Hayatı yaşamanın iki yolu var. Biri, her şeyi bir mû'cizeymiş gibi yaşamak, diğeri hiçbir şey mû'cize değilmiş gibi delicesine yaşamak.
Hayatı değerli kılan ne o zaman? Hayatın hakkını vermek çabası. Hayatın uzunluğu ya da kısalığından çok, Yüce Yaratanımızın istediği bir şekilde yaşanması, onu anlamlı kılmaktadır. Zor olan, kahramanca ölmek değil, kahramanca yaşamaktır. Rabbim, azmedenin yardımcısı. Yeter ki, ümidiniz ve şevkiniz kanatlansın, gayretiniz azalmasın. Hiç ummadığınız anda, bir kapı açılır, bir yol gösterilir. Yollar ki, Allah’a çıkar, içimizdedir. Belki de o, sessizlikte gizlidir.
...
Sessizlik gece gibi örter her şeyi...
Sessizlikte pek çok güzellik gizli...
Hani her bataklıkta bir çiçek, her yoklukta bir varlık, her üzüntüde bir sevinç vardır ya işte öyle bir şey.
Sessizlikte de pek çok güzellik gizli. Hemen bulunmayan ama sabırla elde edilebilen bu hazineyi insan, biraz gayretle keşfedebilir. Biz de bu fırsatı yakalamak için yollara düşeriz bazan.
...
Bir grup arkadaşla beraber zaman zaman kırlara çıkarız. Rüya gibi, ferah fahur bir mekândır gittiğimiz yer. Yeşilin her tonu orada, sanki renkler müzesi. Sanki cennetten bir köşe. Her cins ağacın yer aldığı bu geniş ormanlık alanın içinde bir de sürpriz vardır. “Huzur gölü” adını verdiğim küçük bir göl...
Daha gelir gelmez dönme sancısı tutar... Nimetin zevâli elemdir ya. Kıvrandırır hemen.
Biliyorum burayı çok özleyeceğimizi. Hatta eve döndüğümüzde; ‘Niye şehrin gürültüsüne mahkûmuz? Niye dört duvara hapsolmuşuz?’ diye söyleneceğimizi de biliyorum.
Biliyorum görevimi. Omuzumdaki yükün ağırlığını biliyorum. Bunu burada duyup, uyanıyorum şükür ki. Dünyaya gelmekten gayem bu değil miydi? Nasıl da unutmuşuz yürüyüp giden günlerin içinde. Nasıl da unutmuşuz. Yollarda yorgun bir yolcuyuz. Şimdi uzat ellerini, dilemenin zamanı, istemenin vaktidir. Ver Allah’ım ver, ümitler ver, doğsun içime günlerin görmediği güneşler. Ümitler ver. Ver Allah’ım ver.
...
Yaşamak sevmekse, yarısı da ummaktır. Ümit dalga dalga yayılır. Uyanır içimdeki o güzel insanlığım. Yaradanıma olan kulluğum uyanır. Tomurcuğunu patlatmaya durmuş bir gül gibi uyanır. Gözlerim sessizce gülümser. Ey Rabbim, yüreğim günebakan gibi sana yönelik. Ümitler kaynaşır içimde. Oysa çok ağır uykulardayız şehirlerde. Bereket ümit içimde büyür de büyür. Ana gibi, acı tadını duyar doğurmanın.
Her şeyin kıymetini yaşarken bilmeli insan. Bunu öğreniyoruz hayattan. Yapmak istediğimiz o kadar çok iş var ki, hangi birine yetişebiliriz? Ne yaparsak yapalım, ne yaşarsak yaşayalım, hep elde bir hasret kalır.
Sessizlik alıp götüremediğimiz bir şey olsa gerek. Onun için severiz, özleriz sessizliği ve şaşırırız karşısında. Nerede o eski filmlerde yere kulağını koyup da, sesleri dinleyen Kızılderili kardeş, nerede şimdicek? Şehirlerde bir karış toprak kalmadı artık, kulağını koyup da dinleyecek. Her yer asfalt, her yer beton, teyemmüm edecek toprak kalmadı. Kırlarda yaşadığımız şaşkınlığı, Kızılderili kardeş şehirlerde yaşamıştır her halde. Bununla ilgili bir öykü de var:
Bir gün New York’ta bir grup iş arkadaşı yemek molasında dışarıya çıkarlar. Gruptan biri Kızılderilidir.
