"Gerçekten" haber verir 17 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Yeni Asyadan Size

Bir mektup



Zaman zaman yaptığımız gibi, bu hafta da sizi bir okur mektubuyla başbaşa bırakıyoruz. Rize’den Abdullah Uzun yazıyor:

1980 yılında rahmetli babam ölünce kısa bir dönem bunalımlı günler geçirdim. O dönemlerde tutunacak bir sığınak ararken rahmetli Cavit Kayıkçı amcam bana kol kanat gerdi. Sol görüşlü biriydim. Okumasam dahi Cumhuriyet gazetesinin abone bedelini devamlı öderdim.

Bir gün çalıştığım kurumda bir ağabey bana “İşyerinde kullanılmak üzere bir adet battaniye alalım” dedi. Ben “Sümerbank mağazasından alalım’ dedim.

O da bana—şimdi rahmetli oldu—’Hayır, başka bir yer var, oradan alalım’ diyerek rahmetli Cavit dayının mağazasına götürdü. Kendisi ak sakallı, nuranî bir sima taşıyordu. Oturduk, biraz sohbet ettik. Dükkânı aynı zamanda isteyenlere kitap dağıtan bir hayır kurumu gibiydi. Ben oradan çıktım. Ama aklım Cavit dayıda kalmıştı.

Bir gün Cuma günü namaz çıkışında bana selâm verdi. Ben de selâmını aldım. Dükkâna gittik. Çay ısmarladı. Tadı bile başkaydı. Masanın üzerinde ilk kez Yeni Asya gazetesini gördüm. Cavit dayının samimiyetine binaen bir gün gazete bayiinden ben de Yeni Asya aldım. O dönemler sol üst köşede kitap tanıtımı vardı. Ben de istemek için kestim. Cebime koydum. Birkaç gün sonra Cavit dayının yanına gidip de o kitapları vitrinde görünce çok sevindim. Bedeli karşılığında istedim, vermedi. “Oku, getir” dedi, anlaştık ve aldım.

Kitapları okumaya başladım. İçimdeki kaybolmaya yüz tutan İslâm ve ibadet aşkı yeniden canlandı. Uzun hikâye bu... Kısa kısa geçeceğim.

Önce Hacı Cavit dayıya “Bir kitapçı dükkânı açalım” dedim. Ben önderlik ettim ve açtık. Derslere başladım. Yeni bir heyecan ile hizmete koyuldum.

Geçmişte yaşamış olduğum günlerimi mezara gömmek ve hizmetle yeniden dirilmek için çalışmaya başladım. ‘Solcu’ iken de dâvâ adamıydım ya. O dâvâ adamlığım burada da aynen devam etti. Çok kınandım, aşağılandım, ama asla vazgeçmedim. Çünkü samimiydim. Evde bile kınandım. Onlar da daha sonra benim iç duygularımı anladılar. Hepsi namaza başladı. Sabah namazlarını evde hep birlikte kılmaya başladık. Bunlar da uzun hikâye...

Dükkânı açtıktan sonra Risale-i Nur satışına ve gazeteyi elden dağıtmaya başladım. Bir yandan dersler, diğer yandan çalıştığım kurumdaki sorumluluğum ve diğer yandan da aldığım aylıkla satın aldığım kitapların bedelini ödemek...

Evden ilk zamanlar bayağı tepki aldım. Ama vazgeçmedim. En büyük yardımcım eşim oldu. Bir gün çok parasız kaldığımızda bileziklerini bozdurdu. Hizmette kullandık. Bana her konuda “Sabret, daha sonra Allah bunları yerine koydurur” dedi.

Mahkemeye düştük. İfademi aldılar. “Devlet memuru bunları yapamaz” dediler. Birşey olmadı. Bir vesileyle her sorun tek tek atlatıldı. Ben elden gazete dağıtmaya devam ettim. Uzun yıllar böyle gitti.

Ankara’ya gidip orada da çalıştım. Sabah erkenden kalkıp tren garına giderek elden gazete satıyordum. Bazen para alamıyor, cebimden veriyordum. Bir gün gazetelerimi, tartıştığım birisi yırttı. Elimde 25 gazeteden 2 tane kaldı. Gidip parasını ödemeden bir bankta oturdum. Yanıma gelen bir genç elimdeki gazeteyi istedi. Ben de yaşlı gözlerle “Al, bunlar da senin olsun” dedim. Bana “Hayrola, ne oldu?” diye sordu. Ben de olanları anlattım. Bana kendisinin memur olduğunu söyledi. Biraz para verdi ve “Al, kayıplarını bununla kapat” dedi.

Ben memlekete dönecektim. Cebimde harçlık da bitmişti. Fazla para verdiği için dedim ki: “Kalanı otobüs bileti için kullanabilir miyim?” “Tabiî” dedi ve dua etti.

Bir ara Yeni Asya, Yeni Nesil oldu. Bu dönemlerde olanlara girmek istemiyorum. Zaman en güzel cevabı verecektir. Bugün Yeni Asya gazetesini bir kitap gibi her sabah, emekli olduktan sonra çalıştığım işyerinde okurum. Okuduktan sonra da çay ocaklarına bırakırım.

Allah çalışanlarından, emeği geçenlerden razı olsun, rahmetli olanlara rahmet eylesin. Kalanlara hizmet aşkı ve şevkinin devamını nasip etsin. Amin.

17.11.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Petrol su gibi aksa bile!



Çelişkilerden bir türlü kurtulamıyoruz. Maalesef; ekonomimiz de, siyasetimiz de, demokrasimiz de ‘bize özel’ unsurlar taşıyor.

Siyaset ve demokrasimizin ‘bize has’ unsurlarını bir yana bırakıp; aktüel olması bakımından ekonomimize baktığımızda dünyanın en pahalı akaryakıtını kullandığımız gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Başlangıçta bu durum, ham petrol fiyatının dünya piyasalarında artmasına bağlanmıştı. Geçen yıllarda 30 ile 40 dolar arasında satılan ham petrol, ‘istikrarlı’ bir şekilde pahalanmış ve 150 dolar civarına yükselmişti. Bu durum, petrolden kasalarını dolduranları sevindirirken, vatandaşın da itiraz etme hakkı kalmamıştı. Öyle ya, Türkiye petrolü ithal ediyordu ve elimizde olmayan sebeplerle artan fiyatlardan Türkiye’yi idare edenler sorumlu değildi!

İlk bakışta haklı gibi görülen bu kabul, aslında temelde doğru olmayan bir tesbit. Çünkü akaryakıt fiyatlarının yüksek olmasında tek sorumlu ham petrolün dış piyasalarda pahalı olması değil. Asıl kabahat, petrol pompalarını ‘vergi dairesi’ gibi gören anlayışta. Akaryakıta ödenen paranın büyük bölümü devlete vergi olarak gidiyor!

Belki de yıllardan beri tartışılan bu konu, yapılan yeni bir açıklama ile tazelendi. Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) Başkanı Hasan Köktaş, özetle şunları söylemiş: 1 Temmuz’dan sonra ham petrol fiyatlarında yüzde 60 indirim olmasına rağmen dolar yüzde 26 değer kazandı. Bir litre benzinde yüzde 62.1 yani 1.98 YTL, bir litre motorinde ise yüzde 50.3, yani 1.44 YTL vergi bulunuyor. Bu vergiler maktu. Bir litre benzinin üç lira olduğunu varsayarsak, bunun 1.98’i zaten sabit vergidir. “Yüzde 60’lık indirim oldu” dediğimiz konu kalan yüzde 38’lik kısmındaki oynamadır. Varsayalım petrol, evimizdeki musluktan akıyor ve bedava elde ediyoruz. Bugünkü şartlarda o petrol bize 1.98 liraya fatura edilir. (AA, 15 Kasım 2008)

Evet, akaryakıttaki yüksek vergilerin cebimizi yaktığını bundan daha iyi ne anlatabilir ki? Benzin, dereleden bedava akan su gibi olsa ve biz bunun sadece vergisini vererek kullanacak olsak, yine 2 YTL ödememiz gerekecek! Dolayısı ile, ham petrol fiyatının artması ya da azalmasından daha önemli olan; devletin bu ‘ürün’ün satıldığı yerleri vergi dairesi gibi görmesidir.

