Cumhuriyetin 85. yılında Türkiye demokratik Cumhuriyeti arıyor. Zira hâlâ birileri Cumhuriyeti “koruma ve kollama” perdesinde “mutlak bir istibdat”tan kalma dayatmalar peşinde.
Tek parti itiyadıyla, aslında “dini dünyadan ayırmak demek olan” ve bütün dünyada “din ve vicdan hürriyetinin teminatı” olarak görülen “laiklik” bahanesiyle Cumhuriyet zedeleniyor.
Hâlâ milleti ve mânevî değerleri inciten söylemlerle, “hürriyetin en geniş şekli olan cumhuriyet”, âdeta ters yüz edilerek dinden bîbehre “lâdinî Cumhuriyet”e dönüştürülmek isteniyor.
Cumhuriyeti tekelinde gören zihniyetin milleti millet yapan değerleri dışlayan anlayışıyla millet irâdesi devre dışı bırakılıyor; Cumhuriyet ve demokrasi laikliğe fedâ ediliyor.
Millet irâdesinin temsilcisi Meclis’in temel bir insan hakkı ve inancını yaşama hakkı olan ve “dinî bir vecîbe” olduğu “din işleri”nde yetkili anayasal devlet kurumu olan Diyanet’in kararlarıyla sabit bulunan başörtüsüne getirilen yasağı kaldırma irâdesinin Anayasa Mahkemesinin “gerekçe”siyle engellenmesi, bunun son örneği.
Ne yazık ki 27 Mayıs darbesinden 12 Mart muhtırasına, 12 Eylül ihtilâlinden 28 Şubat “postmodern darbesi”ne kadar her darbe ve ara rejim döneminde darbelere arka çıkan ve “irtica tehdidi” brifinglerini ayakta alkışlayan üniversitelerin, demokrasi, hukuk ve insan haklarının çiğnendiği arenalar haline getirilmesine yeni bir süreç ekleniyor. Demokratik eğitim ve eğitim özürlüğü, en evvel üniversitelerde katlediliyor…
Bu hal, Cumhuriyetin hâlâ demokratikleşmediğini, demokratik “Cumhuriyet” vasfına ulaşamadığının en bâriz belgesi…
ANAYASANIN SÖZÜNE, RUHUNA VE KANUNA AYKIRI...
Doğrusu yasakçı rektörlerin, daha önce “devrimler” ve “laiklik ilkesi” gereği tepeden dayattıkları kanunsuz yasağı, bu kez “üniversitelerdeki uygulamalar aynen devam edecek, karar içtihat oluşturdu, hukuka karşı boynumuz kıldan ince” deyip “Anayasa ve hukuka” dayandırmaları, işin en mugâlatası…
Diğer yandan Cumhurbaşkanı Gül’ün yeni atadığı güya yasağa karşı imza atan rektörlerin, açıkça Anayasa aykırı olarak çarpıtılan “iptal”le tıpkı “yasakçı” rektörler gibi “yasal yasak var” çarpıtmasına katılmaları, hatta zaman zaman daha hahişkâr bir gayretkeşlikle yasağı uygulamaları, işin bir diğer garâbeti…
Esasen Anayasa Mahkemesinin “laiklik ilkesi” üzerine bina ettiği yasağın, bu vaziyetiyle anayasaya ve hukuka tamamen tezat teşkil ettiği ortada.
Zira Mahkemenin, Meclis’in anayasanın iki maddesinde, “eğitim hakkı”nı ve “kanunlar önünde eşitliği” te’yid eden değişiklikleri “iptal” etmesi, sonucu değiştirmiyor. Zira bu “iptal” bile sadece “te’yid”i kaldırıyor; ancak kanunsuz yasağı hiçbir zaman yasal kılmıyor…
Ne var ki, hükümetten ve Meclisten kimse çıkıp, bunun vahim bir cerbeze olduğunu belirtmiyor. Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında kadınların kılık ve kıyafetini düzenleyen bir kaydın bulunmadığını, hakkında hiçbir yasaklama hükmü olmayan başörtüsüne getirilen yasağın, anayasada açıkça belirtilen “herkesin kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetler”e aykırı olduğunu ifade etmiyor.
Bu temel hak ve hürriyetlerin ancak “ülke bütünlüğünün, millî güvenliğin ve kamu düzeninin bozulması” ya da “kamu yararı, genel ahlâk ve genel sağlığın korunması” sebebiyle yine “anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak kanunla sınırlanabileceğini” açıklamıyor…
TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK CUMHURİYETE
İHTİYACI VAR…
Görünen o ki anayasayı, Türkiye’nin altına imza attığı ve iç hukuku da bağlayan, “eğitim hakkının hiçbir şekilde engellenemeyeceğini” güvence altına alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini esas alarak bu hususa itiraz etmesi gereken siyasî iktidarın, peşinen yasadışı yasağın “yasallaştırması”na teslim olması, kırılmanın temelini oluşturuyor.
Siyasî iktidar, Başbakan’ın “velev ki siyasî simge de olsa” çıkışının, hiçbir zaman Kur’ân’da sarahaten bildirilen tesettürün bir parçası olan başörtüsünü “dinî bir gerek” olmaktan çıkarıp “siyasî sembol” yapmayacağını ısrarla vurgulamak yerine, ne yazık ki daha baştan uyduruk isnada teslim oluyor.
İktidar partisi, AİHM kararının, hükümetin Strasbourg’a gönderdiği “savunma”da, başörtüsünü “laikliğe aykırı”, “siyasî sembol” ve “gerginlik sebebi” sayıp “yasağı yasalara uygun görmesi”nden kaynaklandığını, ancak hiçbir zaman dinî bir vecîbe olan başörtüsünün “yasaklanması” anlamına gelmediğini anlatmıyor. Bu yasağa laisizmin merkezi Sarkozy’in Fransa’sı dahil, Avrupa’nın hiçbir ülkesinde rastlanmadığını izah etmiyor; “yapacak bir şey yok!” teslimiyetiyle yasağı daha “gerekçe” açıklanmadan “kabulleniyor!”
Kimse çıkıp, Anayasanın kesin hükmüyle “yasama” ve “Anayasayı değiştirme yetkisi”nin millet adına yalnız TBMM’ye verildiğini, Mahkemenin kendinden menkul “yetkiler”le Meclis’in yetki sınırlarını tartışamayacağını ve daraltamayacağını dile getirmiyor.
Başbakan ve iktidar partisi sözcüleri, “Meclis’in yetkisinin gasbedildiğini” ve “üniversitelerde başörtüsünün yasaklandığını” söylemekle geçiştiriyorlar…
Neticede Türkiye’nin hem demokratik bir Cumhuriyete, hem de demokrasiyi, milletin hakkını, irâdesini ve hukukunu hakkıyla savunacak bir iktidara ihtiyacı var…
Millet irâdesinin, hakkın ve hukukun peşinen çiğnenmesine “iktidar koltuğu” uğruna temenna edenlerle olmuyor…
30.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|