İnsan kalabalığı, siren sesleri, yolda çalışma yapan işçilerin araçlarının çıkardığı gürültü ve de araçların korna sesleri arasında yolda ilerlerken, Kızılderili adam arkadaşlarına kulağına cırcır böceği sesinin geldiğini söyler ve böceği aramaya başlar.
Arkadaşları ise bunca gürültünün arasında cırcır böceği sesi duymanın mümkün olmadığını, kendisinin öyle zannettiğini söyleyip, yollarına devam ederler. Aralarından yalnızca bir tanesi, onunla birlikte cırcır böceğini aramaya başlar.
Kızılderili caddenin karşısına doğru yürür. Arkadaşı da arkasından takip eder. O kadar binanın arasında birkaç tutam yeşilliğin içinde gerçekten bir cırcır böceği bulurlar.
Arkadaşı şaşkınlık içinde Kızılderili’ye sorar:
“Senin insanüstü güçlerin mi var? Bu sesi nasıl duydun?”
Kızılderili ise bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya gerek olmadığını söyler ve arkadaşına:
“Şimdi beni izler misin?” diye ricada bulunur.
Beraberce karşı kaldırıma geçerler.
Kızılderili cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırımda yuvarlayıp atar. Pek çok insan bozuk para sesini duyup, ceplerinden para mı düştü acaba diye sesin geldiği yöne doğru bakar.
Bunun üzerine, Kızılderili arkadaşına döner ve:
“Gördün mü?” der. “Önemli olan nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğindir. Her şeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin.”
...
İbretli bir ders. Tam da bizi ve hâlimizi anlatan incelikli bir öykü. Her ne ise...
Biz yine kendi öykümüze, o huzur gölümüze dönelim.
Buradaki manzaranın seyrine gerçekten de doyum olmaz. Hiç kımıldamadan dakikalarca durabilirim. Öylece hayran hayran izlerim. Ceylan yüreğim heyecandan hop hop der. Rüzgârı, bulutları, ağaçları... havada uçuşan kuşları, isimler verdiğim eğri büğrü tepeleri, sakin gölün üzerinde akıp giden ördekleri ve o bembeyaz nilüferleri seyrederim.
Sessizliğin sesine dikkat kesilirim. Dinlerim ve dinlenirim. Buranın doya doya tadını çıkarırım. Bol bol huzur toplarım. Şehre dönünce lâzım olacak. Temiz havayı ciğerlerime çektikçe, her nefeste yenilenirim. Burada yeniden doğarım.
“Seyahat ediniz, sıhhat bulunuz” sözünün kıymetini anlarım. Birkaç saat de olsa, mekân değişikliğinin üzerimizdeki etkisi çok fazla. Hele de su; gamı, kederi alıp götürür. Bırakın manzarayı, kokuların bile varlığını, çeşitliliğini hissedersiniz. Temiz hava ve oksijen alınmayınca, beynimizin ve dolayısıyla düşüncemizin faaliyeti de duruyor, donuklaşıyor. Burası, Allah’ın dünyası. Burada yeniden doğarım ve tazelenirim. Rabbime el açıp, gönül dolusu duâlar ederim:
“Allah’ım biz insanları ne kadar çok sevdiğini ve bunu ayan beyan belli ettiğini burada daha iyi anlıyorum. Kalbimizin istediği ne varsa, istemeden her şeyi vermişsin. Bizi ebedî Cennetle ve her güzelliğin kaynağı olan güzel isimlerinle ve cemâlinle mutlu eyle. Bu arzuyu, bu iştiyakı burada tam hissediyorum. Duâmızı, kereminle, lütfunla kabul eyle. Kalbimizdeki bu sevinci, ebedî bir sürura çevir. Bize burada tattırdığın numunelerin asıllarını, membalarını göster. Sessizlikte gizli güzellikleri görmeyi, duymayı nasip eyle... Âmin”
...
