"Gerçekten" haber verir 25 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Ahmet ÖZDEMİR

Bediüzzaman Said Nursî aramızda



Hicrî 1429 yılındayız.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin 50. vefat yıldönümü.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri vefat ettiğinde takvim yaprakları H. 1379 Ramazan ayının 25’inci gününü gösteriyordu. Bu M. 23 Mart 1960 Çarşamba günü idi. Saat ise, 03.00’tü.

Talebeleri başına toplandılar. Sahur vakti geçmiş, yeni bir gün başlamıştı. Urfa minarelerinden sabah ezanı okunuyordu. Talebeleri, Üstadın her zamanki gibi kalkmasını ve “Sabah namazı girdi mi?” diye sormasını bekliyorlardı. Fakat Üstad kalkmıyor ve namaz vaktini de sormuyordu. Buna bir mânâ veremediler. Hâlbuki o çoktan derin âlemlere uçmuştu. Rabbine kavuşmuştu.

Sabahleyin vâiz Ömer Efendiyi çağırdılar. Ömer Efendi gelip duruma bakmış ve yaşlı gözlerle “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciun” diyebilmişti. Böylece talebeleri, Üstadlarının vefat ettiğini o an öğrenebildiler. Az sonra otel sahibi Mehmet Efendi gelmiş, kapı aralığından durumu fark etmiş ve “eyvah!” diyerek dizlerine vurarak feryat etmeye başlamıştı.

Haberi alan il emniyet müdürü hemen doktor gönderip muâyene ettirdi. Doktor “Allah, Allah! Çok ateşli, vefat etmiş. Fakat hiç ölüm haline benzemiyor. Yalnız bu zatın hemen kalkmasını istemiyorum. Biraz kalsın. Ben şüpheleniyorum” dedi. Daha sonra doktor ölüm raporunu yazdı. Arkadan tereke hâkimi gelerek Bediüzzaman Hazretlerinin saat, cübbe, sarık ve yirmi liradan ibaret dünya malını tespit etti. Bunların kardeşine verilmesine karar verdi.1

Vefat haberini alan binlerce Urfalı otelin önünü doldurdular. Bütün illere telgraflarla, telefonlarla Bediüzzaman’ın vefat haberi duyuruldu.

Vefat haberi kısa sürede yurdun dört bir yanına yayıldı. Haberi alan on binlerce insan Urfa’ya akın etti. Öğleden sonra techiz ve tekfin işleri yapıldı. Bu sırada Bediüzzaman’ın naşının üzerinde binlerce güvercinler uçuşurken, hafiften damla damla yağmur da yağıyordu. O gece cenaze camide kaldı. Sabaha kadar hatimler, duâlar yapıldı. Cami buraya gelenlerle dolup taşmaya başlamıştı.

Cenaze namazı 26 Ramazan Perşembe günü ikindi namazını müteâkip vali, belediye başkanı ve on binlerce insanın katılımıyla Ulu Cami’de kılındı. Şehirde bir sessizlik hâkim olmuştu. Adeta Urfa halkı işini gücünü bırakmış cenazeye katılmıştı. Ulu Cami’den dergâha uzanan 1,5 km’lik yol ancak iki saatte alınabilmişti. Bediüzzaman’ın cenazesi eller ve parmaklar üstünde dergâha getirilip oradaki iki kubbeli lâhde defnedildi. Bazı yerlerde cenazeye gelemeyenler tarafından gıyabî cenaze namazı kılındı. Basında vefat haberi birinci haber olarak yankılandı.

Bediüzzaman Hazretlerinin kabri o günden itibaren ziyaretgâh halini almıştı. Duyanlar sıraya geçmişti. Gerçi Said Nursî hayatta iken ziyaretçilerden sıkılırdı. Bu durumu mektuplarında defalarca ifade etmişti. Mezarının ziyaret edilmesine gönlü razı değildi. O “Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, mânevî duâ ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risâle-i Nur’daki âzamî ihlâs ile bütün bütün terk-i enâniyet için buna bir mânevî sebep hissediyorum. Kendini Risâle-i Nur’a vakfetmiş olan, yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu mânâyı, lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler” diyordu.2

Ülkede 27 Mayıs darbesi olmuş, demokratlar iktidardan uzaklaştırılmış ve ordu idareye el koymuştu.

Ona hayatta rahat yüzü göstermeyen zihniyet, mezarında da rahat bırakmadı. Uydurma gerekçelerle vefatından aylar sonra 11 Temmuz gece yarısı mezarını parçalayarak onun cenazesini uzak diyarlara kaçırdılar. Bunu yaparak Bediüzzaman sevgisini yok edeceklerini sandılar. Fakat aldandılar.

Bediüzzaman mezarının kırılacağını yıllar önce hissetmiş ve “Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde”3 diyerek haber vermişti. Hatta devamında “Saidden yetmiş dokuz emvat bâ-âsam âlâma” diyerek, Hicrî vefat tarihi olan 1379 tarihine de işaret etmişti. O İslâm’ın geleceğiyle ilgili müjdeler de vermişti aynı satırlarda.

Şimdi o her zamankinden daha çok seviliyor. Adeta ölümü mânevî bir bomba gibi her yerde etkisini gösteriyor. İnsanlar onun sevdalısı olmuş. Kadirşinas Urfalılar her yıl onun vefat yıldönümüne rastlayan Kadir Gecesinde hatimler ve mevlidler okutuyorlar. Risâle-i Nurlar elden ele, dilden dile dolaşıyor. Kitap fuarları Risâle-i Nurlarla şenleniyor. Bugün Bediüzzaman’ın mezarının nerede olduğu bilinmiyor belki. Fakat onun ismi ve dâvâsı sadece yurt sathına değil, dünya sathına yayılmış. Artık o gönüller üzerinde taht kurmuş, bulunduğu yerden bizleri tebessümle seyrediyor. O maddeten bizden ayrılmış, fakat mânen aramızda yaşamaya devam ediyor.

Not: Okuyucularımın Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesini tebrik eder, hayırlara vesile olmasını dilerim. Bediüzzaman’a ve onun dâvâsına gönül verenlerin vefat haberlerini gazetemizde okuyoruz. Okuyucularımız taziye vererek bize de duyurmuş oluyorlar. Vefat eden bütün ağabey, abla, kardeş ve bacılarımıza Ramazan-ı Şerif’in hürmetine Allah’tan rahmet, aile ve yakınlarına sabr-ı cemiller diliyorum. A.Ö.

Dipnotlar:

1- Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, s. 421

2- Emirdağ Lâhikası, s. 417

3- Sözler, s. 635

25.09.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Tevbe-i Nasuh üzerine



Hasan Bey: “Tevbe-i Nasuh ne demektir? Nasıl yapılır? Şartları nelerdir?”