Peki, niçin böyle? Çünkü ‘yeni tavuk’lar bulmak yerine, kümesteki ‘kaz’ları yolmak, onlardan daha fazla ‘tüy’ koparmak kolay geliyor. Kaynağından kolayca kesilen vergiler varken, yeni mükellefler bulmak ya da kayıt dışı ekonomiyi takip için kim gayret gösterir? Bir kalem hareketiyle bütçeye trilyonlar kazandırmak daha kolay değil mi? İşte, Türkiye’yi idare edenlerin tercih ettiği yanlış yol...

Yıllardan beri ‘Vah, vah! Keşke petrol ithal eden ülke olmasaydık, bizim de petrolümüz olsaydı” diye kendimizi kandırdık! Türkiye’yi idare edenlerde bu anlayış olduktan sonra, Türkiye petrol ihraç eden ülke bile olsa akaryakıt fiyatları ucuz olmaz!

Anladık mı asıl kabahatin kimde olduğunu?

17.11.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Aleviliği İslâmın dışına itme tuzağı



Geçtiğimiz hafta bazı Alevî derneklerinin Ankara’daki mitingi üzerindeki tartışmalar devam ediyor. Mecliste, medyada ve toplumda “Hangi Alevilik?” ve “Aleviler dinî azınlık mı?” sorularına cevap aranıyor…

Mitingde afişe edilen “talepler”in bir kısmının AB Konseyinin “AİHM’nin kararı” olarak “Türkiye İlerleme Raporu”nda yer alması, Ankara’nın bu hususta da ciddî bir ihmal ve gevşeklik içinde olduğunu ele veriyor. Belli ki bir yandan İslâm dini içinde Aleviliğin ayrı bir mezhep gibi görülmesiyle diğer yandan “laiklik ekseninde Alevilik” tuhaf çarpıtması iç içe girmiş. Bundandır ki “eşit yurttaşlık” sloganıyla dile getirilen talepler hem birbiriyle çelişiyor, hem de Aleviliği İslâm dini dışında ayrı bir “din,” Alevileri de adeta “dinî bir azınlık” durumuna düşürüyor.

Merak konusu; Türkiye’de devletin denetim ve gözetimi altındaki din eğitimi ve öğretiminde, Aleviliğin Hz. Ali’ye uzanan ve Ehli Beyt muhabbetini esas alan muhtevada doğru okutulmasını istemeleri gereken derneklerin, ilköğretim dördüncü sınıftan sonra verilen, haftada iki saati geçmeyen “din kültürü ve ahlâk bilgisi” derslerinin kaldırılmasını istemeleri ne ile telif edilir?

“Alevilik” İslâm dini dışında farklı itikadı ve ibadeti olan ayrı bir “din” ya da mezhep mi ki, yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede İslâmla birlikte diğer dinler hakkında genel mâlûmattan öteye geçmeyen “din dersleri”nin bile kaldırılması isteniyor…

Görünen o ki Ankara “Alevîleri Müslümanlıktan ayırma oyunu”na geliyor. Söz konusu derneklerin “din dersleri kaldırılsın” pankartları, bilerek ya da bilmeyerek Aleviliği İslâmdan ayıran, çelişkili, anlamını aşan, “müfrit Rafiziliğe” kaçan; dahası Alevileri Müslümanlığın dışına iten tuzağın bir tezahürü olarak karşımıza çıkıyor…

CEMEVLERİ, CAMİLERE

ALTERNATİF OLUR MU?

Derneklerin diğer “slogan talepleri” de tezatlarla muallel çarpık çıkmaz içinde…

“Cemevlerine ibadethâne statüsü verilmesi” ile “Alevî köylerine cami yapılmaması” ve “Alevî köylerindeki Diyanet’e bağlı imamların başka yerlere gönderilmesi” istekleri, bütün dünyanın gözü önünde cemevlerini camilere “alternatif” gösterme tezgâhını açığa çıkarıyor.

Sormak lâzım; Ehl-i Sünnet ve Cemaatin de temel bir düsturu olan Ehl-i Beyt muhabbetini ve Hz. Ali’nin ictihadının haklılığını ve isabetini öncelemekle, Aleviliği İslâm dairesi dışına çekmenin ne ilgisi var? Alevilerin de içinde bulunduğu ve iman esaslarında hiçbir itikadî ayrılığın bulunmadığı Müslümanların on dört asırdır birlikte ibadet ettikleri camilere alternatif olarak “cemevleri”nin icâdının maksadı nedir?

Asr-ı Saadetten beri bütün Müslümanlar camileri, mescidleri “ibâdethane” yaptılar. Tıpkı Yahudilerin sinagog ve havraları, Hıristiyanların kiliseleri mâbed edinmesi gibi.

Kaldı ki Hıristiyanların mezhepleri ve hatta etnik kökenlerine göre ayrı ayrı kiliseleri olmasına karşılık, İslâm’da sınırlı birkaç teferruatta amelî farklılıkları bulunan mezhep mensuplarının bütünü camileri birlikte namaz kılınan, ibâdet edilen Müslümanların ortak ibâdet mekânları olarak gördü. Buna Aleviler de dahil…

Zira Kur’ân’da Müslümanların ibâdet için buluştukları mekânlar “mescidler” olarak târif ediliyor; ve bu mescidlerde başta namaz olmak üzere Alevilerin de inandığı ve mükellef olduğu ibâdetlerin yapılması belirtiliyor.

Aslında cemevlerini camilerin yerine ikame etme iddiasındaki dernekler de biliyor ki, sema ayinlerinin, folklorik gösterilerin yapıldığı, sazlar eşliğinde oyunların oynandığı, müzik âletlerinin çalındığı cemevleri gibi mekânlar, birer “kültür evi”nde ibâret…

Gerçekten Uzakdoğu’dan Mağrib’e bütün İslâm âleminin bin dört yüzü aşkın senedir Müslümanların ortak ibâdet mekânı olarak kabul ettiği camilere, son demde “cemevleri” alternatifinin türetilmesinin hangi dinî dayanağı, hangi maslahatı var?..

DİYANET, KAMUOYONU

AYDINLATMALI…

Belli ki İslâm’ın temel esaslarıyla telifi mümkün olmayan “icadlar”ın amacı, İslâm dünyasında “Sünnî-Şiî”, “Müslüman-Alevî” ikilemiyle alevlendirilen ve ayrışan dehşetli fitneye zemin hazırlamak içindir. İslâmı, asırlarca süren mezhep çatışmalarıyla tükenen Hıristiyanlığa kıyasa kalkışıp; “iç savaş”a ve “din çatışma”sına sürüklemeye yeltenmektir.

Alevîliğin İslâm dışına itilmesi, Müslümanların camisinin yanı sıra Alevîlerin cemevinin mâbed olarak manipülasyonun maksadı, “Şîi-Sünnî” maskesinde “büyük Ortadoğu projesi” çerçevesinde “Alevî-Sünnî ayrımı” üzerine ifsadı kışkırtmak, iç çatışma çıkarmaktır.

Ve ne yazık ki hükümet, Aleviliğin İslâm dairesinin içinde olduğunu, Alevîlerin Müslüman olduğunu Diyanet’in raporları ve dinî, tarihî sosyolojik delillere dayanarak AB’ye, AİHM’e iletmek yerine,“Alevîlere özgürlük” propagandasında Alevîlerin “dinî azınlık” gibi lanse edilmesi plânına seyirci kalıyor.

AKP siyasî iktidarı, Türkiye’deki gayr-ı müslimlerin sadece “dinî azınlık” kabul edildiğini, Alevîlerin “dinî azınlık” değil, yüzde doksan dokuzu Müslüman olan büyük çoğunluktan olduklarını AB bir yana kamuoyuna bildirmekten dahi âciz kalıyor. Sahi, okullardaki kifayetsiz “din derslerinin kaldırılması”nı ve Alevî köylerindeki “camilerin kapanması”nı istemenin, cemevlerinin “ibadethâne” kabul edilip zakirlere maaş bağlatmanın, Aleviliği İslâm içindeki hakikatini inkâr anlamına gelmez mi?