Son söz:
Şeytanın yarını çok, insanın yarını yok!
Allah’ım, Kur’ân’ın dâvetine uyup da tefekkürünü inceden inceye yapan kullarından eyle.
Hz. Ali’ye (ra) “Âlim kimdir?” diye sorarlar. “Âlim” der, “Kur’ân’ın önüne hiçbir şeyi geçirmeyendir.”
Evet; “Elde Kur’ân gibi bir mû’cize-i bâkî varken, başka bürhan aramak aklıma zâid görünür” diyen bir Üstadımız Bediüzzamanımız var.
O halde her müşkilimizi, her derdimizi onunla ve eserleriyle aşmayı nasip eyle Allahım...
15.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Modern teslis |
|
Gittikçe uzayan ve Mısırlıları bıktırmaktan maada Mısır’ın siyasî ve sosyal yapısını çürüten iktidar yıllarına rağmen Mübarek hâlâ burnundan kıl aldırmıyor. Ülkesinin gayri resmî tabularından birisi. Ürdün gibi Mısır’da da Düstur adıyla yayınlanan gazetenin yayın yönetmeni galiba bu sebeple Mübarek’i eleştirmiş. Mahkûm olmuş lâkin, insafa gelen Mübarek de kendisini affetmiş. Ne diyelim büyüklük göstermiş. Ama Ezher Şeyhi Muhammed Seyyid Tantavi bu kadar geniş yürekli değil. Başbakan Erdoğan gibi gazeteci milletine veya taifesine tahammülü kalmamış. Onları gördükçe neredeyse burnundan soluyor. Gazeteciler eleştiri taburu veya ordusu gibi görüldüğü müddetçe ilişkiler pek de yerli yerine veya rayına oturacak gibi değil. Kedi fare oyununa devam edilecek. Birçok ülkede kutsal saluslar veya ekanim-i selase tabir edilen ikonlar var. Bu kutsal teslislere el sürmek, dokunmak zinhar yasak. Bu ülkelerden birisi de Fas. Rejime veya daha yerel ifadesiyle Mahzen’e göre ülkenin üç kutsalı var. Allah, vatan ve kral. Rahmet-i Rahman’a kavuşan Fas’ın büyük adamlarından Abdulkerim Hatip, ‘kral’a karşı bile kraliyeti savunurum’ diyerek kraldan çok kralcı zümrenin hâlâ aramızda yaşadığını örnekleyerek göstermişti. Buna mukabil El Adlu Ve’l İhsan Cemaatinin lideri Şeyh Abdusselam Yasin’in kızı Nadiye, kraliyetin yerine cumhuriyetin ikamesini ve kurulmasını isteyerek Mahzen’in öfkesini ve hışmını üzerine çekmiş ve ülkenin dokunulmazlarına veya tabularına dokunduğu için yargılanma süreciyle karşı karşıya kalmıştı. Mahzen’e göre ülkenin en radikal cemaati kraliyete karşı çıkan El Adlu Ve’l İhsan Cemaati. Bu cemaatin lideri olan Şeyh Abdusselam Yasin, ‘Müzekkere ila men yehummuhu’lemr’ başlıklı Mahzen’e yazmış olduğu açık mektubunda bu üç kutsalı, ‘modern teslis’ olarak tanımlıyor (age: 2). Elbette burada Allah kutsalını kastetmediği malum-u ilam olunur.
