Geçen yazımızda modern bolşeviklerin, Sovyetlerin dağılmasından sonra yeni elbise ve üslûplarla eski Doğu bloku ülkelerine nasıl musallat olduklarını izaha çalışmıştık. Komünizmi veya bolşevizmi ahirzamanın en tehlikeli dinsizlik cereyanı olarak kabul edenler; karşı müsbet hareketleri de İslâmiyet ve İsevîlik olarak anlamak durumundadırlar. Bu hususla ilgili Bediüzzaman Hazretleri Mektubat isimli eserinde “Tabiiyyun maddiyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı nemrudane... İşte böyle bir sırada o cereyan (dinsizlik) pek kuvvetli göründüğü bir zamanda... Hakikî İsevîlik zuhur edecek... Tahrifattan sıyrılacak, hakaik-ı İslâmiye ile birleşecek ve Kur’ân’a iktida ederek... Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihad neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak...” (Mektubat, s. 60) gibi anahtar cümlelerle, çok müşkül ve hatta imkânsız görünen hadisenin nasıl çözüme kavuşacağının yollarını gösteriyor.
Metnin tamamı yazımızın çerçevesine sığmayacağından, atlayarak iktibasa çalıştığımız mevzunun bütününde, ahirzamanın her iki dehşetli cereyanı anlatılıyor. Konumuz ile alâkalı olması hasebiyle burada yalnızca komünizm, bolşevizm veya “neobolşevizm” üzerinde duracağız. Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Ukrayna gibi ülkelerdeki dinsizlerin günümüz icraatlarını incelediğimizde, neticenin Troçki ve Lenin gibi eski bolşevik temsilcilerinin yaptıklarından pek farklı olmadığını görüyoruz. Bilhassa AB’ye alınan ülkelerdeki çürümeyi durduracak ve komünizmin maddî ve manevî pisliklerini temizleyecek tek unsurun da İslâmiyet ve manen İslâma inkılâb etmiş İsevîlik olduğundan, kimsecikler şüphe etmemeli. Herkes biliyor ki, 1920’li yıllarda bütün dünyaya yayılma istidadı gösteren komünizmi, Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur fikren durdurmuş ve birçok cepheden de öldürmüştü.
Kısa bir zamanda Avrupa’nın yarısını, Çin’i ve daha birçok ülkeyi işgal eden komünizmin Asya’ya yayılmasını Anadolu’daki Kur’ânî hareket önlemişti. Komünizme karşı Önasya ve Afrika için set olmuş Türkiye’deki Müslümanlara burada düşen vazifenin büyüklüğü elbette ortada... Görünen manzara beklentileri nakzediyor. Hem kapitalistlere ve hem de aynı zamanda “yeni bolşeviklere” taşeronluk yapan Türkiye, hem Ortadoğu’da ve hem de Balkanlar’da hayret ve dehşet içinde izleniyor. İnsaniyet ve İslâmiyet damarıyla komşularındaki soygun ve sömürüye karşı koyması göreken Türkiye’nin hangi saiklerle o dinsiz dinozorlara teslim olduğu, bir başka araştırmanın konusu. Bilhassa 12 Eylül’den sonra insaniyet düşmanlarıyla Türkiye arasında gelişen münasebetler derinlemesine incelenmelidir.
Ülkemiz bu musibetzede halklara ünversite düzeyinde ilim ve medeniyet projeleriyle yardım edebilirdi. Yüzyıllardır dinsiz felsefenin tahakkümünde inleyen bu coğrafyalara hürriyete dayalı hikmet, fazilet ve marifet pencereleri açması gereken üniversitelerimizin hangi boyunduruk altında olduklarını unutmamamız gerekiyor. Hür bir üniversitemiz olsaydı, hakikî medeniyet güneşi Sofya, Bükreş, Budapeşte, Kiev ve Varşova üzerine çoktan doğmuş olacaktı. Maddî manevî işbirlikleriyle bu coğrafyalarda insanlığı kirleten komünizmin enkazı en az 10 sene önce kaldırılırdı.
Diyanet’imizin 12 Eylül’le yakalandığı Kemalizmin mengenesi de çok yaman. İslâmiyet bir tarafa, insan olarak bu ülkelerdeki kurumlarla ortak projelerimiz bulunmuyor. Fukara milletimizin dişinden-tırnağından arttırarak yaptırdığı birkaç camiyi de hesaba katmazsanız, ortada birşey göremezsiniz. Dinî cemaatlerdeki dünyevîleşme hastalığı onları da bu yoldan alıkoymuş. Cılız, geleneksel birkaç çalışmadan başka sadra şifa birşey yok.
Zamanımızın yükselen sesi sayılan sivil toplum teşebbüsü de çağın çok gerisinde. Hür ve şeffaf olamayan sivil toplum teşekküllerimiz, ümit ve cesaret dağıtamadıkları gibi, ürkek, tutuk ve hantal duruşlarıyla mevcut beklentileri de boşa çıkarmış. Halbuki STK’lar hür tuplumlarda murakıp vazifesini de üstlenmeli değiller mi? Zalim Avrupa kâfirleri ile münafık Asya zalimlerinin buralardaki cinayetlerini takip ettiklerine dair elimizde doğru dürüst bir rapor bulunmuyor. Hayra teşvik, iyi insanlara ümit ve ülkelerin siyasetçilerine ufuk olaracak projeler ise şimdilik görünmüyorlar.
Doğu bloku ülkelerinin ancak Kur’ân’ın yardımıyla insanî değerlere, maddî refaha, adalete ve doğru hürriyete kavuşabileceğinden kimsenin şüphesi yok. Fakat nasıl olacak sorusuna da net bir cevap yok. Cevabın netleşmesi Türkiye’deki durumların netleşmesine bağlı. Sahnedeki “dindar” siyasî aktörlerin oyununun bitmesi mi beklenecek, yoksa kader yeni bir örgü ile yeni ufuklar mı bahşedecek? Anlaşılan o ki, Balkanların, eski Sovyet Cumhuriyetlerinin ve hatta AB’nin barış ve saadeti de Türkiye’deki düğüme bağlı. Kemalistlerin çizgilerinden zinhar çıkmayan “dindar siyasetçiler”den yalnızca Türkiye zarar görmüyor, dolaylı olarak âlem-i İslâm ve mazlûm milletler de sıkıntısını çekiyorlar.
10.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|