Tevbe-i nasûh, Kur’ân’a ait bir kavramdır. Ciddî, halis ve safi olarak, hulûs-u kalp ile sırf günahların bağışlanmasını dileyerek sırf Allah rızası için yapılan tevbe demektir. Nasuh, “nush ve nasîhat” kökünden mübâlağa siygasındadır. Günahı günah olduğu için terk etmek, haramdan haram olduğu için yüz çevirmek, sırf Allah korkusuyla günahtan ve haramdan pişmanlık duymak, bir daha günahlara dönmemek üzere günahların şerrinden Allah’a sığınmak ve tevbe etmek demektir. Günah olan şeyi başka bir gâye için bırakmak ve başka bir nedenle pişman olmak tevbe-i nasûh olmaz. Meselâ içkiyi sağlığa zararlı olduğu için veya doktor yasakladığı için terk etmek veya bundan dolayı içtiğine pişman olmak tevbe-i nasûh olmaz. Günah olan bir şeyi menfaatli olsa dahî, Allah haram kıldı diye terk etmek ise tevbe-i nasûh sayılır.

Kur’ân’da şöyle buyurulur: “Ey îmân edenler! Allah’a tevbe-i nasûh ile (tam bir ihlâs ile) tevbe edin. Umulur ki, Rabb’iniz günahlarınızı bağışlar ve sizi altından ırmaklar akan Cennetlere koyar. O gün Allah’ın peygamberi ve berâberindeki mü’minleri utandırmayacağı gündür. O gün onların nûru önlerinden ve sağlarından koşarak Cennete yol gösterirken, onlar da: ‘Ey Rabb’imiz! Nûrumuzu tamamla ve bizi bağışla! Muhakkak Senin her şeye gücün yeter!’ derler.”1

Muâz bin Cebel (ra): “Yâ Resûlallah! Tevbe-i Nasûh nedir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz (asm):

“Kul, yapmış olduğu günahtan öyle nedâmet eder ve Allah’a öyle özür diler ki, sağılan süt memeye dönmediği gibi, bir daha günaha dönmez!”2

Hazret-i Ali (ra) bir gün birisinin “Allahümme innî estağfiruke ve etûbü ileyke” (Allah’ım Senden bağışlanmak isterim ve Sana tövbe ederim) dediğini işitmişti. Dedi ki:

“Dil çabukluğu ile söyleyip, kalpten tevbe etmemek yalancılar tövbesidir!” Adam:

“O halde tövbe nedir?” dedi. Hazret-i Ali:

“Tövbede altı şey toplanmalıdır: 1-Geçmiş günahlara pişmanlık, 2-Farzları yapmak, 3-Kötülükleri terk etmek, 4-Düşmanlarla ve hasımlarla helâlleşmek, 5-Bir daha günaha dönmemeye azm etmek. 6-Nefsi günahlarda büyüttüğün gibi onu Allah’a itaatte eritmek ve ona günahların zevkini tattırdığın gibi, Allah’a itaatin zorluğunu ve acısını tattırmak” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Kul tövbe ettiğinde Allah onun günahlarını hafaza meleklerine unutturur. Aynı şekilde onun organlarına unutturur. İşlediği yerdeki izlerini de yok eder. Tâ ki, Allah’ın huzuruna vardığında günah işlediğine dair aleyhinde şahitlik edecek bir şey bulunmasın!”3

Almanya’dan okuyucumuz: “Namaz sonrasında ‘Estağfirullah ellezî lâ ilâhe illâ hû’ demenin hükmü ve fazileti nedir?”

Namaz sonrasında duâ etmek sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) namazda tahıyyattan ve selâmdan sonra hangi duânın okunacağını soranlara: “‘Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ederim’ deyin ve daha sonra da isteyen istediği duâyı seçip yapsın!”4 buyurmuştur.

Namazın ardındaki duayı tövbe ve istiğfara tahsis etmek hayır ve fazilet açısından şüphesiz daha güzeldir. ‘Estağfirullah ellezî lâ ilâhe illâ hu’ cümlesi bir tevbe ve istiğfar cümlesidir. Her yerde, her zaman, tevbe ve istiğfar için okunabileceği gibi, namazın, bilhassa farz namazın ardından da okunabilir. Şüphesiz böyle duâları açıktan okumaya gerek yoktur. Herkes ihtiyacı olan duayı içinden okuyabilir.

Peygamber Efendimiz (asm): “Kim şu istiğfarı yaparsa günahları bağışlanır: ‘Estağfirullah ellezî lâ ilâhe illâ hüve’l-Hayye’l-Kayyûme ve etûbü ileyh.’ (Hayy ve Kayyum olan ve kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tan mağfiret dilerim ve O’na tevbe ederim.)”5

Yine Peygamber Efendimiz (asm) “Kim istiğfara devam ederse, Allah o kimse için her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir sevinç yaratır ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır”6 buyurmuştur.

Dipnotlar:

1- Tahrîm Sûresi: 8

2- Elmalı, H. Dini Kur’ân Dili, 7/5127

3- Câmiü’s-Sağir, 1/168

4- Nesâî, Sehv, 56

5- Riyâzu’s-Sâlihîn, 1871

6- Riyâzu’s-Sâlihîn, 1870

25.09.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Görmeden inanmak ve öylece yaşamak



Gayba, yani görünmeyene iman, İslâmın en temel konularından biridir. Mü’minlerin özellikleri sayılırken gayba iman ettiklerine dikkat çekilmez mi? Bir kısım şeyleri göremeyiz, ama onlara görür gibi inanırız. Bu görünmeyenler görünenlerden daha çok ve o ölçüde de önemlidirler.

Meselâ Allah’a, meleklere, kadere, Mizan’a, Mahkeme-i Kübraya, Sırat’a, Cennete ve Cehenneme öylesine inanırız ki sanki gitmişiz, görmüşüz, bizzat yaşamaşız. Öyle de olmak zorundayız. İmanımızın kemâli ancak bu sûretle mümkün olur.

Öyleyse görünmeyen, yani gayb âlemi ile ilgili gerek Kur’ân-ı Kerim ve gerekse hadis-i şeriflerde yer alan bir mesele, bizim dünyamızda görünen âlemlerdekiler kadar anlam ve değer ifade eder. Madem ki ondan bizzat yaratıcısı olan Allah bahsetmektedir. Madem ki Resûlüne bizim adımıza bizzat göstermiş, o da görüp öylece anlatmaktadır.

Ama ne yazık ki Sahabenin, İslâm büyüklerinin bu meselelere bakışı ve onları hayatlarının bir parçası hâline getirmeleriyle bizlerin imanı ve yaşayışları arasında dağlar kadar fark vardır.

Bunun sebebi imanın zayıflığıdır. İmanı kuvvetlendirici, taklitten tahkîke ulaştırıcı eserleri okuyarak bu yolda mesafe alırsa kişi yaşayına dikkat etmek gerektiğini hisseder ve kendine ona göre bir hayat çizer.

Asıl meselede de bu değil midir? “Şu farzdır; mutlaka yapılmalı, şu haramdır; ondan da mutlaka kaçınılmalı” demeye bile gerek kalmadan kişi artık yapılması gerekeni canla başla yapar, kaçınılması gerekenlerden de yılandan akrepten kaçar gibi kaçar.

O zaman Allah Resûlünün (asm), “Vallâhi, benim bildiklerimi siz de bilseydiniz az güler, çok ağlardınız. Yataklarınızda hanımlarınızdan zevk almaz; dağlara fırlar, Allah’a yalvarıp yakarırdınız”1 ifadelerindeki sırrı daha iyi anlardık.

Bu durumda insan nasıl ölçüsüz ve dengesiz bir hayat sürer? Nasıl ahireti unutup dünyaya gönül kaptırır? Nasıl Allah rızasını aramanın dışında başka hedef ve gayeler peşinde koşar?