***
Geçenlerde bir lise öğrencisi bu kutsallardan biri olan Fas Kralı’nın tabusuna ilişmiş, dokunmuş ve tahtada yazılı olan kral parolası yerine Barcelona Futbol Takımını sevdiğini yazmış. Allah, vatan ve melik yerine Barca ifadesini yeğlemiş. Burası İngiltere olsa dert değil ama Fas. Bunun üzerine Eylül ayında (2008) bir yıl hapis ve 1.000 dirhem de para cezasına çarptırılmış. Olay Fas’ın tarihi şehirlerinden Marakeş’te gerçekleşiyor. Mübarek gibi Fas Yargısı da cezayı talik etmiş ve öğrenci Yasinse Belasal da hapse girmekten kurtulmuş. Herkes tabiî ki bu sürprizler ülkesinde bu kadar şanslı olmayabilir. ‘Ente fi’l Mağrib fela testağrib’ dedikleri gibi Fas sürprizlere açık bir memleket. Bizim de modern teslislerimiz var. Bu teslisler bize Fransız Devriminin yadigârları. Sözgelimi, İttihatçılar Fransız Devriminden mülhem olarak Hürriyet, Kardeşlik ve Eşitlik teslisini benimsemiş ve kabul etmişlerdi. Bu teslis, inanç olmasa bile bir adet ve gelenek olarak varlığını günümüze dek devam ettirmektedir. Türkiye’de Osmanlı ile birlikte kraliyet ve saltanata da veda edildi. Fakat onun yerini başka kutsallar aldı. Geçenlerde Başbakan da bu kutsalları aynen tekrar etti. Tek devlet, tek millet ve tek bayrak olarak bildiğimiz üç rüknü ve uknumu yani esası tekrarlamış oldu. Ve bunu tekrarladıktan sonra ‘ya sev ya terk et’ anlamına gelen ifadeleri kullandı. ‘İstemiyorsan başka yere git’ falan dedi.
***
İtidaliyle temayüz eden Savunma Bakanı Vecdi Gönül de ülke dışında bulunduğu bir sırada Başbakan’ın yaptığı konuşmadan hız ve haz almış olmalı ki, üç tarihi gelişmenin Türkiye’yi Türk yurdu yaptığını ileri sürdü ve üçüncüsünü de, mübadele olarak zikretti. Sevmeyenler ülkeyi bu şekilde terk etmiş olmalı. Esasen Başbakan’ın söylediklerini üç aşağı beş yukarı Gündüz Aktan da MHP çatısı altında seslendirmişti. Türkiye’ye beğenmeyen ve Kürt devleti peşinden koşanların bir Kürt devletinin zaten olduğunu ve bu durumda güneye inebileceklerini söyledi. Bu da başka türlü bir bölücülüktür ve Kürt devletini savunmak kadar da yanlıştır. Sebebine gelince: Bu yaklaşım İsrail politikalarını hatırlatıyor ve bu politika zaten iflâsını ilân etmiştir. Şaron gibi politikacıların Filistin meselesini halletme yöntem ve formülleri basitti. Ürdün’ü alternatif vatan olarak (el vatan el bedil) nitelendiriyorlardı. Nasılsa Ürdün’de bir Filistin devleti vardı ve bu devletin en azından yüzde 60’ını Filistinliler teşkil ediyordu. Öyleyse mevcudu varken başka bir Filistin devletine ne lüzum vardı? Elbette ki; Kürtler ile Filistinlilerin durumu aynı değil. Mukayeseleri zait olur. Zaten Lozan Anlaşması mucibince gayri Müslim değil Müslüman olduklarından azınlık değiller. Bu ülkenin ayrılmaz bir parçası ve aslî unsurlarıdır. Olayı böyle tesbit ettikten sonra geriye PKK terörüyle mücadele etme meselesi kalıyor. Biz kendimizi düzelttikçe ve Türkiye’yi adam gibi idare ettikçe Kürtçülük meselesi kalmayacağı gibi Türkiye bölgesinde model olur ve Kürtler gibi nice milletleri siyasî rehberliği altında toplanabilir. PKK meselesine bir de bu açıdan bakmak lâzım.
