Pahalı dostluklarım oldu.
Onları kazanmak için karşılığında çok büyük diyetler ödedim. Kimilerinde unutulmayacak acılar bıraktım, kimilerinde unutulmayan mutluluklar.
Karşılığı olan ve karşılıksız elde edilemeyecek kazanmışlıklarımdı onlar.
Geçmişime dönüp baktığımda, onca yıldan elimde kalan ve geçmişten getirebildiğim tek sahipliklerimdi bana göre.
“Dostum” kelimesini daha konuşmaya başlamışken, yani “anne-baba” demeyi henüz öğrenirken, öğretmeye başlamıştı annem.
Ama anlattığı hiçbir şey gerçekle uyuşmadı. Ya ben uyduramadım, bilemiyorum. Zira yaşadığımız hayat birbirinden epey farklıydı. Ne acı ki; ne dostlarımız benzedi birbirine, ne düşmanlarımız.
Oysa yaşadığım onca yılı, iki kişi yaşayıp, iki kişi hatırlamaktı duâm. Ya da birkaç kişi…
“İnsanın dostları olmalı” demişti bir kitapta, “O ağlarken ağlayan ya da acı çekerken onunla aynı acıyı çeken” diye devam ediyordu.
Okudukça içim açılmıştı.
Yüzümde sevinç kırmızılıkları gezinmişti.
İnsan hissetmediğini yazmazdı ya. Mutlaka bir yerlerde böyle dostluklar kalmıştı. Neden sonra anladım, her yazı yazanı yansıtmazmış. Yazar bazen hissetmeden, yaşamadan da yazarmış. Öğrendiğimde biraz geç kaldım.
Çünkü hiçbir dostum bu kalıba uymamıştı. Aslında kimsenin dostu bu kalıba uymuyordu. Unutuluyordu: Zor olan iyi gününde dost bulmaktı, acı gününde dost o kadar çoktu ki…
Ağladığımda teselli eden çok oluyordu da. Güldüğümde, sevincimi paylaşmak isteyince “Aman nazar değer kimseye söyleme” deniyordu. Oysa hiçbir acım için “Nazar değer” kelimesi kullanılmamıştı. Bu durum ne kadar da tuhaftı.
***
Arada düşmanlarım da oldu. Dostlarımız kadar gerçekti bizi sevmeyenler ve hayatın içinde istemeyenler.
Onlar da haklıydı: Birini sevmeme haklarını sonuna kadar kullanıyorlardı.
Bir başka insan da beğenmedikleri birkaç huy, karakter, hâl ve hareket yüzünden kalplerinin beyaz değil de, siyah sayfasına yazıyorlardı isimlerini.
Ama unutuluyordu; yine kalbe yazılıyordu, sevmediklerimiz bile.
Aslolan hiçbir yere yazmayıp unutmaktı, hiç hatırlamadan.
Hepsinden önemlisi; düşmanlarımın bile karakterli ve kişilikli olmalarını istedim duâlarımda.
Kıskançlıklarını ya da nefretlerini seviyeli kullansınlar. İnsânî vasıflarını, şefkatlerini, vicdanlarını yiyip bitirmesin nefretleri. Öfkeleri gözlerini karartmasın ve her dem çoluk çocuk bütün sevdiklerimi sarmasın bu halleri.
Düşmanlıkları basit, aciz, yenilmiş ve ucuz olmasın. İnsanî zaaflarımdan ötürü çöküntülerime sevinmesinler. Ya da kaybettiklerim için kazandıklarıyla övünmesinler.
Başıma gelen hiçbir acı olay “Oh olsun. Hak etti. Daha beter olsun” cümlesini söylettirmesin. Kaybettiklerim için, içten içe sevinmesinler. Zira düşmanlığın da dostluk gibi kalitesi olmalıydı. Ve bence kaliteli düşmanları olan her zaman şanslıydı.
Arkadan konuşmanın gıybet olduğunu bilirdi asil düşman. Başkasının kötülüğünü isteyenin, aynısıyla imtihan olunacağını bilir ve susardı. Sevmediklerime duâ da etmedim, bedduâ da.
Allah’a havale etmenin en büyük bedduâ olduğunu öğrenmiştim. Yaratıcı bu dünyada mı verir yoksa ahirete mi bırakır cezalarını bilemem.
Ancak yaşadıkları benimkine yakın olursa, ibretle bakarım.
Bunun dışında hiçbir acısı beni sevindirmemeli, sevmediklerimin.
05.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|