Peki, Diyanet neden bütün bu hususlara açıklık getirmez? Bazı derneklerin “Aleviler adına” ileri sürdükleri bu “aykırı iddialar”a İslâmî kaynaklardan, İslâm tarihinden doğru dürüst cevap vermez, kamuoyunu aydınlatmaz? Niçin, cemevlerinin camilerin alternatifi olmadığını, camilerin bütün Müslümanların ibadet yeri olduğunu dinî delilleriyle ortaya koymaz?

Sonra Diyanetten sorumlu Devlet Bakanı, neden “Atatürk’ün Cumhuriyet’e kazandırdığı önemli bir kurumdur” diye meseleyi salt “Diyanet’in lağvedilmesi”ne hasreder; düşük profilli “Atatürk’lü savunma”yla yetinir; başka tavzihte bulunmaz? Diğer “uç fikirler”e itibar edilmemesinin gereğini anlatmaz? En önemlisi, Diyanet neden bütün bu hususlarda suskun kalır?

Devletin din işleriyle yetkili anayasal kurumu olan Diyanet’in, kavram kargaşasına son vermesinin, gerçek Aleviliği ve Aleviliğin İslâm’ın içinde olduğunu dinî referanslarla açıklamasının zamanı gelmedi mi?..

17.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Doğru oturup eğri konuşmak



Evvelde böyle değildi. Eğri oturup doğru konuşmak, kelâm-ı kibar sırasına geçmişti. İnsanlığın bir temel değeri tevazu, hal diliyle anlatılırdı. Ya bağdaş kurulur, ya karna çekilip dize dayanılarak oturulur veya diz çökülürdü. Hepsi de tevazudan haber verirlerdi. Eğri oturmaktan maksat, yukarıdaki oturma şekilleriydi.

Sonradan bazı şeyler değişti. Dinsiz Batı felsefesinin ruhlara üflediği ENE mikrobu insanlarımıza da bulaşınca, eğri oturmalar yerini doğru oturmalara bırakmaya başladı. Rükû ve secdenin mânâlarını bilemeyenler, eğri oturmanın hikmetini de öğrenemediler. Felsefenin Asyalı çocukları kilise oturmalarına özenince, halkevlerini “mabed” edinmeye yöneldiler. Sıralarda oturacak, rükû ve secdeden kurtulacaklardı. Felsefenin hışmına uğramış kalbin etrafında gurur ve kibir çoktan filizlenmeye başlamıştı. Evvelâ doğru oturacak, sonra da yanlış konuşacaklardı.

Materyalist felsefenin sıralarında yetişmiş şakirtlerin yürüyüşleri dikkatinizi hiç çekti mi? Mütevazi Anadolulu insanlar, onları “mertek yutmuşlara” benzetirler. Kaskatı kesilerek, olabildiğince tepeden bakıp sorgulayıcı bakışlarla yürüyenlere bizim gibi uzun zamanlar Avrupa’da yaşayanlar daha fazla şahit olmuşlardır. Küçük birer nemrut ve firavun gibi diklenerek yürüyenleri Kur’ân-ı Kerim ikaz eder, tehditlerde bulunur. Dağları aşamayacaklarını, yeri eşip geçemeyeceklerini ihtar eder.

Zaman içinde yalnızca “doğru oturmayı” almadık Batıdan. “Yanlış konuşma” hastalığı da zehirli bir bakteri gibi sosyal bünyemize sirayet etti. Mânânın aleyhindeki lâfız süslemeleri, kitaplardan başlayarak, gazete, dergi, sinema ve ekranlardan dimağlarımıza akmaya başladı. Sonra bununla da yetinmedik, bir İngilizin şahsiyetini, bir Fransızın şarlatanlığını veya Amerikalının düzenbazlığını programlar halinde İslâm coğrafyalarına taşıdık avuç avuç, paralar ve kulaç kulaç zamanlar harcadık onlara... Tesirli konuşmayı öğrenip, sehhar olup muhataplarımızı alt edecektik. Bâtılı hak, hakkı bâtıl suretinde gösterme de olsaydı neticesi, biz galip gelecektik. Yanlış tezleri düzgün cümlelerle, beden diliyle, kendimizden emin ruh halleriyle savunarak üste çıkacaktık. Çünkü dünya böyle yapıyordu. Neocon ve Neoliberaller böyle yapardı. Amerika ve Avrupa siyasetlerine el koymuşlardı. Kabil ve Bağdat’ı işgal edenler, Amerikan efkâr-ı ammesini bu üslûplarla iğfal etmişlerdi. Medyayı da yanına alarak, doğru cümlelerle yanlış neticelere gitmenin geçici başarısını görenler, hep bu üslûplara hayran oldular. Kürsülerdeki konuşmalarla icraatlardaki neticelerin ne kadar birbirine zıt olduğunu anlamak için zamana ihtiyaç vardı. Lisan-ı hal denilen icraatların, konuşmaları ne denli tekzip ettiğini görmek için sabır lâzımdı. Zira konuştuklarında itiraza mahal nokta bırakmıyorlardı. O kadar doğru ve kendilerinden emin konuşuyor görünüyorlardı ki, itirazınız sizi sosyal linçe götürebilirdi. Beklemek gerekiyordu. Maalesef küreselleşen bu yanlış üslûbun manyetik alanına yakalananlar, sıdk ile kizbi birbirinden tefrik edemez hale geliyordu.

Doğru konuşmak fıtrattı. Tevazu, mahviyet ve paylaşmanın fıtrat olduğu gibi... Düzgün, süslü ve sesli cümlelerle yanlışı müdafaa ise istibdadın eseriydi.

Bazen, müdafaa edilen yanlış tezlerin, hataları gizli tutularak da yanlış konuşulabiliyor. Sıdkın olmadığı yerlerde doğru cümlelerin mantıkî cümleleri de bir gerçeğe ulaştırmaz. Fıtrat, muhatabın doğruyu yakalamasını esas kabul eder cümlelerde.

Dünyadaki şu çöküş, yangın ve felâketlerin, bir yönüyle yanlış konuşmalara dayandığını herkes biliyor. Yanlış beyanlar, yeni yanlışlarla düzeltilemiyor. Doğru temellere inilmeden, yanlışların getirdiği enkazlar temizlenmeden, sağlam binaların inşası mümkün değildir. Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle, zamanın her türlü yalana fetvayı kaldırdığı gibi, en büyük hilenin de hilesizlik olduğunu biliyoruz. İnsanlık artık fıtrî kara gözlüleri arıyor.

17.11.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Son gazi, son Mustafa’



ızı İpek Artunç bile babası Mustafa Şekip Birgöl’ün son gazi olduğunu bilmiyormuş. Bu gerçek Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un titiz takibi sonucu anlaşılmış ve nisyana terk edilmekten son anda kurtulmuş. Son gazi olunca elbette ki değere bindi ve son gaziliğine yaraşır bir biçimde törenler yapıldı ve öteler âlemine tevdî edildi ve yolcu edildi. Ama bu işte bir tevafuklar zinciri de olmalı. Adam son gazi ve Hürriyet gazetesinin de ifade ettiği gibi son Mustafa. Ya da gazilerin son Mustafa’sı. Veya bazılarının sevdiği ifade biçimi ile Mustafa Kemal’in son eseri. İlginçlikler bununla da sınırlı değil. Bilindiği gibi cumhuriyet ilân ve tesis edileli 85 yıl oldu. Hemen akabinde de 10 Kasım’la birlikte Mustafa Kemal 70’inci vefat yıl dönümünde anıldı ve hemen hemen aynı gün de hem gazi hem de Mustafa olan Mustafa Şekip Birgöl vefat etti. Kızı İpek Artunç’un ifadesine göre babası ‘halkçı’ birisiymiş. Elbette tevafuklar zinciri bununla da sınırlı değil. En son Can Dündar’ın Mustafa filmi de Mustafa’ların vedalaşma töreni gibiydi. İngiliz basını film için ilginç bir benzetme kullandı: Atatürk’ü kaidesinden indiren film. Financial Times, Mustafa filminin Mustafa Kemal’i kaidesinden indirdiğini ileri sürdü. Bundan dolayı da Can Dündar’a tabu yıkıcı veya ikon kırıcı veya ikonaklast diyorlar. Hak ediyor mu veya bu vasfı kabul ediyor mu, etmiyor mu o ayrı bir bahis. Ama Mustafa, Mustafa Kemal ve Atatürk ayrımları geçmişte bu kadar keskin ve net konuşulmamıştı. Atatürk, Mustafa Kemal’in efsanevî yönünü, Mustafa ise yalın ve insancıl yönünü temsil ediyor. En azından Can Dündar’ın kastı bu. Lâkin eski tüfek Kemalistler, Mustafa portresine karşılar. Onları asla temsil etmediği gibi, tatmin de etmiyor. Burada Can Dündar inandırıcı olmakla vazifeşinaslık arasında bir tercih yapmış ve inandırıcı olmayı yeğlemiş hepsi bu. Sonra kendisi de her şeye rağmen ‘Kemalist’ olarak tanımlanabilecek bir yapıdan geliyor. Geçmişte de Ergenekon meselesini saptırmakla suçlanmıştı. Celal Kazdağlı ile birlikte yazdığı kitabında Ergenekon’u Çatlılar gibi sağ kesime mâl etmiş ve yıkmıştı.