Bu hadis-i şerif şüphesiz dünya nimetlerinden uzak kalmayı öğütlemiyor. İşin ciddiyetini nazara vererek meşrû ve helâl daire içinde kalmayı, haramlardan şiddetle kaçmak gerektiğini hatırlatıyor.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Zühd: 9; İbni Mâce, Zühd: 19.

25.09.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Ekonomik kriz dalgası



Dünya, hemen her yönüyle ciddî bir etkileşim içinde. Küresel ısınmadan, ekonomik dalgalanmaya, siyasî kirzden sosyal çalkantıya kadar, hemen her sahada yaşananlardan ülkeler ve topluluklar bir şekilde nasibi alıyor.

Globalizmin, küreselleşmenin ve bütün dünyayı saran iletişim ve haberleşme sisteminin gitmediği, ulaşmadığı, yahut tesir etmediği hemen hiçbir yer, hiçbir insan kalmadı kalmadı günümüzde. Az ya da çok, herkes ister istemez bir şekilde etkileniyor, bu hacimli dalgalardan.

Şimdi, ABD merkezli yeni bir iktisadî kirz dalgası başladı, adım adım yayılıyor bütün dünyaya.

Hiç şüphesiz, bundan da kimi ülkeler az, kimileri çok etkilenecek ve belki de etkilenmeyen bir ülke kalmayacak.

Bunu, biz değil uzmanlar söylüyor, bu sahada yıllarca çalışmış tecrübeli yöneticiler söylüyor.

Bu iki kesimin ortak düşünce ve kanaati ise, en büyük bankaları da devire devire yerlebir eden bu kriz dalgasının, tahmin edilenden ve öngörülendan çok daha büyük bir tahribata yol açacağı şeklindedir.

Bizdeki siyasîler çok farklı tonlarda açıklamalarda bulunmasına mukabil, büyük banka idarecileri ve ASO gibi büyük teşekküllerin yöneticileri, söz birliği içinde gelişmeleri ciddî bir endişe ile takip ettiklerini ifade ediyor.

Esasında, hükümet yetkilileri de, kriz dalgasından Türkiye'nin etkilenmeyeceğini söylemiyor. Sadece "az etkilenme"nin söz konusu alacağını söylüyorlar.

Tabiî, bu gibi konularda siyasîlerin söylediklerine ne derece itibar edilir, ayrı mesele... Gayet iyi hatırlıyoruz ki, 2001 krizinden hemen önceki günlerde konuşan dönemin başbakanı Bülent Ecevit, Türkiye ekonomisinin son derece canlı ve dinamik olduğundan, hatta borsa rekor üstüne rekor kırıldığından dem vuruyordu.

Ne var ki, reel gelişmeler onu doğrulamadı. Aniden patlak veren kriz, onu bütünüyle tekzip etti.

Yeni kriz dalgasından ülkeminiz menfî şekilde etkilenmesini asla temenni etmiyoruz. Ancak, sayın Başbakan'ın "Krizden az etkilenme" ve "Bu krizi avantaşa dönüştürme" şeklindeki yaklaşımlarını hiç inandırıcı bulmadığımızı da belirtmek isityoruz.

Zira, kendisi ve siyasî sorumlu mevkiindeki diğer arkadaşları dışında, hiçkimse aynı yöndeki düşünce ve kanaati paylaşmıyor.

Öyle ki, Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan'ın halefi olan ASO Başkanı Nurettin Özdebir'in son açıklamaları da hükümet yeklililerinin söyledikleriyle örtüşmüyor, hatta çoğu noktada farklı düşüyor. ASO Başkanı, "Kananlıkta islık çalmayı bırakıp, gerçeklerle yüzleşme"nin önemine işaret ediyor.

Hasılı, yeni kriz dalgasını en az hasarla atlatma temennisinde bulunmaya devam ederken, bir yandan da kendi kendimizi aldatacak kadar saflık göstermemeliyiz.

Tarihin yorumu 25 Eylül 1911

Libya'yı, 12 Adayı götüren İtalyan Harbi

Osmanlı'ya bağlı Trablusgarp ve Bingazi'yi (bugünkü Libya toprakları) işgal edip sömürgeleştirmek isteyen İtalya, 25 Eylül 1911'de Osmanlı Devletine karşı harp ilân etti.

Kuzey Afrika'daki bu topraklar, Avrupa kıt'asında bulunan İtalya'nın tam da karşısında yer alıyordu. Arada sadece Akdeniz vardı. İtalya, uzun süredir burayı işgal etme emelini besliyordu.

Fransa ve İngiltere gibi Avrupa'daki diğer sömürgeci devletlere özenen İtalya, kendi birliğini tesis ettikten sonra, ilk fırsatta Libya sâhillerine denizden çıkarma yaptı. Ancak, iç kesimlere doğru ilerle imkânını bulamıyordu. Zira, onun karşısında Osmanlı ordusu ile birlikte mücadele veren yerli kabile milisleri vardı.

Bingazi'de Osmanlı kuvvetlerinin başında çetin bir mücadele veren Enver Paşanın yıldızı bu dönemde daha da parladı.

Donanması güçlü olan İtalya, bir yıldan fazla uğraşmasına rağmen, ortaya üstün bir varlık koyamadı. Libya topraklarını almaya bir türlü muvaffak olamadı. Ancak, savaştan vazgeçip geri de dönmedi.

Ne büyük talihsizlik ki, bir yıl sonra (8 Ekim 1912) Balkan Harbi çıktı. Böylelikle, hem cephe sayısı çoğaldı, hem de düşman kuvvetleri.

İtalya, bu kritik dönemde ayrıca Ege Denizi'ndeki on iki adaya asker çıkararak işgal etti.

Zor durumda kalan Osmanlı, hiç olmazsa cephe sayısını azaltmak için İtalya ile anlaşma yoluna gitti. 15 Ekim 1912 târihinde Lozan'da (Uşi) yapılan bu tâlihsiz antlaşmayla, ne yazık ki Libya topraklarının siyasî ve askerî idaresi İtalya'ya verildi.

Antlaşmaya göre, adalardan çekilmesi gereken İtalya ise, burayı kademeli bir şekilde Rumlar'a peşkeş etme tercihinde bulundu.

İşte, bugünkü Libya'nın elden gitmesi ve Ege'deki on iki adanın Yunanistan'a devredilmesinin acı hikâyesi, bu son derece kritik Balkan Harbi döneminde başladı.

25.09.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Risâle-i Nur, aynı zamanda çağdaş bir tasavvuftur



Risâle-i Nur, tasavvuf literatüründeki, “tefekkür, ihlâs, seyr ü sülûk, istiğrak, bast-ı zaman, tayy-ı mekân, yakaza, îsâr, mürşid, mürid” vs. bütün mefhumları kullanır. Aynı zamanda onların hakikatlerini ispat ve izah eder.

Zaten, ruhumuzu/duygularımızı tekâmül ettiren, yani nefis terbiyesi olan tasavvufun asıl gayesi budur. İkinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbanî Ahmedî Fârukî (r.a.) de bunu ifade eder: Marifet-i İlâhiye, yani, iman esaslarını inkişaf ettirmektir.1

İman hakikatlerini mükemmel bir şekilde açıklayan ve Kur’ân’ın sırlarından sızan Sözler, velâyetten matlûb olan neticeleri verebilir.2 Ki, zâhirden hakikate, geçmenin iki metodu var:

1- Tarîkat yolu, mânevî seyahat ve gözlemle.

