Kadir gecesini de eda ettikten sonra, insan artık iyiden iyiye Ramazan’ın, elini eteğini çekmeye başladığını hissediyor.
Ramazan’ı hakkıyla idrak edip yaşayanların bu ayrılıktan pek de hoşlanmadıkları, bununla birlikte tatlı bir hüzünle doldukları muhakkak. Zira gelen ve zamanı dolunca da giden, “Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise Cehennemden kurtuluştur” diye nitelenen ayların şahı Ramazan’dır. Hiç unutmam, küçükken arife gününde annem hüzünlenir, “Bu gün ölüler ağlıyordur. Çünkü azapları sadece Ramazan’da durdurulur” derken, başımı belli belirsiz sallar; ama ne dediğini tam olarak anlayamamanın verdiği çocuk saflığıyla, türlü işkence sahnelerinin durduruluşunu gösteren hayal denizine dalardım.
Zaman geçtikçe, Enes Bin Malik’in rivayet ettiği, “Ramazan ayında ölüler üzerinden kabir azabı kaldırılır” hadisi, olayı daha net görmemi ve bazı üzüntülerin odak noktasını irdelememi sağladı. Mesela, annemin söz konusu üzüntüsü gerçekte ölüler için mi, yoksa yaşayanlar ve dahi özelde kendisi için miydi? Bence kendisi içindi… Zira “Dört kişinin omzunda gitmemeye çaren mi var?” hakikati bir saat gibi kulağımızda daima çınlamakta.
Peki, insanı gidişiyle hüzünlendiren Ramazan’daki iksir nedir? Bununla ilgili, “Ramazan ayı girdiği zaman cennet kapıları açılır; cehennem kapıları kilitlenir; şeytanlar zincire vurulur” hadisi, sanırım üzüntümüzün kaynağına bizi götürecek mahiyette. Kolay değil, nefis ve şeytanla mücadele etmek… Hele ki evliya ve enbiyaların şerrinden sığındıkları nefis ve şeytansa… O kadar ki, “Ya Rabbi! Göz açıp kapayıncaya kadar, hatta ondan daha az bir zaman bile bizi nefsimizin eline bırakma!” diyen Hz. Muhammed(sav), bu konunun önemini belirtmiştir. İşte Ramazan ayında, bu denli önemli bir düşmanla her an mücadele hâlinde olan bir Müslüman’a “zincire vurulur” ibaresinin de belirttiği bir kolaylık içinde cennete layık olabilecek ibadetlerde bulunabilme fırsat sunuluyor… Dahası, bu ibadetleri alışkanlık hâline getirme ve Ramazan’dan sonra da devam ettirme gayretinin mümkün olabileceği de gösteriliyor. İnsanın, böylesi bir nimet için şükredesi ve “Bu Rabb’imin fazlındandır” diyesi geliyor…
Evet, Ramazan’ı Kur’an’ın indirildiği ay olarak görmek... Henüz yaratılış hikmetlerini bilmeyen ve cahiliyet bataklığında vıraklayan kurbağalar gibi birbirlerini çekiştiren ve bataklıkta tutan, akıl tutulmasına uğramış nice insanlar ve yaşamlar ortasında inen İlahî kelamın kalp, ruh ve akılları bir güneş gibi nasıl aydınlattığını tam olarak anlayabilmek…Ve “kul olduğunun idrakine varma, Allah’ı hakkıyla tanıma ve bilme” hakikatini iliklerine kadar yaşamak ne büyük saadet!...
Aslında beni bu kadar söyleten, Ramazan ayı aramızdan usul usul ayrılırken toplum olarak gittikçe kıymetini idrak etmeme sorunudur. Mesela geçenlerde, “Ramazan’ın tamamında oruç tutanların oranı yüzde 20, çoğunda tutanlarınki yüzde 60, birkaç gün tutanların oranı ise yüzde 90, yüzde 9’luk bir oran hiç oruç tutmuyor” gibi verilerle ortaya konan bir araştırmayla, aslında taklidî imanda kalan nice kişinin var olduğu gerçekliği yüreğimi sızlatıyor. Ne oldu bize? Çocukluğumdaki o uhrevî Ramazan çehreleri neden umarsız bir hâle büründü?
Merak ediyorum, “Cennet’te Reyyan adında bir kapı vardır. Kıyamet Günü’nde oradan yalnız oruçlular girer. Onlarla birlikte başka kimse giremez. ‘Nerede oruç tutanlar?’ diye çağrılır ve onlar da o kapıdan girerler. Sonuncusu da girdi mi, artık kapı kapanır; kimse giremez” hadisi de içimize tatlı bir heyecan vermez mi? Yoksa ölüm denen heyula, bizden çok mu uzaklarda?
Sahi, Ramazan Bayramı’mızı Şeker Bayramı’na dönüştürürken, Ramazan ayından kurtulmak mıdır, yoksa kulluk bilincinin doruğundayken Allah’ın bir ikramı olarak bilmenin gerekliliğinin şuurundan mıdır kutlamaların nedeni? Bence her vicdan sahibi bunu sorgulamalı Ramazan’ın son demlerinde…
28.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|