***

Aslında Mustafa filmi bir tabuyu da tartışmaya açtı. Halbuki tabular tartışılmaz. Tartışılmaya başlandığında tabu, tabu olmaktan çıkar. Gerçekten de tartışmalar keskinleştiğinde veya yaygınlaştığında ister istemez bu yeni bir döneme işaret eder. Bununla birlikte, belki de halk ilk defa bu tartışmalar sayesinde bazı ötelenmiş veya perdelenmiş gerçeklerle yüz yüze geliyor. Bu gerçeklerin önündeki perdeyi açtığından dolayı Can Dündar boy hedefi hâline geldi. Can Dündar’ın üzerinden perdeyi kaldırdığı en önemli hususlardan birisi cumhuriyetin ideolojik yapısıdır. Aslında bu, dar dairede bilinen bir husustu. Her ne kadar Rahmi Turan gibilerin işaret ettiği tali kitaplarda farklı ve dindar bir Mustafa Kemal portresiyle karşılaşıyorsak da birinci elden kitaplar ve resmî tezler bizi farklı bir noktaya götürüyor. Zaten Osmanlı’nın son dönemi pozitivizmin egemen olduğu bir yapı idi. Ve bu yapı Cumhuriyet’i doğurdu. Nitekim Bediüzzaman’ın Şeyh Bahit’e ‘Osmanlı Avrupa’ya hamile ve onu va'z edecektir’ demesi bu şekilde tecelli etmiştir. Cumhuriyetin dünya görüşü pozitivist ve tabiatçı olmasına mukabil yöntemi de dayatmacı, üstten inmeci, militarist ve jakobendir. Baykal gibiler ‘başka türlü devrim nasıl olur ki?’ diyerek bu üstten inmeci veya dayatmacı yöntemi içlerine sindiriyor ve savunuyorlar.

Bu, Anayasa Mahkemesi ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeler meyanında gündeme geldi. Kavga sistemin tepesine taşındı. Anayasa değişikliğinin ‘cesaret işi’ olduğunu söyleyen Başkan Kılıç ile ‘güler yüzlü Frankoculuk’ benzetmesi yapan Raportör Osman Can’a, Başkanvekili Paksüt’ten cevap geldi. Haşim Kılıç’ın sözcü gibi davranarak yetkisini aştığını söyleyen Paksüt, bu tartışmaların toplumu gereceğini ve Can’ın benzetmesinin çirkin hatta suç olduğunu iddia etti.

***

Bunun üzerine ‘elbette ki jakoben anlayışa veya düzene jakoben koruma’ diyerek yaşanan hâli tefsir eden ve yorumlayanlar da oldu. Gerçekten de sistem kendini olağanüstü tedbirlerle koruyor. Yine tartışılan ve ama değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen kimi devrimler Meclis kürsüsünden yapılan ‘İhtimâl ki bazı kafalar kesilecektir’ tehditleri eşliğinde gerçekleştirilmişti. Bu bana Irak valisi olduktan sonra camide muhaliflerini tehdit eden Yusuf Sakafi veya nam-ı diğer Haccac-ı Zalim’in camideki bir konuşmasını hatırlattı. Hasan Basri’nin kendisinden köşe bucak kaçtığı ve ellerinde Said İbni’l Cübeyr gibi tabiinlerin kanı bulunan Haccac-ı Zalim, Emevilerin muhaliflerini sindirmek için veciz ve hatta Arap belâgatının eşsiz örnekleri arasına giren konuşmasında şöyle diyecektir: “Reeytü ruusan kad aynaat hane vaktu kutufiha/Başları üzerinde nice olgunlaşmış kelleler görüyorum. Koparılma vakitleri gelmiştir…”

Tarih dönem dönem tekerrür etmiştir. Kanadalı gazeteci ve yazar Fred A. Reed’in ‘Parçalanmış İmgeler’ kitabında ifade ettiği gibi, Emevilere tam zıt bir ideolojik yapılanma ve konumlanma içinde bulunan Esad hanedanlığı aslında Şam’ın son Emevi hanedanlığıdır. Bu Batılılar arasında yaygın bir kanaattır. Dolayısıyla isim değişmekle müsemma değişmez. Bu bağlamda Beşşar Esad da Şam’ın son Cemal Paşa’sıdır. Emevilere düşman olmak sizi Emevileşmeye karşı dirençli kılmaz…

17.11.2008

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Kelimelerin var mı?



Kelimelerin var mı, aşkı anlatan; daha önce hiç anlatılmamış gibi anlatan? Tırnak açmadan, oradan buradan kopyalayıp yapıştırmadan…

Kelimelerin var mı, hayatı anlatan, kimsenin anlatmadığı gibi? Büyük sözler etmeden, sözü küçültmeden. Yeni ama eskimeyecek. Güzel ama makyajsız.

Kelimelerin var mı, bir annenin evlâdından ayrılışını, sanki dünyada ilk kez oluyormuş, ilk kez anlatılıyormuş gibi anlatacak? Kelimelerin var mı, gözyaşı döktürmek için değil, anlatmak için anlatacak?

Kelimelerin, irili, ufaklı; sertli, yumuşaklı; akıcı, tumturaklı; keskin, elastiki... Bugünü, dünden ödünç benzetmeler, tabirler, yakıştırmalar almadan, ama geçmişten bağlarını da koparmadan anlatacak… Kelimelerin var mı?

Kara kaplı kitapları, sahaflardan alınmış nadir bulunan lügatları, google’un dehlizlerini karıştırmadan; günlük hayattan, meselâ bakkaldan, meselâ otobüsteki biletçiden, meselâ ne alırsan bir liracıdan bile alabileceğin, alıp en güzel şekilde kullanabileceğin, kullanıp başkalaştırabileceğin, önce senin, sonra okuyanın benim diyebileceği kelimelerin var mı?

Öyle hınzır mizahçıların bile dalga geçip gülmeyeceği kadar sahici, içten, gerçek, boyasız, süssüz, makyajsız kelimelerin var mı?

Öyle dikkat kesilelim diye üstüne basa basa, tekrar ede ede söylediğin kelimeler arasında, var mı böyle bir kelime?

Koca koca harflerle, yüksek yüksek seslerle söylediğin kelimelerden bir kaçı da böyle mi?

Yorulsak dinlendirecek, usansak heveslendirecek, yanılsak doğrultacak kelimelerin var mı?

Böyle tek bir kelimen bile yoksa, ey insan, insan olmaya dair ne var sende?

17.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Canlarını fedâ edercesine sevmek



Sahabenin “Anam babam, her şeyim fedâ olsun” diyecek kadar Resûlullah’ın (asm) etrafında sevgi halesi getirmesinin temelinde ne vardı?

