H
ayat bir dalgalanmalar seyri içinde geçen süreç olarak algılanırken, aslî boyutu ile bir çöl içinde seyyah konumunda olduğumuz hâl üzere işler. Bu dalgalanmalar ortasında insan zaman zaman musibetlerle karşılaşır ve bunları karanlık çölün ortasında karşısına çıkan düşmanlar olarak algılar. Bu anlar, bazı dönemlerde öyle üst üste gelir ki, kişi bütün sıkıntıların kendisini bulduğunu ve hayatta en sıkıntılı ferdin kendisi olduğunu zanneder. Bu anlarda Rabbi tarafında unutulduğunu ve hatta Rabbi’nin, Rahman ve Rahim olarak muamele etmediğini vehmedebilir. Üzülür, kırılır ve çaresizlik hisseder ve zaman zaman yıkılır. Hayata bağlayan enerjisi azalır ve bazen kaybolur.
Bu anlarda yapılacak en güzel şey benliği ve olayları harfîleştirmek ve doğru şekilde algılanacak zemine oturtmaktır. Bu, yaşanan bütün olayların Rabbi ile iletişim ve ondan kendisine gelen bir mesaj olduğunu ve her musibetin aslında dünyadan yüz çevirip Rabb-ı Rahim’e yönelmeye vesile olacağını fark etme imkânı sağlar.
İnsanın yaratılış amacı kulluk ve Rabbi ile muhabbet olmalıdır. Ancak zaman zaman bu bağ şekli kaygılardan dolayı ve aşırı hassasiyetten dolayı zarar görür ve ibadetin bu en güzel yönü devre dışı kalır. İnsan için en güzel hâl Kâinat Sultanı ile birliktelik O’nun yanında olduğunu hissetmektir. Bazen insanlar özellikle hayatı kendilerine problem hâline getirirler. Önemli olmayan problemler büyütüldüğü için büyük algılanır. Şeytanın genel stratejik planı da insanın bu zaaf noktasından istifade etmek üzerine bina edilmiştir. Diğer yandan, “iktiran” adı verilen iki şeyin aynı anda, ya da yan yana gözlenmesinin bunlar arasında bir irtibat olduğu inancını oluşturması da şeytanın vesveseye sürüklediği alanlardan biridir. Bu aslında dünya ile irtibatımızda ve maddi alanı anlamlandırmamızda en ciddi zaaf noktalarımızdandır.
Hayatın her anında şu prensip esas olmalıdır: “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Aslında hayatın asıl anlamı da Rabbi ile muhabbet bağlantısından doğan lezzettir. İbadetler de özünde bu maksada hizmet etmelidir.
Geçmişte yaşanan her şey yaşanması gerektiği için yaşandı. Çünkü kaderin hükmüydü. Bunlardan Risâle-i Nur ölçüleri ile hayatını şekillendiren hiç bir ferdin âleminde ümitsizlik, şevksizlik, isteksizlik doğmamalı. Onların dâvâsı acz, fakr, şevk ve şükrü mutlak düzeyde hayata aksettirmeyi hedefleyen bir dâvâ. O dâvâda kırgınlık olmaz, küsmüşlük olmaz. Büyük bir yangından insanları kurtarmak üzere koşanların birbirlerine kızacak, küsecek vakitleri ve hâlleri olamaz.
Özellikle şuur altında ve musibet zamanlarında insanı sıkıntıya sokan ve sanki Rabbi’ne kırgın bir psikolojik hâle sevk eden hâl şeytandan kaynaklanır ve şeytan musibet anlarında çoğunlukla bu stratejik planı uygulayıp ferdi Rabbi’ne kırgın hâle getirmeyi hedefler. Oysa yaşanan her musibet ferdi dünyada uzaklaştırıp Asıl Sevilmesi Gereken’e yönelten bir süreçtir.
Musibet ve sıkıntı anlarında Mevlânâ Celalettin Rumi Hazretleri’nin şu sözünü hatırlamalıdır:
‘Dertsiz duâ soğuktur
Dertliyken yapılan duâ gönülden kopar…(Mesnevî)’
Evet çare arayışları, yakarışlar ve sığınmalar ferdi Rabbi’ne yaklaştırır. Şeytanın vesveselerine kapılmadığı sürece musibetler bu maksada hizmet için isabet eder. Maksatlıdır ve anlamlıdır. Asıl gayesinin farkında olan mü’mini, kavrulan yüreği Rabbi’nin sevgisini çok daha net hissetme noktasına yani kemale ulaştırır. Bu noktada üstadın muhteşem ifadesi anlamını bulur:
‘Mü’min-i kâmil, ya o dünyaya küsmeli ya dünya ona küsmeli’
İnsanın yüzünü dünyadan uhrevî âlemlere çeviren musibetler rahmaniyet ve rahimiyetin lâtif bir tecellisinden başka bir şey değildir. Kulunun yüzünü kendine çevirmek için musibetler veren Âlemlerin Rabbi elbette kulunu sevmektedir. Bu sevginin ifade edilişi O’na yönelen kul için muhteşem olacaktır.
03.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|