İKİ böbreği de çürümüş, uzunca bir süredir hemen her gün diyaliz makinesine girerek hayatını devam ettiriyor.
Yaklaşık bir yıl oldu hiçbir şey yiyemiyor, içemiyor. Bu durumun bir sonucu olarak tuvalete gitme ihtiyacı da olmuyor. Adeta bitkisel bir hayat. Aynı zamanda fakir. Yeşil kartı, devletin ve yakın akrabalarının maddî desteği olmasa hali perişan mı perişan...
Ama aklı başında... Tevekkülüne, teslimiyetine hayran olmamak mümkün değil. Cesaretine, metanetine gıpta etmemek elde değil. Gece gündüz sabır içinde haline şükrediyor, duâ ediyor. O amansız hastalığına rağmen, gelen ziyaretçilerine sıcak ilgi, alâkanın en iyisini gösteriyor, onlara duâ ediyor, teşekkür ediyor.
Yakın akrabam olan bu hastanın, bu takdire şayan duruşunu merak ediyorum. Hastalar Risâlesi’nden aklımda kalan kadarıyla, hastayı da fazla usandırmamak kaydıyla bazı nasihatlarda bulunduktan sonra, bu amansız hastalığa karşı nasıl mukavemet ettiğini, bu cesareti, bu metaneti nereden aldığını, bu emsâlsiz sabır ve şükür alışkanlığını nereden öğrendiğini soruyorum.
Yattığı yataktan adeta sapasağlam bir insan duruşu ve edasıyla; “Hüseyin abi, ben biliyorum ki bir gün öleceğim. Hasta olsam da olmasam da vakti zamanı geldiğinde bu dünyadan göçeceğim. O halde üzülüp, merak etmenin hiçbir faydası yok, zararı var. Şu veya bu şekilde merak edip, üzüldüğüm zaman hastalığım daha da artıyor. Sonra ben biliyorum ki bana bu hastalığı veren Allah, beraberinde sabır kuvvetini de veriyor. Bunun için bu halime razı olup, sabretmekten başka çarem yok. Bana duâ edin yeter...” diyor.
Doğrusu, güya hasta akrabama kuvve-i mâneviye vermeye, onu tesellî etmeye giden bana bu hasta çok ibretli bir ders veriyor. Kendimi bir anlık bu hastanın yerine koyuyorum. İtiraf etmeliyim ki aynı sabrı, aynı metaneti, aynı mukavemeti gösterebilmem mümkün değil. Üstelik bu yakın akrabam hastalıkların, ölümün gerçek mahiyetini bilen birisi de değil. Konuyla alâkalı derinlemesine bir bilgisi, kültürü de yoktu. Saf, samimî, katıksız bir inancı ve itikadı ona bu metaneti, teslimiyeti kazandırmıştı.
Kendi adıma hayıflandım ve üzüldüm. Yıllar yılı nurlardaki hakikatleri okuyorum, dinliyorum. Hastalar Risâlesi’ni, ölüm, haşir, uhrevî hayatla alâkalı mevzuları kerrâtla okuduğum veya dinlediğim halde, neden basit bir hastalık ânında gerekli sabır ve metaneti gösteremiyorum? Niçin ölümden irkiliyorum, ürküyorum? Neden hemen hemen hiçbir alt yapısı olmayan sâfî kalp bir mü’min kadar tevekkül edip, gerekli metanet ve cesareti gösteremiyorum? Evet kendi adıma bundan böyle bir iç muhasebeye karar verdim.
Bunun bir örneğini de seneler önce vefat eden rahmetli annemin ağır hastalığı zamanında sergilediği merdâne duruşta gördüm. Böbrek yetmezliğinden çaresiz bir şekilde artık ecelini beklemekte olan annemin o sabrı, o tevekkül ve metaneti karşısında hayrette kalmıştım. Ağır hastalığın acıları ve sancıları içinde kıvranan annemi teselli edecek mecal ve cesaretimi kaybetmiştim. O perişan ve umutsuz hâlimi gören rahmetli, sapasağlam bir insan pozisyonunda, hasta yatağından doğrularak bana; “Oğlum, elbette bir gün hepimiz öleceğiz. İyi ki şimdi ölüm sırası bende. Allah korusun benim yerimde sen olsaydın, o zaman ben ne yapardım? Haydi hep yanımda durma, şöyle dışarı bir çık, ferahlan bakalım” derdi. Ve kendisi teselliye ve mânevî desteğe muhtaç durumdaki annem, bir keresinde bana böyle ibretlik bir ders verdikten bir gün sonra ruhunu Rahman’a teslim etti.
Başta peygamberler olmak üzere, bir çok İslâm büyüklerinin hastalık ânındaki sabır ve metanetlerini; hatta bazılarının da ölümü gülerek karşıladıklarını biliyoruz. Lâkin sıradan, âmî zannettiğimiz bazı mü’minlerin, ölüme kapı aralayan ağır hastalıkları ânındaki ibretlik tevekkül ve teslimiyetlerini, sabır ve metanetlerini görmek, kendimizi sorgulamak adına ders çıkarmamız gereken ibretlik vâkıalardan olsa gerek.
28.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|