Bunun cevabı Resul-i Ekrem’in (asm) onların akıl, ruh, kalp ve nefislerini fethetmesinde yatmaktadır. O nasıl bir fetihti ki, ona inanan herkes, onu herkesten çok seviyordu. Allah, Resûlü’ne bu sevgiyi imanın gereği olarak göstermişti. Buyuruyorlardı: “Hiçbir kul, ben kendisine ailesinden, malından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça tam mânâsıyla iman etmiş olamaz.” 1

Ona Allah “Habibim” demişti. Allah’ın, meleklerin sevip salâvat getirdiği bir insan nasıl sevilmezdi? Hayatında, vefatından sonra ve Mahşer gününde hep ümmeti için çırpınmış ve çırpınmayacak mıydı? Bütün meselesi ümmetinin dünya ve ahiret mutluluğu için didinmekti. Ümmeti için hayatını veren bir sevgili için elbet her şey verilirdi.

Uhud’da; Talha bin Ubeydullah da, Sa’d bin Ebî Vakkas da Allah Resûlüne (asm) kol kanat gerenlerdendi. Ensardan Ebû Talha, Resûlullah’a göğsünü siper ediyor, “Göğsüm göğsünüze siperdir ya Resûlullah” diyor, bir taraftan gelen okları savıyor, diğer taraftan düşmana ok fırlatıyordu.

O gün on beş kadar sahabi, Resûlullah’a (asm) kalkan olmuşlardı. Sa’d bin Ebî Vakkas’ın ok atışları, Resûlullah’ın (asm) o kadar hoşuna gitmişti ki, “Allah’ım, Sa’dın atışını, okunu doğrult!” diye duâ ediyor, “Devam Sa’d devam! Anam babam sana feda olsun” diyordu.

Talha bin Ubeydullah da bir ara serseri bir okun Resûlullah’a (asm) doğru geldiğini fark edince elini uzatmış, parmağını feda etmişti. O gün Hz. Talhâ’nın kafası dört köşe yarılmış, uyluk damarı baştan aşağıya kesilmiş, tam yetmiş beş yerinden yara almıştı. Allah Resûlü (asm) onun için “Hayırlı Talha” diyor, yeryüzünde dolaşan Cennetlik birini görmek isteyen için onu tavsiye ediyordu.

O gün her saldırıya göğüs gerenlerden biri de Hz. Ali’ydi. Düşman birlikleri üzerine kahramanca yürüyüp onları püskürtüyor, bu tür kahramanlıklar karşısında Cebrail (as) gelip, “Bu sizin için yapılan bir iyilik ve cömertliktir” diye o kahramanları övüyordu.

Bugün de o yüce Resûlün (asm) sünnetini yaşama ve yaşatma gayretleri içinde olan civanmertler her türlü tebrik ve takdire şâyân.

Dipnot:

1- Müslim, İman: 69; Buhari, İman: 14

17.11.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Ehl-i kitap, ehl-i necat mıdır?



Zübeyir Bey: “Ehl-i kitap kimlere deniyor? Müslüman da ehl-i kitaptan sayılır mı? Ehl-i kitap ehl-i necat mıdır? Kurtuluşa ererler mi?”

“Ehl-i Kitap” tâbiri, her ne kadar sözlükte “Kitaba tâbi olan” mânâsında Müslümanları da içine alıyor olsa da; ıstılâhta Kur’ân’dan önce indirilen İlâhî Kitaplara inananlar mânâsında Yahudi ve Hıristiyanlara verilen unvandır.

Yahudi ve Hıristiyanlardan Allah’a ve Allah’ın son Resûlü olan Hazret-i Muhammed’e (asm) iman eden bahtiyarların, sırat-ı müstakîm üzere olduklarından, dolayısıyla ehl-i necat olduklarından şüphemiz yok. Habeş Kralı Necâşî gibi, Yermük savaşı esnasında Müslüman olarak iki rek’ât namazdan başka namaz kılmak nasip olmadan şehit düşen Rum Komutan Cerece gibi, Prens Bismark gibi, Mister Karleyl gibi, Yusuf İslâm gibi ehl-i kitap iken Kur’ân’ın şefkati ile ihtida eden bahtiyarların sayısı bir hayli fazla.

Diğer ehl-i kitab’a gelince... Bugün için, kendi kitaplarının aslı da ellerinde bulunmayan ehl-i kitabın “imanı” için ne söylenebilir? Kur’ân’ın söylediği gibi söylemeliyiz. Kur’ân ehl-i kitaba diğer inanç sahipleri yanında hususî bir yakınlık duyuyor ve imana çağırıyor: “De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Gelin, sizinle aramızda bulunan ortak bir sözde buluşalım: Ancak Allah’a ibadet edelim; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; Allah’ı bırakıp, bir birimizi Rab olarak benimsemeyelim!’ Eğer yüz çevirirlerse, ‘Bizim Müslüman olduğumuza şahit olun’ deyin!” 1

Bir diğer âyette de şöyle bir çağrı var: “Ey ehl-i kitap! Sizler bildiğiniz halde Allah’ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?” 2

Kur’ân’da ehl-i kitabın müşriklerle bir tutulmayarak, hiç olmazsa iffetli kadınlarının, yemeklerinin ve kestikleri hayvanların helâl kılınması 3, Kur’ân’ın bu zümreye karşı duyduğu yakınlığın ve gösterdiği şefkatin en bariz örneklerinden olsa gerek.

Ehl-i kitabın, geçmişte her ne kadar Allah’ın sıfatlarını yanlış tanımış ve yanlış inanmış olsalar da; günümüzde eski batıl inançlarından her geçen gün biraz daha uzaklaşarak “Tevhid İnancına” yaklaştıkları ve hatta çok yerlerde “Tevhid İnancına” ulaştıklarını şükranla görmek mümkün. Geçmişin kini, husûmeti ve adaveti de günümüzde bulunmadığına ve yerini dinsizlere karşı “ehl-i Kitap” olmanın verdiği dinî bir duygu ile ittifak ve yakınlaşmaya bıraktığına göre; bu aşamada Bedîüzzaman Hazretlerinin (ra) ifade buyurduğu gibi eğer Müslümanlar İslâm ahlâkını kemâliyle yaşarlar ve fiilleriyle gösterirlerse, bu dinlerin tâbilerinin cemaatlerle İslâmiyete girmeye 4 taraftar olabileceklerini nazara aldığımızda, günümüz ehl-i kitabının iman noktasında bir hayli müsbet mesafe aldığı söylenebilir.

Şüphesiz İslâmiyet Allah katında en makbul, en son ve en mükemmel dindir. Ve hiç şüphesiz İslâmiyet’in bu vasfını bilen ve Hazret-i Muhammed’in (asm) son Peygamber olduğunu bildiği halde kabul etmeyen ve yüz çeviren birisinin, Allah’ın bir olduğuna iman etse de ehl-i necat olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak Bedîüzzaman’ın (ra) ifâdesiyle “adem-i kabul başkadır; kabul-ü adem başkadır.” Bilmeyenlerin ve kasıtsız bulunanların durumu bunlarla bir değildir. “...işitmeyen veya bilmeyen adamlar, Peygamberi bilmiyorlar veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler; o noktada cahil kalıyorlar. Marifet-i İlâhiyeye karşı yalnız ‘Lâ ilâhe illallah’ biliyorlar; bunlar ehl-i necat olabilirler.” 5

Bu durumda Son Peygamber’in (asm) tebliğinden uzak bulunmuş, cahil kalmış, kendisine Allah’ın son dini ulaştırılmamış, kalbinde son din ve son Peygambere (asm) karşı herhangi bir kin, iğbirar ve olumsuz tavır bulunmayan; bununla beraber Allah’ın var ve bir olduğunu tasdik eden bir ehl-i Kitab’ın ehl-i necat olduğunu; binâenaleyh Cennet ehli olduğunu söylemek mümkündür.

Allah en doğrusunu bilir!

