Evvelde böyle değildi. Eğri oturup doğru konuşmak, kelâm-ı kibar sırasına geçmişti. İnsanlığın bir temel değeri tevazu, hal diliyle anlatılırdı. Ya bağdaş kurulur, ya karna çekilip dize dayanılarak oturulur veya diz çökülürdü. Hepsi de tevazudan haber verirlerdi. Eğri oturmaktan maksat, yukarıdaki oturma şekilleriydi.
Sonradan bazı şeyler değişti. Dinsiz Batı felsefesinin ruhlara üflediği ENE mikrobu insanlarımıza da bulaşınca, eğri oturmalar yerini doğru oturmalara bırakmaya başladı. Rükû ve secdenin mânâlarını bilemeyenler, eğri oturmanın hikmetini de öğrenemediler. Felsefenin Asyalı çocukları kilise oturmalarına özenince, halkevlerini “mabed” edinmeye yöneldiler. Sıralarda oturacak, rükû ve secdeden kurtulacaklardı. Felsefenin hışmına uğramış kalbin etrafında gurur ve kibir çoktan filizlenmeye başlamıştı. Evvelâ doğru oturacak, sonra da yanlış konuşacaklardı.
Materyalist felsefenin sıralarında yetişmiş şakirtlerin yürüyüşleri dikkatinizi hiç çekti mi? Mütevazi Anadolulu insanlar, onları “mertek yutmuşlara” benzetirler. Kaskatı kesilerek, olabildiğince tepeden bakıp sorgulayıcı bakışlarla yürüyenlere bizim gibi uzun zamanlar Avrupa’da yaşayanlar daha fazla şahit olmuşlardır. Küçük birer nemrut ve firavun gibi diklenerek yürüyenleri Kur’ân-ı Kerim ikaz eder, tehditlerde bulunur. Dağları aşamayacaklarını, yeri eşip geçemeyeceklerini ihtar eder.
Zaman içinde yalnızca “doğru oturmayı” almadık Batıdan. “Yanlış konuşma” hastalığı da zehirli bir bakteri gibi sosyal bünyemize sirayet etti. Mânânın aleyhindeki lâfız süslemeleri, kitaplardan başlayarak, gazete, dergi, sinema ve ekranlardan dimağlarımıza akmaya başladı. Sonra bununla da yetinmedik, bir İngilizin şahsiyetini, bir Fransızın şarlatanlığını veya Amerikalının düzenbazlığını programlar halinde İslâm coğrafyalarına taşıdık avuç avuç, paralar ve kulaç kulaç zamanlar harcadık onlara... Tesirli konuşmayı öğrenip, sehhar olup muhataplarımızı alt edecektik. Bâtılı hak, hakkı bâtıl suretinde gösterme de olsaydı neticesi, biz galip gelecektik. Yanlış tezleri düzgün cümlelerle, beden diliyle, kendimizden emin ruh halleriyle savunarak üste çıkacaktık. Çünkü dünya böyle yapıyordu. Neocon ve Neoliberaller böyle yapardı. Amerika ve Avrupa siyasetlerine el koymuşlardı. Kabil ve Bağdat’ı işgal edenler, Amerikan efkâr-ı ammesini bu üslûplarla iğfal etmişlerdi. Medyayı da yanına alarak, doğru cümlelerle yanlış neticelere gitmenin geçici başarısını görenler, hep bu üslûplara hayran oldular. Kürsülerdeki konuşmalarla icraatlardaki neticelerin ne kadar birbirine zıt olduğunu anlamak için zamana ihtiyaç vardı. Lisan-ı hal denilen icraatların, konuşmaları ne denli tekzip ettiğini görmek için sabır lâzımdı. Zira konuştuklarında itiraza mahal nokta bırakmıyorlardı. O kadar doğru ve kendilerinden emin konuşuyor görünüyorlardı ki, itirazınız sizi sosyal linçe götürebilirdi. Beklemek gerekiyordu. Maalesef küreselleşen bu yanlış üslûbun manyetik alanına yakalananlar, sıdk ile kizbi birbirinden tefrik edemez hale geliyordu.
Doğru konuşmak fıtrattı. Tevazu, mahviyet ve paylaşmanın fıtrat olduğu gibi... Düzgün, süslü ve sesli cümlelerle yanlışı müdafaa ise istibdadın eseriydi.
Bazen, müdafaa edilen yanlış tezlerin, hataları gizli tutularak da yanlış konuşulabiliyor. Sıdkın olmadığı yerlerde doğru cümlelerin mantıkî cümleleri de bir gerçeğe ulaştırmaz. Fıtrat, muhatabın doğruyu yakalamasını esas kabul eder cümlelerde.
Dünyadaki şu çöküş, yangın ve felâketlerin, bir yönüyle yanlış konuşmalara dayandığını herkes biliyor. Yanlış beyanlar, yeni yanlışlarla düzeltilemiyor. Doğru temellere inilmeden, yanlışların getirdiği enkazlar temizlenmeden, sağlam binaların inşası mümkün değildir. Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle, zamanın her türlü yalana fetvayı kaldırdığı gibi, en büyük hilenin de hilesizlik olduğunu biliyoruz. İnsanlık artık fıtrî kara gözlüleri arıyor.
17.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|