15.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ezilenin yanında olabilmek |
|
Ebû Mes’ûd el-Bedrî uşağını kamçılıyordu. Birden, “Ey Ebû Mes’ud, sen bil ki!” diyen bir sesle irkildi. Sesin kimden geldiğini bilememişti. Öfkeliydi; onun için de ne denilmek istendiğini anlayamamıştı. Sesin sahibi yaklaşınca bir de ne görsün, Resûl-i Ekrem (asm) değil mi? Allah Resûlü (asm) “Ey Ebû Mes’ud, iyi bil ki, senin bu köleye karşı olan gücünden, Allah’ın senin üzerindeki gücü daha büyüktür” buyurmuştu. Uşak da olsa zayıf ezilmeyecek, insan muâmelesi yapılacaktı. Yediğinden yedirilecek, giydiğinden giydirilecekti. Bizzat Resûl-i Ekrem’in (asm) ifadesiyle hizmetlilere iyi davranmak uğur ve bereket, kötü davranma da uğursuzluk getirirdi.1 Allah, zayıflara yumuşak davrananları himayesine alır, Cennetine koyardı.2
Cahiliye döneminde köle, bir metadan farksızdı. Sahibi onu istese öldürür, kimse de hesap sormazdı. Peygamberimiz (asm) ise, çeşitli vesilelerle onları özgürlüklerine kavuşturmayı öğütlüyor, onlara “evlâdım” diyecek derecede şefkatle muameleyi telkin ediyordu.
Şimdi karşısında kölesine eziyet eden Ebu Mes’ud vardı. Yanlış hareket yapmaktaydı. Uyarılmalıydı. Ona, Allah’ın gücünün kendi gücünden daha büyük olduğunu hatırlattığında Resûl-i Ekrem’in (asm) heybeti karşısındaki Ebu Mes’ud’un elinde bulunan kamçı yere düşmüştü. Peşinden de Ebû Mes’ud’un köleyi hürriyetine kavuşturduğu görüldü. Bunun üzerine Allah Resûlü (asm) şöyle buyurdular:
“Eğer böyle yapmasaydın ateş seni yakar veya ateş sana dokunurdu.”3
İşte Allah Resûlü (asm); zayıfları, ezilenleri, hakkı çiğnenenleri böyle koruyordu. Her zaman onların yanındaydı. Dul ve yoksulların geçimlerini üzerine alan kimse, Allah yolunda çarpışan mücahit gibiydi.4 Yetimin işlerini omuzlayan kimse, Cennette Sevgili Peygamberiyle birlikte olacaktı.5
Birgün, Allah Resûlü (asm) “Zalim de olsa, mazlûm da olsa, kişi kardeşine yardım etsin” buyurduğunda Sahabe, zalime nasıl yardım edileceğini sorduğunda zulmüne engel olmanın da ona bir yardım olduğunu bildirmişti.6
Demek iman, zulme uğrayanın, zayıfın yanında olmayı emrediyor.
Dipnotlar:
1- Ebû Davud, Edep: 124.
2- Tirmizî, Kıyame: 48
3- Riyazü’s-Sâlihîn ve Terc.
4- Buhari, Edep: 25; Müslim, Zühd: 41.
5- Müslim, Zühd: 42; Ebu Davud, Edep
6- Buhari, Mezalim: 4; Müslim, Birr
15.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Ne kadar kıyım, o kadar millî; öyle mi? |
|
Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül, geçen hafta sonu Brüksel'de skandal niteliğinde öyle sözler sarf etti ki, aradan yüz sene geçse, lekesi yine de geçmeyecek, silinemeyecek cinsten...
Bakan Gönül, Brüksel'de Türkiye Büyükelçiliğindeki Atatürk'ü anma töreninde (10 Kasım) yaptığı konuşmada özetle şunları söyledi: "Eğer Ege’de Rumlar yaşamaya devam etseydi, Türkiye’nin pek çok yerinde de Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı ulus devlet, aynı millî devlet olabilir miydik?"
İşte bu sözlerin, tarihe mal olan, ancak unutulmayan ve tesirleri, yankıları günümüzde dahi devam eden dram yüklü, trajedi yüklü bir–iki değil, birkaç hadise ile doğrudan bir bağlantısı vardır.
Buyrun, o hadiselerin şöyle kısacık bir çetelesine bakalım:
BİR: 1915'te dönemin İçişleri Bakanı Talat Paşanın dayatması ile çıkartılan "Tehcir Kànunu."
Bu kànunla bağlantılı belgelere bakıldığında, sağlık, güvenlik, iaşe, ibate gibi her türlü insanî tedbir alınmış, yani herşey yolunda, herşey tas–tamam gibi görünüyor.
