Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, göreve başlarken yaptığı konuşmada, evvelce Kara Kuvvetleri Komutanı olarak öne sürdüğü bir iddiayı tekrarlamış; sosyal devletteki zayıflamanın neticesi olarak tarikat ve cemaatlerin kuvvetlendiği görüşünü seslendirmişti.
“Akredite” medya ile iki gün üst üste yaptığı “iletişim” toplantılarında ise bu iddiasıyla neyi kastettiğini açarken, ekonomik çıkarlar için dini kullanmakla suçladığı cemaatlerin, bu alandaki güçlenmelerini siyaset ve eğitime yansıttıklarını söylemişti.
Tamamen uhrevî ve manevî eksenli, sadece iman kurtarma hedefine odaklanmış hizmetine hiçbir siyasî veya ticarî hesabın gölgesini düşürmeme noktasında olağanüstü bir dikkat, itina ve titizlik gösteren Bediüzzaman’ın ölçüleri açısından kesinlikle hiçbir geçerliliği olmayan ithamlar bunlar.
Ama bilhassa Özal ve ANAP’la başlayıp Erbakan ve RP ile kısmen devam eden ve Erdoğan ve AKP ile çok daha ileri boyutlara taşınan süreçte cemaatlerin ticarîleştirme, siyasîleştirme ve son dönemde bunlara ilâveten STK’laştırma tuzaklarıyla aslî kimlik ve fonksiyonlarından ve “cemaat” olma özelliğinden uzaklaştırılmaya çalışıldıkları da gözardı edilemeyecek bir vâkıa.
İşin bu cihetinin, Başbuğ’un suçlamalarından bağımsız olarak, bizatihî cemaatler tarafından samimî bir “iç sorgulama” çerçevesinde mercek altına alınarak enine boyuna irdelenip değerlendirilmesi gerekiyor.
Tabiî bu, cemaatlerin kendi içlerinde yapmaları gereken bir istişare ve sorgulama. Konunun çok önemli diğer bir boyutu ise devletle ilgili. Devletin cemaatlere bakışının demokrasi ve hukuk prensipleri çerçevesinde tamamen değişmesi lâzım.
Toplumun on milyonlarla ifade edilebilecek çok büyük bir kesimini bünyelerinde toplayan, manevî hizmetleriyle ülkeye çok şey kazandıran, maalesef devlet adına uygulanan politikaların da körüklediği iç çatışma risklerini pozitif ve yapıcı tavırlarıyla büyük ölçüde elimine ederek toplumsal huzurun sağlanmasına ciddî katkılarda bulunan cemaatleri “yasadışı yeraltı örgütleri” olarak gören zihniyet mutlaka terk edilmeli.
Bu çerçevede “iç tehdit ve tehlike” olarak nitelenen cemaatleri “istenen çizgi”ye çekmek için özellikle darbe dönemlerinde onlarla el altından birtakım gizli pazarlıklar yürütme ikiyüzlülüğüne de son verilmeli.
Böylesi pazarlıklar 12 Eylül’de de yapıldı, 28 Şubat sürecinin farklı aşamalarında da.
Nitekim 2001 Haziran’ında MGK’ya sunulan bir raporda “Tarikat ve mezheplerin önde gelenleri ile kurulan diyaloglar ve bu çerçevede sürdürülen çalışmalar sonucu, bu grupların devlet ve hukuk sisteminin içerisine çekilmesi ve devletin yanında yer almaları noktasında önemli mesafeler alındı” denildiğini geçen 31 Ağustos’ta bu köşede çıkan yazımızda hatırlatmıştık.
(Bu çerçevede Yeni Asya’nın farklı duruş ve tavrını anlatmaya çalıştığımız 1 Temmuz 2001 tarihli, “Yeni Asya ve pazarlık” başlıklı yazımız için bkz. “Bu Bayrak İnmez” kitabımız, s. 79)
Yeni Asya’nın 23 Eylül tarihli manşeti ise, benzer pazarlıkların, sonraki süreçte, bugün Ergenekon yapılanması olarak kısmen su yüzüne çıkan çetenin veya çetelerin mensuplarınca da devam ettirildiğini gösteren çok ilginç bir haberi duyuruyordu.
2003 yılında ulusalcı ekipten emekli bir binbaşının kendilerine gelerek birlikte çalışma teklifi yaptığını belirten İBDA-C’ye yakın bir ismin, “Şartları şuydu: Siz Kemalizme saldırmayacaksınız, biz de şeriata saldırmayacağız” sözüne bilhassa dikkat!
Önceki dönemlerde “devlet adına” veya o izlenim verilerek yapılan pazarlıklarda da hep bu şart koşulmuştu: Kemalizme asla dokunmayın.
Karşılığında da, pazarlığın muhatabı üzerindeki baskı ve takipleri kaldırmaktan, bazı devlet imkânlarını sınırlı ve kontrollü bir şekilde kullandırmaya kadar varabilen bir dizi “rüşvet”ler vaad edilmekteydi.
“Yem”i yutanlardan, Kemalizm karşıtlığını bırakmanın ötesinde, sıkı ve hızlı Kemalizm savunucularına dönüşenler oldu.
“Bazı şekiller”de görüldüğü gibi.
Kemalizme bakış turnusol işlevi görüyor...
25.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|