Bediüzzaman, daha 1952 senesinde, “Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. (...) Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum” diyordu. Bu manevî buhrana karşı tek çare olarak iman yolunu gösteriyor ve mesaisini yalnız bu yolda yoğunlaştırıyordu.
Bu sayede, Allah’ın inayetiyle, dünya durdukça insanlığa iman ve Kur’an yolunu gösterecek ve iki cihan saadetini temin edecek Risale-i Nur Külliyatı meydana geldi. Her sorumuzun cevabı, her derdimizin devası ve her hastalığımızın çaresi bu eserlerde gösterildiği gibi, maddî ve sosyal, hatta siyasî buhranlarımıza karşı tedbir, çare ve ölçüleri de bu Kur’anî yorumlarda bulmamız mümkün hale geldi. Gençlik Rehberi, Hanımlar Rehberi, İhtiyarlar Risalesi, Hastalar Risalesi ve İktisat Risalesi derken, yüz otuz parçadan ibaret onlarca eser... Yeter ki biz; bir küçük risale, bir cümle, bir kelime demeyip, onları kelime kelime, cümle cümle hayatımıza taşıyalım ve yaşayalım. İşte İktisat Risalesinden bir-iki misal:
“İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı ictimâiyenin medarı olan san’at, ticaret, ziraat tenakus eder. O millet de tedennî edip sukut eder, fakir düşer.”
“‘Kanaat eden aziz olur; tamah eden zillete düşer’ hadisinin sırrıyla, kanaat, izzeti intaç eder (netice verir). Hem sa’ye ve çalışmaya teşcî eder. Şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır. Çünkü, meselâ bir gün çalıştı. Akşamda aldığı cüz’î bir ücrete kanaat sırrıyla, ikinci gün yine çalışır. Müsrif ise, kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır.”
Yine Bediüzzaman’a göre, sosyal çalkantıların sebebi iki cümledir: Birisi: “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne.” İkincisi: “Sen çalış, ben yiyeyim.” İslâm âleminde bu iki cümlenin tesirlerinin kırılması da ancak zekât emrinin uygulanması ve faizin kaldırılmasıyla gerçekleşir. Evet, bu da gösteriyor ki, manevî buhranlar gibi, maddî buhranlar da batı kaynaklıdır.
Yeryüzündeki kaynakların sınırlı, insan ihtiyaçlarının ise sınırsız olması sebebiyle, bir bilim dalı olarak iktisat ya da ekonomi; kaynakların daha verimli bir şekilde kullanılabilmesini sağlamak amacıyla kurulmamış mıdır? Pekala biz, fert, millet ve devlet olarak iktisadî ve ekonomik bir uygulamanın içinde miyiz? Bu soruya rahatlıkla “hayır ve asla” cevabını verme durumunda isek, ara ara ülkemizi sarsan ekonomik krizden, iç ve dış borçlardan şikâyetçi olmaya bile hakkımız olmamalıdır.
Japonlar son derece sade, basit, yalın, mütevazi yaşayan insanlardır. Evlerini mobilya ile, eşya ile dolduranlar Japonlara göre ruhen tekâmül edememiş, hayatın mânâsını anlayamamış, zavallı kimselerdir. Böyleleriyle; “Evini mezat salonuna çevirmiş zavallı” diye eğlenirler. Bir insanın gösteriş için eşyanın esiri olması ne kadar acıdır.
Vaktiyle Japon ekonomisinin darboğazdan geçtiği, iç borçlar ve dış borçlar gırtlağa ulaştığı sırada, zamanın başbakanı meclisi toplar. Kürsüye çıkar, durumu açık açık ve tehlikeleri ile anlatır. Son olarak da tarihe mal olacak şu beyanda bulunur: “Şu andan itibaren, Allah şahidim olsun ki, Japonların iç ve dış borçları son kuruşuna kadar ödenmeden, pirinçten başka birşey yemeyeceğim, şu üstümdeki elbiseden başka elbise giymeyeceğim.”
Evet, böyle der ve dediklerini de yapar. En üstten en alta bir israftan kaçınma kampanyası açılır. Japonya bütün borçlarını öder. Bu durum, toplumun bütün kesimlerini, tek istisna olmadan kapsama alanına alır.
Darısı bizim ülkemizin ve bizim yöneticilerimizin başına..
Hele hele İslâm tarihini, İslâm iktisadını çok iyi bilme iddiasında olan yöneticilerin, israfın haram olduğunu, iktisat ve kanaatin de farz olduğunu bilerek, milletin tamamına uygulatmaya muktedir olamasalar bile, kendi hizmet alanlarında ve ailevî yaşayışlarında İslâmın iktisat modelini göstermeleri gerekmez mi? Ama heyhaat!..
Bilhassa, mâlî kriz dönemlerinde tasarruf tedbirleri genelgeleri dairelerde uçuşur, millete kemer sıkma tavsiye edilir de, genelge sahipleri ve tavsiyeciler bu tedbirlere ve tavsiyelere riayet etmezler. Düğünlerinde, toplantılarında, gezilerinde ve yaşayışlarında lükse ve gösterişe kaçmak, ne yazık ki, biraz da kendilerini modern ve çağdaş göstermek adına, halihazırdaki devletlülerimizde bile göze çarpar.
“Bir mıh bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir komutanı, bir komutan bir orduyu, bir ordu bir ülkeyi kurtarır”mış. Ama yerinde kullanılırsa... Köroğlu’na “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” dedirten tüfeği de çok gerilerde bırakan o kadar çok şey icat edildi ki... Ve bunlar ne acıdır ki, insanlığın ve dünyanın hayrına kullanılacağına, mahvına ve perişaniyetine kullanılabildiği için, bırakınız bir çiviyi, bir atı; bazen bir orduyu, bir ülkeyi ve bir milleti bile değersiz hale getirebiliyor. Milletleri güçsüz, hükümetleri iktidarsız yapabiliyor. Çiviyi yanlış yerde kullanan insanoğlu, bir de dönüp der ki, “Dünyanın çivisi çıkmış...”
Aslında dünya dönüyor ve kainatta herşey yerli yerinde ve vazifesinin başında. Ne oluyorsa, şu insanoğluna oluyor.
Alain der ki, “Bir insan yerde bir iğne görüp de eğilip almazsa, bütün uygarlığa karşı ihanet etmiş olur. Çünkü bir iğnenin üretiminde binlerce insanın alın teri, göz nuru, el emeği vardır.” Avrupa’da, meselâ Stockholm’da kaldığınız otelin lavabosunda traş olurken, şöyle bir notla karşılaşabilirsiniz: “Lütfen traştan sonra jiletinizi çöpe atmayın, yanda bir kutu var, oraya bırakın, bir tek jiletle dahi olsa, İsveç çelik sanayiine yardımcı olun.” Bunu okuyunca, çelik eşya dendiğinde neden İsveç’in akla geldiğini daha iyi anlıyorsunuz.
30.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|