Dipnotlar:

1- Âl-i İmrân Sûresi, 3/64

2- Âl-i İmrân Sûresi, 3/70

3- Mâide Sûresi,5/5

4- Hutbe-i Şâmiye, s. 20

5- Mektûbât, s. 322

17.11.2008

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Deniz korsanları



Denizcilik sektörü yeni bir tehdit ile karşı karşıya kalmış durumda. Yine bir Türk gemisi korsanlar tarafından kaçırıldı. Yardımcı Denizciliğe ait Karagöl isimli gemimiz 14 mürettebatı ile birlikte fidye almak amacı ile korsanlar tarafından ele geçirildi.

Bundan yaklaşık 20 gün önce de Yasa Denizcilik Şirketine ait Yasa Neslihan adlı gemi 20 mürettebatı ile birlikte kaçırılmıştı. Bu yazının yazıldığı tarihte her iki gemi personeli hâlâ korsanların elinde rehine olarak tutulmaktaydı.

Mayıs ayı içinde de yine bir Türk gemisi M/V Arean, kaçırılmış ve tahmini olarak 1 milyon dolar fidye verilmek şartı ile kurtarılmıştı.

Korsanlar sadece Türk gemileri için değil bütün dünya gemileri için tehdit olmaktadır. Meselâ Birleşik Arap Emirliklerinin 5 gemisi korsanlar tarafından kaçırılınca bu bölgeye gemi seferleri durdurulmuştu. Keza Malezya, Japonya ve Umman gemileri de aynı akıbete uğramışlardı. Korsanlar artık işi iyice azıtmış fidye parasını 4,7 milyon dolara kadar çıkarmışlardı. Peki, ne idi bu korsanları böylesine azgınlaştıran olay?

Başkalarını bilmem, ama benim cevabım; başta ABD olmak üzere bazı Batılı ülkelerin yanlış politikalarıdır. Zira korsanlık olaylarının en fazla gerçekleştiği yer olan Aden Körfezi bu ülkelerin müdahalesi sonucu bir “korsan yatağı” haline dönüşmüştür. Karayib korsanlarına adeta taş çıkarırcasına her geçen gün bu tehdit derinleşmekte dünya denizciliğine büyük darbeler vurmaktadır.

ABD, Somali’ye aynen Irak’ta olduğu gibi sudan bahanelerle müdahale edip meşrû hükümeti yıkınca bölgede bir otorite boşluğu oluşmuştu. Bu da yetmiyormuş gibi birde Batılı güçlerin kışkırtması sonucu 2006 yılında Etiyopya askerlerinin Somali’ye girerek burada iyi-kötü bir otorite kurmuş olan İslâm Mahkemeleri Birliğini (Union of Islamic Courts-UIC) yıkması sonucu korsanlar yeniden atağa kalktılar. Fidye yolu ile büyük paralar kazandıkları için eskiden 100 kişi civarında olan korsan sayısı 2008’li yıllarda 1200 kişiye kadar yükseldiği ifade edilmektedir. Öyle ki 160 tane korsan gurubunun olduğu tahmin edilmektedir.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi biraz geç olsa da uyanmış Aden Körfezindeki korsanlarla mücadele tasarısını onaylamıştır. Ama “bade harabil Basra” veya bade harabil Somali. Ateş düştüğü yeri yakıyor. ABD’nin dünya şerifliğine kalkması ve yanlış hesap yapması sonucu teröristler ve korsanlar dünyanın her yerinde cirit atıyor. ABD’nin burnunu soktuğu her yerde kan gövdeyi götürüyor.

Yeni seçilen Barak Obama öncelikle bu konuyu ele almalı ve daha önce uygulanan ve ne ABD’ye ne de dünya ülkelerine hiçbir menfaati olmayan yanlış politikalardan bir an önce dönülmesini sağlamalıdır. Aksi takdirde ahirzamanda çıkacağı söylenen ve teröristlerle beraber hareket eden korsanların Yecüc Mecüc taifesi olarak bütün dünyayı ateşe vermesi söz konusudur.

Bu yazıyı yazarken Afrika’nın bir başka köşesinde aynen Neslihan adlı dökme yük gemisi gibi bir dökme yük gemisinde yükümüzü boşaltıyoruz. Çok değil iki ay önce ben de gemimle beraber Aden Körfezinden geçtim. Korsan tehlikesi dolayısıyla mümkün olduğu kadar kuzeyden yani Yemen Kıyılarına yakın seyir yapmak zorunda kaldım. Gece vakti gözcülerimizin sayısını arttırarak şüpheli gördükleri teknelerden kaçmaya çalıştık. Çünkü bu korsanlar balıkçı hüviyetine bürünerek gemilere yaklaşıyorlar. Ellerinde otomatik silâhlar hatta roketatarlar bile var. Gemiye çıktıkları takdirde yapacak hiçbir şey yok. En iyisi onlarla uzlaşarak personelin can güvenliğini korumak.

Aklınıza “Alın silâhı siz de karşısına geçip vuruşun” diye bir şey gelmesin. Zira genellikle gemilerde silâh bulunmaz. Bulunsa da bunlarla, korsanlar ile çatışmaya girmek gerekli silâhlı eğitim almamış insanlar için son derece tehlikelidir. İnsanlar gemilere savaşmak için değil üç kuruş ekmek parası için çıkıyorlar. Vuruşmak için talimat vermek bir kaptana yakışmayacağı gibi vebali büyük bir riske girmek demektir.

Peki, ne yapmalı derseniz. Benim düşüncem elden geldiğince bu teknelerden uzak durmaya çalışmak, rotayı tehlikeli sulardan uzak tutacak şekilde çizmek, tehlikeli bölgelerden gündüz vakti geçmek ve gerekirse korsanların tekneye çıkmamaları için kaçınma manevraları yapmaktır. Fakat artık modern sür’at tekneleri kullanan korsanlarla kaptan olarak başa çıkmak yine de çok zordur.

Korsanlarla başa çıkmak için bütün dünya devletleri beraberce hareket etmeli ve en iyisi başta Somali olmak üzere bölge ülkelerinde fakirliği ve yoksulluğu önleyecek politikalar uygulamalıdırlar. Hepsinden önemlisi bölgede otoriteyi sağlayacak meşrû hükümetlere yardım etmek bütün devletlerin öncelikli politikası olmalıdır. Aksi takdirde hâlâ dünya ticaretinin % 80’den fazlasının yapıldığı deniz ticareti, yapılamaz olur. Dünya ekonomisi daha büyük bir krize girer. Zira korsanlığın iyi bir fırsat olduğunu düşünen fakir insanlar başka denizlerde de bu yola tevessül edeceklerdir. Zaten Malakka Boğazı, Çin Denizi ve Afrika’nın bazı kıyıları birer korsan yatağı haline gelmiştir.

Bütün duâ ve dileklerimiz Neslihan gemisindeki denizci kardeşlerimizin sağlıklı bir şekilde yuvalarına dönmesi içindir. Allah, başta kaptan arkadaşımız olmak üzere bütün personelin yardımcıları olsun…

17.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Zamanımız ispatı zarûri kılıyor



Kimi zaman, “İman, inanç bir gönül meselesidir, inanan inanır, inanmayan inanmaz; aklî, mantıkî deliller getirerek ispata ihtiyaç yok!” gibi bir düşünce seslendirilir. Acaba durum iddiâ edildiği gibi midir? Yoksa, İslâmiyet mutlaka izah ve ispat istiyor mu? Geçmiş devirler için ihtiyaç olmayan ispat, günümüz için zaruret mi?

Eski devirlerde herkes itirazsız kabul eder, teslim olurdu. Çünkü, imân esasları mahfuzdu, korunurdu, teslim de kuvvetli idi. Teferruâttâ, âriflerin mârifetleri (bilginlerin bilgileri) delilsiz de olsa, beyânatları makbul idi.1 Ancak, günümüzde, imanlar sarsılmış. Herkes, “Neden, niçin, nasıl, kim, ne, ne zaman, nerede?” gibi soruları soruyor peşpeşe. Zira, şu zamanda fennî sapıtmışlık elini imân ve İslâm şartlarına uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâ ve bürhanlara dayanmak gerekir. Bunun sebebi şudur:

Her mevsimde, rağbet edilen bir mal, bir nesne bulunur. Kışın yünlü, kalın; yazın ince, beyaz renkte elbiseler rağbet görür. Bugünkü âlem çarşısı, yâni sosyal hayatında da, “siyaset metâı, dünya hayatının temini, şaşaası, lüksü ve felsefe” gibi meseleler hükümranlığını sürdürüp akıl ve zihinleri meşgul edip, kimi zaman iğfal ediyor. Kafalar inkâr ve sekülarizmin vesvese ve şüpheleriyle karıştırılmış. Kalpler zedelenmiş. Akıl şaşırtılmış.