2- Doğrudan doğruya, tarikat berzahına uğramadan, İlâhî lütufla gerçeği yakalamak.

Sahabeye, tâbiîne (aahabeleri görüp ders alanlara) has, yüksek ve kısa yol bu ikincisidir.

Hakikat mesleği olan Risâle-i Nur da, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçip; feyz almanın kısa ve güvenli yolunu açar.3 Risâle-i Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikati, tahkikî imanı elde etmek, ispat ve izah ederek göstermektir.

Ve Risâle-i Nur, yeni, modern, çağdaş bir seyr ü sülûk (mânevî bir seyahat ve gözlem) yolu açar. Bunlardan birisi Ayetü’l-Kübrâ isimli eserdir. Orada, insana, zerreden/atomdan, hücreden başlayarak, bulut ve sâir bütün mahlukata ilmî, aklî, kalbî tam 18 basamak bir seyr ü sulûk ettirir. Sanki 18 bin âlemde, maddeden manaya geçerek mânevî bir seyir ve gözlem yaptırır.

Aynı zamanda imân hakikatlerini, İslam esaslarını, ukubatı, ahlâkı, içtimai ve siyasi ölçüleri ilmî delil ve belgelerle ortaya koyarak imanları kurtarıyor.4

Risâle-i Nur, sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı, nazarıyla ders vermez. Evliyâ misilli yalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmez.5 İbâdet yerinde ilim içinde, hakikate bir yol açmış. Sülûk ve evrâd yerine; mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler (deliller) içinde, hakikatü’l-hakaika (gerçekler gerçeğine) bir yol açmış.6 Her şeyin üstündeki Allah’ın kudret damgasını; terbiye mührünü ve kaleminin nakışlarını görmekle, doğrudan doğruya her şeyden Onun nûruna karşı bir pencere açıp, Onun birliğine ve her şeyin Onun kudret elinden çıktığına ve İlâhlığında ve Rubûbiyetinde (her şeyi terbiye etmesinde) ve mülkünde hiçbir şekilde ortağı, yardımcısı olmadığına görür gibi kesin bir bilgiyle tasdik edip imân getirmektir.7

“Esrar-ı Kur’âniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.”8

Risâle-i Nur ile tarikat ve tasavvuf yolunda açılan yeni metotla, hem fen ve felsefenin hücumlarına sed çekilmiş, hem de ferdlerin bu hâli ve kalbî ihtiyaçları karşılanmıştır. Risâle-i Nur, benimsediği Sahâbe mesleğiyle, Peygamberî mirastan gelen, berzah tarikine (ara yollara, perdelere) uğramadan, doğrudan doğruya zâhirden hakikate geçip İlâhi yakınlaşmayı sağlar. Bu yol, gayet kısa ve gayet yüksektir. Harikaları az, fakat meziyetleri çoktur. Keşif ve kerâmet az görünür.9

“Evet, Risâle-i Nur’un gıda ve taam (yemek) hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem nefis, hem his hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl, cüz’î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler.”10

Dipnotlar:

1-Mektûbât, s. 330.; 2-Mektûbât, s. 330.; 3-Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 40.; 4-Mektûbât, s. 54.; 5-Age, s. 340.; 6-Emirdağ Lâhikası, s. 80.; 7-Sözler, s. 264.; 8-Mektubat, s. 27.; 9-Emirdağ Lâhikası, s. 80.; 10-Emirdağ Lâhikası, s. 59.

25.09.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Mehmet KAPLAN

200 değil; 118 dairem var!



Alanya insanına hayranım…

Genelde Antalya insanı samimidir hep...

Candan.

Sevecen..

Hürmetkâr.…

Yiğit ve özü-sözü bir!

Genellikle yerli ve yabancı insanların Akdeniz’e kapak attıktan sonra ayrılamamalarının temelindeki en büyük sebep budur:

Yörüklerin yiğitliği.

Selçuklu, Büyük Selçuklu ve sonra Osmanlı…

Ardından Cumhuriyet.

Hem yiğitlik, hem Mevlânâ gibi bir cihanşümûl insanı yetiştiren Selçuklu Alaiye’ye de gereken değeri vererek mâmûr etmiş.

Osmanlı da ata yadigârı Alanya’yı asla ihmal etmemiş.

Yörük yiğitler; Canım Cumhuriyetim kurulduktan sonra yanlış adımlar atılınca da işi yiğitliğe vurup devlet işine karışmaktansa; kendine efkâr, sera-tarla hep çalışmış, hep çalışmışlar!

***

Bizim insanımızın karakteridir; kızınca bile uzun yıllar sus-pus kesilir ama devletine asla küsmez ve Şeyh “Ede Balı” gibi gün gelür Osman Gazi’yi ille de kıvamına sokar.

Bu yiğit insanların diyarına turist akını olunca da ahlak noktasından yüz akları ilen çıktılar…

Allah da onlara müthiş bir zenginlik verdi.

Arazileri kat kat apartmanlara dönüşüverdi!

Bu:

Gözü pek, gözü tok insanlar misafire hürmetin bedelini katmer katmer aldılar.

***

Alanya’da bir sabah namazı sonrası cami çıkışında tatlı bir sohbete ve şakalaşmaya başlayan iki dededen biri ilçe müftüsüne dönerek son derece saygı dolu bir ifâde ile;

“Hocam bu hacı kardeşimin 200 dairesi var sadaka-zekat aksatmaz ama size de yeterince destekte bulunuyor mu?”

Dediğine şahit oldum.

Kendisine sataşılan dedecik Diyanet Vakfına her seferinde bağış yaptığını söyledi ancak bir konuya itirâzı vardı:

“Benim 200 dairem yok ki! Nereden çıkardın iki yüz daireyi? Bir sayiyiiiiiim:

117, yüüüüz on sekiiiiiz dairem var benim!” dedi.

***

Elli-altmış değil 118 daire.

Allah bu hacı amcacığım gibi olanlara yardım etsin!

Gerçekten!

Bir-iki dairesi olan bile ecel şerbeti içme sırası, ölüm vakti ve Azrail geldiğinde bu dünyadan kopamaz iken insan nasıl 118 daireyi; varsa yalılarını ve varsa dere kenarlarındaki akarsu kıyılarında yağda erir gibi eriyen ahşap dekoratif ve de masif çiftlik evlerini bırakabilir ki!

Böyleleri bin kat daha herhalde yalvarırlar Azrail’e…

Ama Yörükler akıllıdır.

İbadetle ve hayırseverlikle kendi aralarında yarışır ve de neticede aşarlar şeytanı!

Yine de aman dikkat!

Zenginlik zor iş…

25.09.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Risale-i Nur’daki “edebiyat tadı” ve “bambaşka Türkçe” 1



“ÇOK İLGİNÇ VE ATEŞLİ BİR ÜSLÛP”

Vefatının 48. yıldönümü münâsebetiyle Kur’ân müfessiri Bediüzzaman Said Nursî’nin altı bin sahifelik Kur’ân tefsiri Risale-i Nur Külliyatı günümüz ilim ve fikir dünyasının baş konusu.

Bediüzzaman, yalnız Türkiye’de değil, kırka yakın lisana tercüme edilen eserleriyle bütün dünyada konuşuluyor. Bediüzzaman’ın edebî cephesi ve Türkçe yazılan Nur Risalelerindeki edebiyat ve belâgatın takdiri de bunlardan biri…

Sanatçı Zülfü Livaneli, daha önce Zafer dergisinde (Kasım 2007) ve haftalık Aktüel’de “sağım, sağ tarafım” dediği yönünü tanıtırken yanınlanan, “Sevdalım Hayat” adlı kitabına aldığı hâtırasında, Risalelerdeki muhtevanın yanısıra kitapların “üslûbuna” ve “edebiyatına” da dikkat çeker.

Bir yaz tatilinde kendi memleketi olan Konya’nın Ilgın ilçesine gittiğini ve her Anadolu kasabası gibi Ilgın’ın ortasındaki büyük parkta bir öğlen sonrası otururken yanına iki ılgınlı üniversite öğrencisinin yaklaştığıyla başlar Livaneli: “Müzikten söz açtılar, benim müzikle uğraştığımı ve kitaplara çok meraklı olduğumu duymuşlardı. Acaba bana bir-iki tane kitap verseler okur muydum? Ne kitabı olduğunu sordum. Benim sanat yoluyla insanlığa yardım etme ve mutlu bir insan yaratma ideallerime çok yakın kitaplar olduğunu söylediler.” Gerisini şöyle anlatır:

“Yazan kişinin adı Said Nursî’ydi. ‘Bediüzzaman’ diye de anılıyordu. Büyük bir bunalıma girmiş insanlığa yardım için bu kitapları yazmış.” O gün kendisine verilen birkaç Risale-i Nur kitabından birinin “Asâ-yı Musa” olduğunu ve hemen eve dönüp bu kitapları okumaya koyulduğunu kaydeden Livaneli’nin ilk intibâı şudur: “Çok ilginç ve ateşli bir üslûpla yazılmış ve yazarın bambaşka bir Türkçe anlayışı var…”

RİSALELERDEKİ “EDEBİYAT TADI”

Said Nursî’nin kitaplarında “bir edebiyat tadını bulduğunu” ikrar edip ve “öylesine hırslı ve kuvvetli bir üslûptu ki ister istemez etkileniyordunuz” itirafını cümleleri arasına serpiştiren Zülfü Livaneli, ilkokul yıllarında dedesinin sıkı dinî eğitiminden geçmesiyle Risalelerdeki terminolojinin kendisine yabancı gelmediğini belirtir. Sanatçının gençliğinde bir yaz tatili boyunca okuduğu Said Nursî’nin kitaplarının muhtevası için yazdıkları ise daha dikkate değer.

Okuduğu Kader bahsini Bediüzzaman’ın sanki Balzac’la, Kierkegaard’la, Camus’yla polemiğe giriyor gibi yazması ve çok mantıklı cevaplar vermesi karşısında hayran kaldığını ifade eden Livaneli, o yaz tatili boyunca kendisine verilen ve bekletmeden okuduğu Said Nursî’nin kitapları hakkında şunları yazar:

“İlk okuduğum bölüm kader kavramıyla ilgiliydi. Eğer insanoğlunun kaderi alnına yazılmışsa, uğraşmasına ne gerek vardı? O zaman insanoğlunun işlediği günâhın da, sevabın da sorumluluğu Allah’a ait değil miydi? Bu beni müthiş ilgilendirmişti. Çünkü hem “varoluşçuluk felsefesi”nin temel sorusuydu, hem de Balzac aynı soruyu öğretmenine sormuştu.

“Said Nursî adlı yazarın yorumu ve cevabı ilginçti: Ay tutulmasını örnek gösteriyordu. İnsanlar, ayın hangi tarih ve saatte tutulacağını bilirdi, ama bu bilgi insanların ay tutulmasına neden olduğu anlamına gelmezdi. Ay, kendi kurallarına tâbi olduğu disiplin gereğince tutulurdu ama biz bunu önceden bilirdik. Kader de aynı biçimdeydi. İnsanlığın kaderi kendi davranışlarına bağlıydı. Ne var ki bu, Allah katında önceden bilinirdi. Alın yazısı denilen şey buydu…” (59-61)

Bu bölümü okuduktan sonra kayalıktaki ince esintide gözlerini kapatıp düşündüğünü ve bu kitapları yazanın ne kadar zeki bir kişi olduğunu anladığını not eden Livaneli, “Balzac’la, Kierkegeard’la, Camus ile polemiğe giriyor, aynı konuları irdeliyordu ve doğrusu çok mantıklı bir cevap veriyordu” diye Bediüzzaman’ın felsefe ve edebiyat dahileriyle kendince bir mukayesesini yapar.

Said Nursî’nin kitapları ve düşüncelerinin kendisini epeyce ilgilendirdiğini ve bu hususta ilgisini çeken bir başka mevzunun, “irade-i külliye ve irade-i cüziye bölümü” olduğunu nazara veren Livaneli, “Benim cevap aradığım birçok soruyu aydınlatıyordu” cümlesiyle, “kitapları çok beğendiğini” bildirir…

“RİSALE-İ NUR, LİSÂN

ÜZERİNDE DE İMAM

OLACAK…”

Livaneli’nin daha sonra Ankara’da gittiği bir ev sohbetinde kendi “siyasî mülâhazaları”yla çelişen ve “Said Nursi konusuda görüşünü sorduğu babasının, ‘Nurculuğun siyasî boyutlarını’ anlatması”yla önyargılarına geri dönmesi, şüphesiz Bediüzzaman ve eserleri hakkındaki bu ilk kanaatini ortadan kaldırmıyor. Üstelik “hakperestlik” adına daha da güçlendiriyor.

Ve sanatçının sözünü ettiği “bambaşka Türkçe”nin, aslında asıl ve “halis Türkçe” olduğu daha bâriz bir biçimde anlaşılıyor. Bediüzzaman’ın, “Risale-i Nur’un çok eski ve çok sâdık ve çok fedakâr bir şakirdidir” diye takdir ettiği ve “Risâle-i Nur’a hitap ederek yazmış” dediği “Hâzâ min fadli Rabbi (Rabbimin fazlındandır) diye tasvip edip “lâhikaya kaydedilmesini” istediği, Milâslı Halil İbrahim’in Risâle-i Nur hakkındaki mektubu”, Kur’ân tefsiri Risale-i Nur’la beraber, Risalelerdeki Türkçeyi de târif eder.

(Emirdağ Lâhikası, 85-87)

Kur’ân güneşinin yedi renginin Risalelerin neşredilen hakikatlerinde tam tecelli ettiğine dikkat çekilen mektupta, “Risâle-i Nur, hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve dâvet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bir kitab-ı hakikat, hem bir kitab-ı tasavvuf, hem bir kitab-ı mantık, hem bir kitab-ı ilm-i kelam, hem bir kitab-ı ilm-i ilâhiyyat, hem bir kitab-ı teşvik-i san at, hem bir kitab-ı belağat, hem bir kitab-ı isbat-ı vahdaniyet (Allah’ın varlığını ve birliğini ispat), muarızlarına bir kitab-ı ilzam ve iskattır (delillerle muhatabına üstün gelip susturan kitaptır)” izâhı yapılır.

Nur Risalelerinin Kur’ân mânevî semâsının güneşleri, ayları ve yıldızları olduğu belirtilir. Ve âyetin imâ ve işâretlerinden, “şu devrede Türk lisânının sadmeler (darbeler, yıkıcı müdahâleler) geçirmesine bakılırsa, Risale-i Nur, Türkçede, lisân üzerinde de imam olacağına, yani yarın halis Türkçe olan Risale-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip (öne çıkarak üstünlüğü elde edip) diğerlerini terk edeceklerine dair işâret-i Kur’âniyedendir demiş olsam, hata etmemiş olurum zannederim” tespiti yapılır.

Bu tespit, Birinci Şuâ’da bir başka âyetin işârî mânâsıyla “Risale-i Nur’un Türkçe olmasını tahsin eder (güzel görüp beğenir)”; peşinden de, âyetin işâretiyle, hususî iltifata dahil edip “Türkçe olmasını takdir eder” tefsiriyle te’yid edilir.

(İbrahim Sûresi, 3,4; Şuâlar, 624-625)

“HARİKULÂDE DERECEDE EDEBÎ BİR KUDRET”

Aslında Nur Risalelerinin edebiyatta da şâheser oluşu, müellifi Said Nursî’ye, zamanın eşsizi anlamına gelen “Bediüzzaman” ünvânını lâyık gören çağdaşı ilim ve fikir adamlarıyla edebiyat ustalarının övgüsüyle sabittir.

İmanî, içtimaî, ahlâkî, hukukî, felsefî ve tasavvufî en mühim mevzulara izâhlar getiren Risâle-i Nur Külliyatının, aynı zamanda Türkçenin zirvesinde te’lif edilen bir kültür ve edebiyat külliyatı olduğu belirtilir.

Mısırlı âlim Şeyh Bâhid Efendinin, “Avrupa ve Osmanlı devleti hakkında ne düşünüyorsunuz, fikriniz nedir?” sualine Said Nursî’nin cevabı, bunu ilk parıltısıdır.

Bediüzzaman’ın, “Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı da bir Avrupa devletine hamiledir; bir gün gelip doğuracaklardır” özlü ifâdesine karşı Şeyh Bâhid Efendinin, “Bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifâde etmek ancak Bediüzzaman’a mahsustur” takdiri, bunun ilk ispatıdır. Bediüzzaman’ın ilk talabelerinden Zübeyr Gündüzalp’ın ifâdesiyle, tarihi ve istikbâli kuşatan fikriyatının ve dünyanın idâre ve siyasetini temelde kavrayan “bahr-i umman ilmi”nin ve “ateşpâre-i zekâsı”nın ilk kıvılcımıdır.

Aslında “kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, îman şuurunun, ahlâk ve fazîlet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dahîdir” diye tanıtıp “candan ve cihandan geçen bir mücâhid” diye tavsif ettiği Bediüzzaman’ın “edebî cephesi”ni büyük şâir Ali Ulvî Kurucu,’nun şu sözleri özetler:

“Üstad, zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi hâizdir. Ve bu sebeple, üslûp ve ifâdesi, mevzua göre değişir. Mesela, ilmî ve felsefì mevzûlarda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna ederken, gàyet veciz terkipler kullanır. Fakat, gönlü mest edip, rûhu yükselteceği anlarda, ifâde o kadar berraklaşır ki, târif edilemez. Mesela, semâlardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtaplardan ve bilhassa bahar âleminden ve Cenâb-ı Hakkın o âlemlerde tecellî etmekte olan kudret ve azâmetini tasvir ederken, üslûp o kadar lâtîf bir şekil alır ki; artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır; ve her tasvir, harikalar hârikası bir âlemi canlandırır.

“İşte, bu hikmete mebnîdir ki, bir Nur talebesi, Risale-i Nur külliyatını mütalaası ile, üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa, hissen, fikren, rûhen, vicdanen ve hayalen tam mânâsıyla tatmin edilmiş oluyor.

“Nasıl tatmin edilmez ki? Risale-i Nur Külliyatı, Kur’ân-ı Kerîm’in cihanşümûl bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, onda o mübârek ve İlâhî bahçenin nûru, havası, ziyâsı ve kokusu vardır.”

(Tarihçe-i Hayat, 20-21)

25.09.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Krize de karşı çık, darbeye de!



Hükümete göre, dünyayı sarsan ekonomik kriz Türkiye’yi etkilemeyecek; ama iş adamları böyle düşünmüyor. Amerika’daki bazı büyük bankaların iflasını değerlendiren Türk iş dünyası temsilcileri, bu iflasların ‘domino etkisi’ yapacağı ve önümüzdeki dönemde Türk iş dünyasını da etkileyeceği kanaatindeler.

TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, “Ekonominin bereketi kalmadı” derken, İSO Başkanı Tanıl Küçük de, “Tehlike kapıdaydı, artık evin içinde” şeklinde konuşmuş. Sabancı Holding Yönetik Kurulu Başkanı Güler Sabancı da, “Bunun etkilerini 2009’da da göreceğiz” demiş. (AA, 23 Eylül 2008)

Tabiî ki ekonomik ‘hâl ve gidiş’ten şikâyetçi olan iş dünyası temsilcileri sadece bu isimlerden ibaret değil. Hangi oda ya da borsa başkanı bir değerlendirme yapsa, işlerin iyi gitmediğinden yana şikâyetçi oluyor. Haklılar, çünkü ‘çok sağlam’ olmakla övünen onlarca banka ve şirket iflas etti. İflas eden bankaların Amerika’da olması neticeyi pek değiştirmiyor. Çünkü dünya globalleşti ve küçük bir köy hâline geldi. Bu bakımdan, “Amerika bizden çok uzak, oradaki kriz bizi etkilemez” demekle sadece kendimizi kandırmış ya da yaklaşan sarsıntıyı görmezden gelmiş oluruz.

Krizlere karşı erken tedbir almakta fayda var. Bunun bir yolu da israfa son vermek ve mümkün olduğu kadar tasarrufa yönelmektir. Türkiye’yi idare edenler işlerin iyi olduğunu söylemeye devam etse de, iş dünyası krizlerin geride kalmadığı noktasında hemfikir. Hatta bazı bakanlar, özellikle carî açık ve döviz kuru konusunda uyarılarda bulunuyordu. Bütün bunlar göz önüne alındığında kriz havasının sona ermediği zaten belliydi.

Dikkat çeken başka bir konu da, ekonomik kriz ihtimali konusunda muhalefetten çok iş dünyasının yakınması. Elbette maddî anlamda zarar görecek olan iş dünyasının kriz korsusuyla hareket etmesi ve çareler araması doğrudur. Ancak aynı sıkıntıları muhalefet partilerinin de gündeme taşıması gerekmez mi?

“Muhalefet partileri bu konuları hiç gündeme getirmiyor” demiyoruz. Elbette derli toplu eleştiriler ve ikazlar yapan muhalefet sözcüleri var. Ancak başta anamuhalefet olmak üzere bazı partiler yaklaşan krizle ilgili açıklamalar yapmak yerine daha başka konuları gündeme taşıyorlar...