Ne var ki, uygulama safhası hiç de öyle değil. Taşnak ve Hınçak gibi silâhlı çetelerin sergilemiş olduğu vahşet tabloları bahane edilerek, çoğu mâsum yüz binlerce Ermeni vatandaş yerinden, yurdundan edilerek âdeta "ölüm göçü"ne zorlandı.
Bu gayr–i insanî muamele esnasında yaşanan kanlı kargaşa sebebiyle, yine yüz binlerce Ermeni ve Müslümanın kanı döküldü, can ve malları telef oldu, hatta yer yer nâmusları lekelendi.
Neticede, asırlardır birlikte huzur içinde yaşayan bu unsurlar, birbirine düşman kesildi. Aralarındaki barış, hâlâ sağlanabilmiş değil. Dahası, diplomaside bugün bile Türkiye'nin başını ağrıtan en ciddî meselelerden biridir.
Ne hayrettir ki, Savunma Bakanımız ortaya çıkıp bu derin yarayı deşercesine, hatta üzerine tuz basarcasına konuşabiliyor.
İKİ: Yine Talat Paşanın dayatması ile 1914'te çıkartılan, ancak 1916'da tatbikat sahasına konulan "İskân–ı Aşair ve Mühacirîn Kànunu."
Bu kànun da, 1913–1914 yıllarında yaşanan Bitlis'teki Şeyh Selim ve Kuzey Irak'taki Şeyh Abdüsselâm hadisesi bahane edilerek hazırlandı. Tıpkı, 1925'te Şeyh Said hadisesi sebebiyle çıkartılan "Takrir–i SükûnKànunu" gibi...
"Kürt nüfusunu ehlileştirmek, medenileştirmek" maksadıyla çıkarıldığı ifade edilen bu kànuna dayanılarak, yaklaşık 650 bin vatandaş yine yerinden yurdundan edilerek özellikle Garbî Anadolu'ya sevk edilir. (Bkz: Celâdet Bedirhan'ın M. Kemal'e Mektubu, Doz Yayınları.)
Ne var ki, bu mühaceret esnasında da soğuk, meşakkat, hastalık ve açlık sebebiyle binlerce insanın telef olduğu anlaşılıyor. (Bkz: Fuat Dündar, "İttihat ve Terakki'nin Etnisite Mühendisliği 1913–1918", İletişim Yayınları.)
Bu elim vak'a, Üstad Bediüzzaman'ın 1920'de basılan ilk Tarihçe–i Hayat'ının sonunda yer alan Mahmud Nejad'ın şiirinde de aynen teyid ediliyor.
Bursa'da sürgünde bulunan Süleymaniye'li şair, vatan hasretiyle yanıp tutuştuğu halde, "tehcir"e saplandığı için "Tekbir"i de unutan Nâzır (Talat Bey) tarafından yine de serbest bırakılmıyor. İşte, o uzun şiirden sadece birkaç mısra:
Ah! Hep sana gelmek, sana koşmaktı hayalim,
Lâkin beni kış bağladı; yok şimdi mecâlim.
Yavrularını istemişsin, hepsi de hazır,
Kim yollayacak onları, sormaz bile Nâzır.
Onlar (nâzır), yalnız bir nakarat ile öterler
Tehcir için, Tekbiri de zâhir unuturlar.
Lâkin, senin evlatlarının azmi metindir,
Her azm û iradetlinin âtisi emindir.
Çıplak da, yayan da sana doğru geliyorlar
Dağlarda, o karlarda da ekser donuyorlar
Ah anne, güzel anne! Şu çocuklara söyle!
Hâlâ sürecek mi şu nifak ortada böyle?
ÜÇ: Yüz binlerce Rum vatandaşı göçe zorlayan "Mübadele Kànunu."
Bu kànun, 1923'te imzalanan Lozan Antlaşmasına son anda iliştirilen bir "ek protokol maddesi"ne dayanıyor.
1924–27 yıllarında tatbik edilen bu kànun gereğince, Türkiye'deki Rumlarla Yunanistan'daki Müslümanlar değiş–tokuş (mübadele) yapıldı. Neticede, yüz binlerce insan, inanılmaz derecedeki acı ve ıztıraplara katlanarak yer değiştirdi.