İmân esaslarının inkâr edilip, ateizmin hüküm sürdüğü, bid’aların çoğalıp her yere girdiği; dalâletin tahribatının şiddetlendiği 2 dehşetli bir zaman diliminde yaşıyoruz. Pozitivist-tabiatperest ve sair felsefî akımlar; doğrudan doğruya din, imân ve ibâdetlere saldırarak; maddenin ezelî olduğunu kabul etmekle (ve etmeye çabalamakla), Allah’ın yaratıcılığını, dolayısıyla ulûhiyet fikrini temelden reddetmekte 3 ve doğrudan doğruya imânın köklerine şiddetli ve toplu bir sûrette taarruz etmekte. Çok deliller ve parlak bürhanlar ile, îmânın ispatına ve tahkîkine ve muhâfazasına hizmet etmek gerekmektedir.

Her devrin mesaisine o devrin ihtiyaçları yön verir. Bugünün insanı da dünün metoduyla ve çalışma tekniğiyle değil, fakat malzemesini dünden alarak ve yaşadığı devrin ihtiyaçlarına göre çalışmalar yaparak mesaisini sürdürmek 4 zorunda. Bugünkü ilmî birikim, teknolojik seviye son derece mesafe katetmiş. Dolayısıyla kesin ilmî delillere, hüccetlere, bürhanlara dayanan atom bombası veya nükleer enerji kuvvetinde bir yorum gerekli. Aslında, şüpheleri ve hücumları def edip mukâbele eden, her asırda Kur’ân’ın pekçok kahramanları ve mânevî kaleleri vardı. Bugün, inkârcıların birikimlerini kitle iletişim vasıtalarıyla yol bularak yaygınlaştırması; müdâfîlerin yüzden iki üçe inmesi ispat ihtiyacını bir ikiden yüze çıkarmış 5 olduğundan son derece aklî ve ilmî ispata ihtiyaç vardır. Öte yandan, eğer dalâlet cehâletten gelse, izâlesi kolaydır. Fakat, dalâlet fenden ve ilimden gelse, izâlesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan, ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar, hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. 6

Ayrıca insan, sadece kalpten ibâret değil. Başta akıl, vicdan olmak üzere, sâir duygu ve lâtifelerinin de doyması gerekmektedir. İşte Bediüzzaman, en muğlak/kapalı felsefî konuları berraklaştırır. “Kimiz, nereden geliyoruz, bizi kim gönderdi, niçin gönderdi, nereye gidiyoruz?” şeklindeki hayatî sorularımızı cevaplandırarak geleceğin endişelerinden halâs ederek moral gücümüzü yükseltir. Her taraftan beynimize üşüşen sayısız sorularımızı, ikna ve ispat metodunu kullanarak cevaplandırır. Bu, zihnen rahatlamamız, problemler karşısında yıkıcı depresyonlara düşmeden sağlam bir duruş sergilememiz demektir.

Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 351. 2- Sözler, s. 442. 3- Şerafettin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelâm, Konya, 1998, s. 120. 4- Ali Yıldırım, Hadis II, İzmir, 1992, s. 116. 5- Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s. 95. 6- Mektûbât, s. 27.

17.11.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Hakan YALMAN

Varlığa duyulan iç güven ve huzur



oğru halin ve olması gerekenin insanın keyfine göre olmayacağı ya da olmaması gerektiği kabul edilmesi gereken çok önemli bir noktadır. Bu kabul edilmezse olayların ferdin dünyasında yansıması pek çok zaman sıkıntı kaynağı olabilir. Hayatı anlamaya çalışırken ve olayları doğru zeminine oturtma arayışı içinde zıtlıkların içiçeliğinin doğru zemine oturtulmaması durumunda olaylar da doğru anlamını bulamayacaktır. Bu sebeple olsa gerek, fert yaratılan ile kendi doğruları ve beklentileri arasındaki uyumsuzluktan dolayı zaman zaman kâinatı, dolayısı ile yaratılanı ve Yaratan’ı sorgulamak zaaf ve yanlışlığına düşebilir. Bu anlamda varlığı doğru zeminine oturtmak ve doğru anlamlandırmak çok önemlidir.

Varlığın mülk ve melekût olmak üzere iki yönü var. Mülk yönünde zıtlıklar iç içe. İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, adalet zulüm gibi kavramlar yan yana yer alıyorlar. Aynı varlık âleminin melekût tarafında ise sadece olumluluklar ve iyilikler var. Bir kitap şeklinde hazırlanmış maddî âlemde o kitabın okuyucusu olarak, sonsuz cemal ve kemali gayr konumunda anlayacak ve anlamlandıracak konumdaki insanın özellikleri de zıtlarla anlamaya uygun olduğu için varlık âleminde zıtlıklar iç içe. İyilikler ve kötülükler yan yana. Ancak bütün bu maddî âlemin işleyişinin ardından varlık çarklarının dönüşü ile elde edilen hasılat hep olumlu ve iyilik tarafında olmalı.

Zıtlıklar varlık ve idrak arasındaki etkileşimin zemini. Bu etkileşimden hasıl olan mânâlar işleyişin melekûtî boyutunu oluşturur ve orada zaman ve mekân kavramları da olmadığı için azına çoğuna bakılmaz. Savaşları, zulümleri, haksızlıkları gibi olumsuz tarafları ve insanlığın kaydettiği maddî gelişim, yardımlaşma ve dayanışma gibi güzel halleri ile bütün dünya ve insanlık tarihi sadece Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) Hâlık-ı Kâinat’ı idrak zemini olsa yine anlamlı ve hikmetli olurdu. Mülk, tamamıyla güzel ve her şeyiyle hayır olan melekût alanının idrak boyutu ile sınırlı varlıklara gösterilebilmek için zıtlıklar ve sınırlılıklar içinde ortaya konması hali olmalıdır. Bu hal, güneşin varlıklarda yansımasına benzer. Görüntüye zemin olan renklerin aslı, özü, nuru olan ışık güneşte tevhid olmuş ve bizim âlemimizde mülk ve melekût arasındaki bağlantıyı idrakin zemini olmuştur. Renkler güneşin ışığında asıl, öz, hepsinin gerçekliği şeklinde toplanmışken, varlıklar kendi kabiliyetlerine göre, onun bir rengini yansıtırlar. Yedi renk ve bunların koyu/açık tonları tek tek varlıkla da onların güneş ışığını göze yansıtma frekansına göre oraya çıkar, Hiçbir şey yansıtmayanlar siyah, karanlık gözüktüğü gibi, kendinden bir şey katmadan şeffafiyetle yansıtanlar, güneşin küçük bir numunesini ve renklerin tamamının mezcolmuş şekilde gösterirler.

Kendinden özellikler katmak teşahhusatın, letafetle silinerek kendinden olabildiğince az özellik katmak şeffafiyetin ifadesidir. Gece karanlıkta bütünüyle kaybolan varlıklar âlemi, gündüz güneşin doğuşu ile adeta güneşin onda mezcolmuş şekilde bulunan renklerinin yansıdığı, farklı özelliklerin farklı renkleri farklı parlaklıkta yansıttığı bir ayineye dönüşür. Her varlık,—çiçekler, kelebekler, vs.— sanki kendi renklerini, kendi özelliklerini yansıtıyor gibidir. Oysa güneşin yedi renginden altısını gölgeleyip birini ya da kabiliyetine göre birkaçını gölgeleyip bir kaçını yansıtmaktadır. Yansıyanların hiçbiri güneşin aslı, kendi olmaz; en şeffaf, en parlak ayinedeki bile güneşin bütün özelliklerini temsil edemez, güneş olamaz. İşte nuranî, lâtif, her şeyin teklikte mezcolduğu melekût âleminin mülkte yansımasında da benzer bir durum vardır. Güneşin ışığında gizli olan kelebek görüntüsünün gözde oluşabilmesi için kelebek sınırlılığı içinde yansıması gerektiği gibi, sonsuz, sınırsız esmanın şuur sahiplerinde bir ifade oluşturabilmesi için varlıkların sınırlılığı içinde ifade edilmesi gerekli olmaktadır. Sonsuz esmanın sınırlı varlıklarla ifade edilebilmesi sürekli, içiçe ve çok kısa zaman dilimlerinde tekrarlarla ancak mümkün olabilmektedir.