İş dünyasının, devam eden ya da yeni dalgasının sarsması beklenen kriz konusundaki tavrı doğru. Peki, aynı hassasiyeti ‘darbe tehlikesi’ne karşı da göstermeleri gerekmez mi? Hatta ve hatta, gerekiyorsa krizlere razı olup, darbelere kökten ve temelden karşı çıkmaları lâzım. Muhtemel krizlere karşı maddî menfaatlerini korumak için gayret gösteren, açıklama yapan ve çareler arayan iş dünyası, aynı hassasiyeti açık ya da gizli darbe niyetlerine karşı da ortaya koymuş olsa; inanın Türkiye’nin sırtı yere gelmez.

Ama ‘kriz olmasın da ne olursa olsun’ anlayışı; hem Türkiye’nin krizlerle boğuşmasına hem de darbelerle 20 ya da 30 yıl geri gitmesine sebep olur.

İş dünyasının temsicileri arasında her türlü darbeye karşı çıkanlar çoğunlukta, ama daha net ve daha kararlı beyanlar ve tavırlar da beklemek milletin hakkı.

25.09.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Yanlış bir değil, iki…



Aslında Nejad ile Bush’un kutuplaşmasına ‘maniheistlerin çarpışması’ demek daha doğru olur. Medeniyetler çatışması bağlamında Tarık Ali gibi kimileri fundamentalistlerin çatışması ibaresini üretmişti. Mehmet Aydın gibiler ise bu eğilimi cehaletlerin çatışması olarak değerlendiriyorlar. Kanaatime göre aslında çatışmanın merkezinde maniheist dürtüler var. Taraflardan birisi hayır ve güzelliği tekeline aldığında ve hayrın kaynağını kendisinde görmeye başladığında maniheist çizgi başlamıştır. David Frum ile Richard Perle, ‘Şerrin kaynağı’ veya ‘kötülüğün kaynağı’ (Türkçe’ye Şeytana Son başlığıyla çevrilmiştir) diye bir kitap yazmışlardı. Tezleri, şerrin kaynağının İran olduğu yönündeydi. Bu kesinlikle hayr ve şerri tamamen karşıt kutup ve cephelerde kategorize eden sakim ve hasta bir anlayıştır. Buna mukabil, Nejad gibiler de şerri karşı tarafta aramaktadırlar. Bu şerri karşı tarafta arama meselesi insanın kendi ayıplarını görmesine perde olur. Meseleyi biraz daha derinleştirecek olursak; görürüz ki, Reagan SSCB’ye Şer İmparatorluğu demişti. SSCB yıkılınca ve yeri boşalınca Neoconlar ve onlar gibi düşünenler onun yerine İslâm’ı ikame ettiler. Bunun somut örneği Richard Perle ve David Frum’un sözkonusu ortak kitaplarıdır. Bu kitaplarında Reagan’ın SSCB için söylediğini İran’a uygulamışlardır. SSCB’nin askeri gücü ve ideolojisinin yerine de terörü ikame etmişlerdir. Şablon hazırdır. Bu kadar basittir. Buna mukabil, Ayetullah Humeyni de Reagan’ın SSCB için söylediğini ABD’ye uyarlamış ve onu ‘Büyük Şeytan’ olarak nitelendirmiştir. Neoconların Reagan’ın mirasını başka noktada sürdürmeleri gibi Nejad da Ayetullah Humeyni’nin anlayışını bir nebze devam ettirmektedir. Böyle olunca iki taraf da hatayı karşısında arıyor ve kötülüğün kaynağı olarak karşı tarafı görüyor. Halbuki pekâla Irak ve Afganistan’da taktik işbirliği de yapabiliyorlar. İrangate bunun başka bir örneğiydi. Şerri karşı kutba monte ettiğinizde; hiç nefis muhasebesine ihtiyaç ve yer kalmıyor. Bundan dolayı, Bush’un Irak’a açtığı savaş gibi savaşlar haklılık üzerine istinat etmez. Bundan dolayı Obama’nın danışmanı Brzezinski’nin Irak Savaşıyla ilgilı tanımı oldukça manidardır ve ona göre demogojik/mugalatacı bir savaştır. Halbuki Neoconlar, reelpolitikçi değil idealistler olarak anılıyorlar. Bu hep kafamı kurcalamıştır. Bunlar nasıl idealist olabilirler? Bunların idealizmi değişimci hedeflerinde. Kendilerine göre dünyayı şerden arındırmak istiyorlar ama kullandıkları yöntemler guruları Leo Strausse’un yaptığı ve Bush’un tatbik ettiği gibi halka sistematik yalan söylemek ve Makyavelli’nin yöntemlerini kullanmaktır.

***

Bu hususta Bush ile Nejad arasında milim fark yok. Sultan Ahmet Camii’nde siyaset yapıyorum diyen Nejad, Hizbullah’ın Beyrut’u ele geçirmesi sırasında da ‘Herkes Lübnan’ın içişlerine karışıyor ama bizim müdahalemiz sıfır düzeyinde’ demişti. Halbuki, Hatemi ‘İmam’ın devrim ihracı böyle uygulanmaz ve başkalarının içişlerini karıştırmak değil’ dediğinde Nejad’ın vekilleri kendisine dört koldan saldırmışlar ve neredeyse ihanetten dolayı yargılanmasını istemişlerdi. Velhasıl, dünya barışının önündeki engel maniheist anlayışlardır. Bu durumda hata bir olmaktan çıkıyor ve yaygınlaşıyor. Neoconların mesleği şeytanın mesleğidir. Şeytan suçu Adem’de ve ona karşı Allah’ın lütuf ve ihsanında görmüştür. Adem ise boynunu bükmüş ve suçunu kabul etmiştir. Cevdet Said’in dediği gibi insan hatayı öncelikle kendisinde aramalıdır. Bu, iç muhasebeyi beraberinde getirir. Şerri başkasında gördüğünde ve suçu başkasında aradığında büyüklenme (isti’la) hastalığı devreye girer. Büyüklenme yani isti’la devreye girince de istila yani işgal peşine gelir. Para ve güç de bunun aracı konumundadır. Bundan dolayı potansiyel şerri ayağa kaldırdan ve kuvveden fiile çıkartan ve ayartan para ve güçtür. İnsanın kusurunu kendisinde araması Adem’ın mesleği ve mezhebidir. İbni Adem’in yani Habil’in mesleği de budur. Kabil bu meslekten ayrılmış ve şeytanın mesleğine tabi olmuştur.

***

Maniheist söylem dünyayı kutuplara ayırmaktadır ve Huntington günümüzde Maniheizmin baş sözcüsüdür. İran’da devrimden sonra ilk kez Maniheist söylemden sıyrılan Hatemi olmuştu ama Bush maniheizmi, Nejad’ın şahsında İran Maniheizminin yeniden doğuşuna ve yükselişine hizmet etmiştir. Şimdi Baker-Hamilton komisyonu doğrultusunda ABD’nin akil adamları Bush sonrası gelecek yönetime diyalog ve uzlaşma teklif ediyorlar. Irak savaşı öncesinde de İngiliz ve Amerikalı diplomatlar ayrı ayrı hükümetlerini uyarmışlardı. Şimdi yıllar sonra yeniden benzeri bir uyarı yapıyorlar. ABD eski Dışişleri Bakanları, George Washington Üniversitesi’nde düzenlenen yuvarlak masa toplantısında bir araya geldi ve ABD’nin yeni yönetiminde izlenmesi gereken politikaları tartıştı. Toplantıya Clinton dönemi bakanları Madeleine Albright ve Warren Christopher, Baba Bush dönemi bakanı James Baker, Nixon dönemi bakanı Henry Kissinger ve George W. Bush’un birinci dönem bakanı Colin Powell katıldı. Tüm eski bakanlar ABD’nin yeni dönemde Suriye ve İran ile diyaloğa geçmesi gerektiğinde hemfikir oldular. Hatta Powell ve Baker doğrudan temastan bahsettiler. Powell İran ile diyalogda nükleer meselenin ötesine geçmek gerektiğini vurguladı.