Ne var ki, buradan göçüp giden Rumlar'ın yerine hâlis Türkler'den ve Müslüman ahaliden ziyade, ekseriyetle Selanik'teki dönmeler ve Sabetaistler getirildi.
Esasında, Rumlar'ın göçü Ermeniler'den de önce başlamıştı. Kitleler halindeki ilk göç hadisesi, tâ 1912'deki Balkan Harbinde yaşanmıştı.
Mason (bkz: Mason.org) ve bozuk İttihatçılar, böylelikle Ermeni ve Kürtlerden sonra Rumları da Müslüman Türkler'e düşman etmede önemli bir başarı elde ettiler. Ki, zaten asıl maksat budur. Yoksa, hakiki Türkler'in böylesi zulümler işlediğini 1400 yıllık İslâm tarihi göstermiyor.
DÖRT: Azınlıkları ezmeye, yıldırmaya ve hatta kaçırtmaya yönelik olarak, 11 Kasım 1942’de çıkartılan "Varlık Vergisi Kànunu."
Bilhassa İstanbul'da ikamet eden Rum ve Ermeni vatandaşları hedef alan bu kànun, onları iki sene içinde canından bezdirecek noktaya getirdi. Hatta öyle ki, nüfus cüzdanları dahi damgalandı.
Az vergi ödüyor gerekçesiyle yakasına yapışılan gayr–ı müslim vatandaşlar, gruplar halinde önce Erzurum Aşkale'deki "çalışma kampına" gönderildiler. Ardından, Sivrihisar'da ikinci bir kamp bölgesine sevk edildiler. Buralarda, adeta köle gibi çalıştırıldılar. Bir kısmı hastalanırken, bir kısmı da hayatını kaybetti bu kamplarda. Kurtulanlar ise, bir yolunu bulup buradan kaçmaya çalıştı. (Bkz: Varlık Vergisi Fâciası; Faik Ökte, Nebioğlu Yay., İstanbul 1951.)
NOT:–1: Hem "Tehcir" ile "Mübadele" kànularını birbirine karıştıran, hem de skandal sözlerini kamufleye çalışan Savunma Bakanı'nın son açıklaması, maalesef ikinci bir skandal niteliği taşıyor Diyor ki: "Canım, biz şimdi de kalkıp aynı şeyleri yapalım demedik ki. Bunlar eskiden olmuştur, Atatürk yapmıştır, iyi de olmuştur; çünkü, ulus devlet, üniter yapı bu sayede teşekkül etmiştir. Vesaire..."
Sormak lâzım tabiî: "Millî devletin sizdeki mânâsı bu mu?" diye...
Elhasıl: Yakın tarihte uygulanan bunca zulmün Türklükle de, Müslümanlıkla da bir alâkası yoktur. Sinsice bir saptırma var.
NOT–2: Aynı baskıcı zihniyet ile bağlantılı olarak 1955'te patlak veren "6/7 Eylül Olayları"na ise, bir sonraki yazıda temas edelim.
15.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Hollanda'da minareler |
|
Kâinatın kubbe-i âsumânında okunan Ezan-ı Muhammedî (asm) vesilesiyle Müslüman olan sayısız insan vardır. Kendimizin müşahede ettiğim yıllar öncesi bir hatıramla şimdi bulunduğum Hollanda’dan bahsetmek istiyorum.
Verilen bir adres neticesinde yeni Müslüman olan Hasan Lehrer isimli bir Alman, beni 1969’un yaz aylarında Mevlânâ diyarı Konya’da buldu. Sünnet olmak istiyordu. Konya Numune Hastanesi’nde sünnet ettirdik ve kendisine nasıl Müslüman olduğunu sordum. “Beni Sultanahmet Camii’nin minareleri Müslüman eyledi. Bir seyahat için İstanbul’a gelmiştim. Sultanahmet Camii’nin minarelerini görünce vücudum titremeye başladı. Caminin içine girdim ve Müslümanlığa orada karar kıldım ve sonra Hasan ismini aldım” cevabı karşısında nasıl bir ülfetin içinde olduğumuzu hissettim. Bir çok kişiye bu hatırayı naklettiğimde o kişiler durup tekrar tekrar o minarelere bakmışlardır...
Aradan yıllar geçti, can dostlarımızın dâvet ve himmetleriyle Hollanda’ya geldik. 400 bin Türkiyeli Hollanda’da yaşıyor. 16 milyonluk Hollanda’da 900.000’in üzerinde Müslüman yaşamaktadır. Tesbitlere göre 450 civarında cami var. Hollanda Diyanet Vakfı’nın 140 cami şubesi bulunmakta. Bu camilerin 29 tanesi temelden kubbeli ve minareli olarak inşâ edilmiş. Altı adedi ise kilise veya havradan camiye tebdil edilmiş. Dün bunlardan bir tanesi olan Mevlânâ Camii’ni yapılan dâvet neticesinde can dostlarımızla ziyaret ettik. Mevcut mütevelli heyetinin anlattıkları, beni 1969 yıllarındaki mezkûr hatırama götürdü.
Aktarmak istediğim şudur: 1270 metrekarelik alanda 4 yılda inşâ edilen ve ibadete açılan Mevlânâ Camii’nin iki minaresi var. Rotterdam şehrinin neresinden baksan görünen yükseklikte. Buraya mütevelli heyetinden randevu alarak gelen Hollandalı gayr-i müslimler hayranlıklarını gizlemiyorlar ve bunların bazıları Müslüman olmaktadır. Bunlardan bir tanesi Meryem ismindeki hanımefendi. Artık yabancı topluluklara bu hanımefendi gelip camiyi, tevhid ve ibadeti anlatmaktadır. Yine bir Hollandalı vatandaş, haftanın belli bir gününde buraya kadar gelip bu çifte minareleri seyrederken heyecana geldiğini ve titrediğini söylüyor.
Evet o açık gözle minarelere bakmak insanda bambaşka ufuklar açıyor... Ezanlarla birlikte ruhuna ürpertiler veriyor... Bu itibarla ezanlar, minareler ve camiler, dünyanın bütün beldelerine gidiyor ve gitmeye devam edecektir. Asr-ı Saadet’ten bugüne kadar asırlar boyu ezanlar, minareler ve camiler ne muhteşem bir insicam ve ne muhteşem bir nurânî inşirah çizmişler! Bir camiden aldığımız bu. Bakalım program müddetince neler alacağız ve neler vereceğiz. Bir cami böyle ise diğerlerinin nasıl olduğunu İnşaallah bu satırlarda göreceğiz. Çünkü yurt dışındaki camiler sadece namaz kılınan bir mekân değil, vatandaşlarımızın bir araya geldiği, acı ve mutlulukların paylaşıldığı, çocuklara Kur’ân-ı Kerim ve dinî bilgilerin öğretildiği, sosyal ve kültürel faaliyetlerin yapıldığı çok yönlü birer kültür merkezidir.
İkinci uğrak yerimiz Hollanda’nın, bir mânâda Avrupa’nın mânevî ve önemli bir çekirdeği Rotterdam ve oradaki İslâm Üniversitesi. İslâm Üniversitesi’nin rektörlüğünü büyük bir gayretle Prof. Dr. Ahmet Akgündüz ve yönetimi yürütmektedir. Detaylarını ayrı bir makalede zikredeceğim. Çünki bu İslâm Üniversitesi’nin varlığı elzem ve mülzemdir. Bu üniversitesite birinci gün Prof. Dr. Bünyamin Duran’ın nezaretinde “Mevlânâ’dan esintiler”, ikinci günün akşamında ise Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün “Kur’ân’da tebliğ metodu” başlıklı tebliğinden sonra “Hz. Bediüzzaman’dan çağımıza müjdeler” başlıklı hitabede bulunduk. Bu ve emsâli calışmalarımız diğer makalelerde olacak İnşallah. Emeği geçenlere, başta fahrî İslâm gönüllüsü Rıza Deniz Beyefendi ve yakın dâvâ arkadaşlarına ve İslâm Üniversitesinin rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz ve öğretim üyesi arkadaşlarına binler tebrik ve teşekkürler.
15.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|