Günlük yaşantıyı değerlendirirken, acımasız katliâmların, menfaat çatışmalarının, işkencelerin kısacası insandaki sınır tanımaz gadabî ve şehevî kuvvelerin uçlarda tezahürlerinin ortasında en uç zıtlıkları yaşarken zaman zaman varlığın kesretinden ve boğuculuğundan çıkıp bu mânâlar düşünülmezse büyük bir karamsarlık ve ruh çöküntüsü yaşanabilir. İnsanlık adına en uç şeylerin yaşandığı, iyilik ve kötülük namına en çarpıcı görüntülerin sahnesi olan şu âlem her şekli ile esma hasıl etmektedir. Nazarlar fıtrî halleri olan işleyişin gerisindeki esmaya yönelmezse varlığın ismî boyutu ile gölgelenir ve o nazarların gerisindeki ruhlar kararır. Oysa varlığın aslı ve özü esmadır. Esma ise hep aydınlıktır ve hep güzeldir. Tek yapılması gereken güzel düşünmek ve güzel görmek olmalıdır.

Olayları yaşarken insan, belirleyen ve yapan konumunda olmadığını gözleyen konumunda olduğunu unutmamalıdır. Bu gözlemi yaparken de varlık denen tabloyu ortaya koyan zatın isimleri ile irtibatlı olarak kâinatı algıladığında isimlerin güzelliğine itimat ve itikattan varlığın geneline yansıyan bir sevgi hali ve her şeyin işleyişine güven duygusu ile bakmak insan psikolojisinin en sağlam dayanak noktası olacaktır. Bu bakış açısı hem bütün nesneleri içeren ontolojik güvenin kaynağı olacak, hem de ferdin iç dengelerini sağlam bir zemine oturtan bakış açısı iç huzurun da en sağlam dayanağı olacaktır.

17.11.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Allah'a kul olmak tek çare



İnsanoğlu kul olmak için yaratılmıştır. Çünkü insanın ihtiyaçları sınırsız olmasına rağmen gücü ve iktidarı bir hiç hükmündedir. Yine arzuları sınırsız olmasına rağmen, bu arzuları yerine getirebilecek imkânları bulunmamaktadır. Kendi imkânlarıyla insanî ihtiyaçlarını bile karşılamaktan aciz olan insan, bir çok işinde kendisi gibi aciz olan insanlara ve hatta hayvanlara bile muhtaç bir duruma gelmektedir.

Yeni dünyaya gözlerini açan bir yavruyu düşünelim. Kendisi ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak olmasına rağmen, kendisinin dünyaya gelmesine vesile olan anne ve baba dahi onun ihtiyaçlarını karşılayamaz. Annenin göğsünde yavru için toplanan sütü yaratan ne annedir, ne de baba. Onlar o yavrunun gerçekten neye muhtaç olduğunu bilemezler. Aklı başında olan şuur sahibi insanlar bilirler ki, bir damla sudan yaratılan o insan yavrusunu anne karnında besleyip şekil veren de, onu dünyaya getirip bol rızıklarla besleyen de Kâinatın Rabbidir.

Varlıkların tamamına kendi konumlarına göre şekil veren, onları kendi yapılışlarına göre rızıklandıran ve her türlü ihtiyaçlarını gideren güç ve kudret sadece bir yaratıcınındır. Her şey gösteriyor ki, kâinatı bütün unsurlarıyla yaratan, yıldızlarla semaları süsleyen, küçücük dünya gezegenini mahlûkatın en şereflisi olan insanlara geçici bir hayat mekânı haline getiren ve onları burada imtihana tabi tutan kudret sadece bir kaynaktan gelmektedir ki, o da her şeyin yaratıcısı olan Allah’tır. Sadece O hayat veriyor ve tebdil-i mekân için ölümü tattırıyor.

Yaratılanların en akıllısı olan insanlar ki, bir kısmı dünya yaratılalı beri şirk ve küfür inancı içinde bulunmasına rağmen, şimdiye kadar Allah inancına karşı bir alternatif inanç sistemini akıllara kabul ettirememişlerdir. Allah’ın kelâmı olan Kur’ân’a karşı şimdiye kadar en azılı inkârcıların bile bir nazire getirmemesinin başka nasıl bir izahı bulunabilir? O Kur’ân ki, insan için en uygun hayat modelini sunmakta, insanoğlu için en mükemmel bir hayat şeklini ortaya koyduğu inkâr edilememektedir.

Göz önündeki bütün yaratılış gerçeklerine rağmen, imtihan gereği, gerçeği bulamayan insanlar da elbette bulunacaktır. Elmas ruhlu insanlarla, kömür ruhlu bedbahtlar elbette birbirinden tefrik edilecektir. Elbette ölümsüzlükle insanlara bahşedilecek ebedî saadet ucuz değildir. Bunun için imtihana tabi kılınanların akıllarına kapı açılmış, ama kimseye zorlamada bulunulmamıştır. Bu sebeple gerçekler güneş gibi ortada olmasına rağmen, inatla küfrünü devam ettiren insanlar da olmaktadır. Zira çalışanla çalışmayan aynı kefeye konulmayacak, imtihanı kazanmak için çaba içinde olanla, imtihanı bile kabul etmeyen gafiller aynı mekânlara gönderilmeyeceklerdir.

Dünyada dahi huzurun kaynağı olan Allah’a imanın değerini anlamak şüphesiz gerçek bir insan olmanın en önemli bir başlangıcıdır. İmanla başlayan bu süreç kullukla devam ettirilirse, insanoğlu yaratılışına uygun bir yol kendisine bulmuş olacaktır. Şeytanlar engel olsa da, nefislere zor gelse de iman gibi insanı huzura kavuşturan başka bir vasıta bulunmamaktadır.

Allah’a kul olmayı hayatının en önemli meselesi haline getiren insanlar sadece kendilerine değil, çevresindeki insanlara ve hatta diğer yaratıklara dahi huzur kaynağı olmaktadırlar. Çünkü imanlı insanlar yaratılış kanunlarına uymayı hayatının en önemli maksadı haline getirmektedirler. Çünkü onlar Rabb-i Rahimlerinin rızasını kazanmak için O’nun yarattığı mahlûkatla iyi geçinmeyi, onları incitmemeyi hayatlarının bir düsturu haline getirmektedirler. Çünkü onlar yaratılanı Yaratandan ötürü severler. Bu da yeryüzünde dostluğun ve sevginin yayılmasını sağlamaktadır.

Tarih de gösteriyor ki, şimdiye kadar beşerin hiçbir kanunu insanlığa ve varlıklara huzur getirmemiştir. Bütün bozgunculukların ve fesatların temelinde, insanın kendine güvenerek ortaya koymuş olduğu kural ve kaideler bulunmaktadır. Allah’tan kopuk bir zihniyetin rehberliğini şeytanlar yapmaktadır. Bunun neticesidir ki insanlar her devirde dünya hâkimiyeti için birbirlerini kırmış, yok etmek için ellerinden geleni yapmışlardır.

Tecrübeler gösteriyor ki, huzurun tek çaresi, her şeyin sahibi olan Allah’ı tanımak ve O’nun Resûlü (asm) vasıtasıyla insanlığa sunduğu İslâm dininin hakikatlerini hayata geçirmektir. Başka türlü arayışlar içinde olanların çabaları netice vermemiştir ve vermeyecektir...

17.11.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır