Eğer birileri sizi örnek bir kişi, iyi bir rehber bilip arkanızdan gelmeyi gâye edinmiş ise, sizin ona lâyık bir hâl ve tavır içinde bulunmanız lâzım. Çevrenizdeki insanlar sizi numune-i imtisâl bilip, her yönünüzle mükemmel bir insan olarak görüyor ve size o gözle bakıp öylece değerlendiriyorsa, sizde bu özellikler ve güzellikler yoksa dahi, o insanların hüsn-ü zanlarına lâyık olmanın çabasında olmalısınız.
Hele bir de çevrenizdeki insanlar, doğru ile yanlışı, çirkin ile güzeli birbirinden ayırt edemeyecek seviyede olan insanlar ise ve bu insanlar sizin hâl ve hareketlerinizi, söz ve davranışlarınızı hiçbir mihenge vurmadan, hiçbir ölçüye tabi tutmadan olduğu gibi kabullenip taklit ediyorlarsa, işte bu durumda sizin sorumluluğunuz ve mes’uliyetiniz daha bir önem kazanır ve siz bütün yaşantınızda çok daha dikkatli ve titiz olmak durumundasınızdır.
Hele bir de herhangi bir cemaate, gruba mensubiyetiniz varsa, kudsî bir dâvâyı gaye edinen bir cemaatin müntesibiyseniz ve çevrenizdeki insanlar sizi o şekilde tanıyıp, size o gözle bakıyorsa; işte o zaman hâl ve hareketlerinize, söz ve davranışlarınıza çok daha dikkat etmek durumundasınız.
Mensubu bulunduğunuz câima, öyle sıradan bir grubun ötesinde iman ve Kur’ân hizmetini dâvâ edinmiş ise, bu hizmetinde de yalnız ve yalnız rıza-i İlâhiyi esas almışsa, ihlâsı, uhuvveti, sadakati, metaneti prensip edinmişse ve bu cemaatin müntesipleri dinî yaşantılarında tavizsiz bir duruş sergiliyorlarsa, tevazuda, mahviyette, takvalarında, faziletlerinde hep numune-i imtisâl olmuşlarsa, böyle bir camianın ferdi olduğunuz için hem şükretmelisiniz, hem de bu özelliklere ve güzelliklere her yerde ayna olabilmenin gayretinde olmalısınız.
Böyle bir mevkide, böyle bir konumda olan her insan artık kendisinden öteye, mensubu bulunduğu cemaatini düşünmeli, her zaman ve her zeminde onun şerefli bir temsilcisi olduğunun şuuruyla hareket etmeli; camiasına ve cemaatine nakise getirecek, onu gölgeleyecek hâl ve hareketlerden kaçınmalı, bilhassa tesanüdü, birlik ve beraberliği haleldâr edecek hâl ve fiillerden uzak durmalı, bilâkis her halükârda tesanüdü kuvvetlendirecek bir duruş sergilemenin gayretinde olmalı. Bu meyanda haklı dahi olsa, cemaatin birliğini zedeleyici davranışlardan uzak durmalı, gerektiğinde şahsî haklarından feragat etmeyi göze alabilmeli.
Bu meyanda Bediüzzaman’ın şu tavsiyelerine kulak verelim:
“Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi, yalnız bize ve Risâle-i Nur’a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat'î buldukları bir hakikate dayanmaya pekçok muhtaç bulunan avâm-ı ehl-i iman için dalâlet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle, sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki, bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağlûp olmaz diye kuvve-i mâneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.” (Şuâlar, s. 284)
Görüldüğü gibi, iman ve Kur’ân dâvâsını gaye edinen insanların daha başka mükellefiyetleri de var. Onlar sâir insanların hal ve durumlarından da sorumlu. Bilhassa inancı, itikadı zayıf ehl-i dine kuvvetli bir dayanak, sağlam bir nokta-i istinad olmak vazifesi de bu hizmet erbabının omuzunda.
Bediüzzaman, hizmet erbabının bu önemli yükümlülüklerini bihakkın yerine getirebilmenin ilk şartı olarak da “tesanüde” dikkatlerimizi çekiyor. Arzu edilen tesanüd, yani birbirine istinad noktası olmak, dayanışma içinde olmak, birlik beraberlik içinde olmak gibi hâller olmadan, beklenilen hizmeti sergilemek mümkün olmadığı gibi başkalarına nokta-i istinad da olunamaz.
02.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|