Kıymetini, Kur’ân’ın indirildiği gece olmasından alan Kadir Gecesini bulmak için hususan 27. geceye yoğunlaşılmasını tavsiye eden Nebevî irşadlardan aldığı işaretle ümmetin asırlardır Kadir Gecesi olarak kutlayıp ihya ettiği mübarek geceyi de geride bıraktık.
Said Nursî ümmetin bu geceye o nazarla bakmasını, “Hakikî olmasa da inşaallah hakikî hükmünde kabule mazhar olur” diye yorumluyor.
Niyazımız, ardı arkası gelmeyen fitne, fesat ve tahrip gayretleriyle adeta kıyameti çabuklaştırmak için elden gelenin arda konulmadığı dehşetli bir zamanda, ibadet ve duadan başka “silâh”ı olmayan mü’minler tarafından gece boyunca yapılan duaların, Kadir Gecesindeki sırlı tılsımla bütünleşerek dergâh-ı İlâhiyede kabulü için.
Bizim gibi ufku fâni hayatın sınırlarıyla çevrili olanlar için bir sonraki Kadir Gecesi, ömrümüz olursa bir sene sonra. Dün geceden ne ölçüde istifade edebildiysek, manevî kazanç hanemize yazıldı. Ama bu fırsatı da kaçırdıysak vâesefâ.
Zaman ve mekân kayıtlarını aşan seçilmiş kulların ise bir yıl beklemelerine gerek yok. Onlar zaten hep Kadir Gecesinin ikliminde yaşıyor.
Rabbimiz bizi de onların izinden yürütsün.
Mübarek gün ve geceleri, özellikle Kadir Gecesini hakkıyla ihya bahsini Nur talebelerinin, dolayısıyla bütün Müslümanların gündemine taşıyan o seçilmiş insanlardan Bediüzzaman’ın maneviyat ve fikir dünyasında Kadir Gecesinin özel bir yeri var. Ve bunun boyutlarını ihata edebilmek, bizim ufkumuzu çok aşan bir mesele.
Ama ucundan kıyısından da olsa kavrama çabamıza yardım edecek ipuçlarına tutunabiliriz.
Bilindiği gibi, “geceyi ihya” denilince ilk akla gelen şeyler namaz kılmak, Kur’ân tilâvet etmek, makbul ve muteber dua, münâcat ve salâvat-ı şerifeleri okumak, tevbe-istiğfar etmek, cami ve türbeleri dolaşmak, sadakaları çoğaltmak...
Üstad bunların yanına, Kur’ân’ın imanî âyetlerini tefsir eden Risale-i Nur okumayı ekleyerek, Kur’ân tilâveti ve namaz başta olmak üzere diğer ibadetleri fikir, zikir, tevhid, tehlil gibi boyutlarla zenginleştirmenin yolunu açıyor.
Muhterem Mustafa Sungur’un bir hatırası ise bu konuda çok farklı bir pencere daha açıyor:
1956’da Isparta’da bir Kadir Gecesi. Talebeler Üstadın yanında evrad ve ezkârla meşgul. Herkes gecenin feyziyle uhrevî bir atmosfere gark olmuş. Sungur da Hizbü’l-Hakaik’a dalmış. Ve o esnada arka odadaki talebelerin kapısında beliren Üstad, “Sungur, sen gel” diye işaret ediyor.
Ve “Risale-i Nur hizmeti için Ankara’ya, Tahsin Tola’ya şöyle bir mektup yaz” diyor. O manevî havadan çıkmak istemeyen Sungur ise “Bu gece çok mübarek, sabahleyin yazarım” diye düşünüyor. Sabaha yakın Üstad gelip soruyor:
“Ne oldu, yazdın mı?”
“Hayır Üstadım, henüz yazmadım.”
Bu cevap üzerine Üstadın teessürü yüzünden okunuyor. Ve sabah olunca tekrar Sungur’u çağırıp, “Şimdi hemen o hizmet için Ankara’ya gideceksin. Alâküllihal bu hizmet, okuduğun kadar önemliydi” diyerek, bu güzide talebesini hiç yatırmadan ve uyutmadan başkente gönderiyor. (İhsan Atasoy, Mustafa Sungur, s. 139-40)
Bu hadiseden çıkarılacak çok önemli dersler var. Demek ki, bazı hallerde zahiren küçük gibi görünen, ama hizmet açısından gerekli olan bir husus, yerine göre, mütalâa, kıraat, evrad, ezkârın da önüne geçen bir öncelik kazanabiliyor, Risale-i Nur için milletvekiline yazılacak mektup, evrad okumaktan daha önemli olabiliyor.
“İhlâs ve rıza-yı İlâhî yolunda zerre, yıldız gibi olur” sırrıyla da çok yakından ilgili olan bu hassas ölçü Üstadın yokluğunda nasıl uygulanacak?
Elbette, istişareyi hakkını vererek yapan ihlâslı, mütesanid bir şahs-ı manevînin kararlarıyla.
Bu bahsi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın gidişatını uhrevî bir nazarla ihata edip muhteşem bir tahlile tâbi tutan bahsin Leyle-i Kadirde yazdırıldığını hatırlayarak bitirelim.
28.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|