İran tarafında da benzeri bir sağduyu işaretleri var. Rafsancani ve Hatemi, Nejad’ı uslubundan ve yaklaşımlarından dolayı kaç defa payladılar. Elbette onların da kendilerine göre kusurları var. Lakin onların kusurları ikaz ve nasihata engel değil. Rafsancani, Nejad’ı sokak ve pazar diliyle konuşmakla suçlarken Hatemi de Nejad’ın konuşmalarının düşmanca ve keskin olduğunu ifade etmiştir. İşte bu keskin ve düşmanca uslubun gerisinde kendisini hayrın merkezine alan Maniheist bir yaklaşım vardır. İran’ın siyasi sözlüğünde ABD’nin sıfatı istikbardır. Hoş Amerikalılar da bunu fazlasıyla hak etmiştir. Jingoizm olarak anılan Amerikan kibri, karşıtını yani Amrikan nefretini uyandırmış ve üretmiştir. Jingoizm, “ugly America” tabirini türetmiştir. Netice itibarıyla, Maniheist dürtüler ikiz düşmanını üretmiştir. Bunun panzehiri içten tamire yönelen yapıcı hareketlerdir. Pratik şudur: Herkes kendi delisine ve maniheistine sahip çıksın. Veli hepimizin dostu, deli hepimizin düşmanıdır.

25.09.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kemalizm pazarlığı



Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, göreve başlarken yaptığı konuşmada, evvelce Kara Kuvvetleri Komutanı olarak öne sürdüğü bir iddiayı tekrarlamış; sosyal devletteki zayıflamanın neticesi olarak tarikat ve cemaatlerin kuvvetlendiği görüşünü seslendirmişti.

“Akredite” medya ile iki gün üst üste yaptığı “iletişim” toplantılarında ise bu iddiasıyla neyi kastettiğini açarken, ekonomik çıkarlar için dini kullanmakla suçladığı cemaatlerin, bu alandaki güçlenmelerini siyaset ve eğitime yansıttıklarını söylemişti.

Tamamen uhrevî ve manevî eksenli, sadece iman kurtarma hedefine odaklanmış hizmetine hiçbir siyasî veya ticarî hesabın gölgesini düşürmeme noktasında olağanüstü bir dikkat, itina ve titizlik gösteren Bediüzzaman’ın ölçüleri açısından kesinlikle hiçbir geçerliliği olmayan ithamlar bunlar.

Ama bilhassa Özal ve ANAP’la başlayıp Erbakan ve RP ile kısmen devam eden ve Erdoğan ve AKP ile çok daha ileri boyutlara taşınan süreçte cemaatlerin ticarîleştirme, siyasîleştirme ve son dönemde bunlara ilâveten STK’laştırma tuzaklarıyla aslî kimlik ve fonksiyonlarından ve “cemaat” olma özelliğinden uzaklaştırılmaya çalışıldıkları da gözardı edilemeyecek bir vâkıa.

İşin bu cihetinin, Başbuğ’un suçlamalarından bağımsız olarak, bizatihî cemaatler tarafından samimî bir “iç sorgulama” çerçevesinde mercek altına alınarak enine boyuna irdelenip değerlendirilmesi gerekiyor.

Tabiî bu, cemaatlerin kendi içlerinde yapmaları gereken bir istişare ve sorgulama. Konunun çok önemli diğer bir boyutu ise devletle ilgili. Devletin cemaatlere bakışının demokrasi ve hukuk prensipleri çerçevesinde tamamen değişmesi lâzım.

Toplumun on milyonlarla ifade edilebilecek çok büyük bir kesimini bünyelerinde toplayan, manevî hizmetleriyle ülkeye çok şey kazandıran, maalesef devlet adına uygulanan politikaların da körüklediği iç çatışma risklerini pozitif ve yapıcı tavırlarıyla büyük ölçüde elimine ederek toplumsal huzurun sağlanmasına ciddî katkılarda bulunan cemaatleri “yasadışı yeraltı örgütleri” olarak gören zihniyet mutlaka terk edilmeli.

Bu çerçevede “iç tehdit ve tehlike” olarak nitelenen cemaatleri “istenen çizgi”ye çekmek için özellikle darbe dönemlerinde onlarla el altından birtakım gizli pazarlıklar yürütme ikiyüzlülüğüne de son verilmeli.

Böylesi pazarlıklar 12 Eylül’de de yapıldı, 28 Şubat sürecinin farklı aşamalarında da.

Nitekim 2001 Haziran’ında MGK’ya sunulan bir raporda “Tarikat ve mezheplerin önde gelenleri ile kurulan diyaloglar ve bu çerçevede sürdürülen çalışmalar sonucu, bu grupların devlet ve hukuk sisteminin içerisine çekilmesi ve devletin yanında yer almaları noktasında önemli mesafeler alındı” denildiğini geçen 31 Ağustos’ta bu köşede çıkan yazımızda hatırlatmıştık.

(Bu çerçevede Yeni Asya’nın farklı duruş ve tavrını anlatmaya çalıştığımız 1 Temmuz 2001 tarihli, “Yeni Asya ve pazarlık” başlıklı yazımız için bkz. “Bu Bayrak İnmez” kitabımız, s. 79)

Yeni Asya’nın 23 Eylül tarihli manşeti ise, benzer pazarlıkların, sonraki süreçte, bugün Ergenekon yapılanması olarak kısmen su yüzüne çıkan çetenin veya çetelerin mensuplarınca da devam ettirildiğini gösteren çok ilginç bir haberi duyuruyordu.

2003 yılında ulusalcı ekipten emekli bir binbaşının kendilerine gelerek birlikte çalışma teklifi yaptığını belirten İBDA-C’ye yakın bir ismin, “Şartları şuydu: Siz Kemalizme saldırmayacaksınız, biz de şeriata saldırmayacağız” sözüne bilhassa dikkat!

Önceki dönemlerde “devlet adına” veya o izlenim verilerek yapılan pazarlıklarda da hep bu şart koşulmuştu: Kemalizme asla dokunmayın.

Karşılığında da, pazarlığın muhatabı üzerindeki baskı ve takipleri kaldırmaktan, bazı devlet imkânlarını sınırlı ve kontrollü bir şekilde kullandırmaya kadar varabilen bir dizi “rüşvet”ler vaad edilmekteydi.

“Yem”i yutanlardan, Kemalizm karşıtlığını bırakmanın ötesinde, sıkı ve hızlı Kemalizm savunucularına dönüşenler oldu.

“Bazı şekiller”de görüldüğü gibi.

Kemalizme bakış turnusol işlevi görüyor...

25.09.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır