|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Kudsî dâvâmızın hatırı için |
|
Kudsî dâvâmızın hatırı için, selameti için fedakârlıkta bulunmak... Meşrû olan, makbul olan çoğu haklarımızdan vazgeçmek, ferâgatte bulunmak... Ulvi hizmetlerimizin devamı için, cihanbaha davamızın tahakkuku için haklı olduğumuz birçok hakkımızdan feragat etmek... Bir ihsan-ı İlahi olarak omzumuza konulan, uhdemize verilen kudsî emanetin muhafazası uğruna şahsî gururumuzu ayaklar altına almayı hazmedebilmek...
Evet dostlar, bunları yerine getirebilmek, şu söylenenleri huzur-u kalple yapabilmek elbette kolay değil. Çoğu zaman nefis ve şeytan hükmediyor. Böyle de olsa, hizmet erleri bunları yapmayı göze almalılar. En azından yüklendiğimiz kudsi dâvâmızın sıhhat ve selâmeti için bunların zaruri bir gereklilik olduğunu bilmemiz lazım.
Bize tevdî edilen bu kudsi emanetin zayi olmaması için... Omzumuzdaki bu ağır yükün yere düşmemesi için... Bize teslim edilen bu değerli definenin, bu paha biçilmez hazinenin hırsızların, yan kesicilerin eline geçmemesi için... Hizmet kervanının durmaması veya yanlış yollara sapmaması için...
Hizmetlerimizin kazasız belâsız devamı için haklı dahi olsak bir çok hakkımızdan, benliğimizden, enaniyetlerimizden vazgeçmek bir vazife, bir vecibe değil mi?
Aramızdaki ihlas ve kardeşliğin zarar görüp zedelenmemesi için kardeşlerimizin nefislerini nefsimize tercih etmek... Nefsimiz sürekli önde görünmeye bizi zorlasa da, bazen geride durmayı, görünmemeyi prensip edinmek... Vazifede, zahmette, meşakkatte değil, ücret almada, ganimeti paylaşmada geride durmaya talip olmak... Tâbiiyeti metbuiyete tercih etmek...
Nefis ve şeytanımız devamlı önde olmayı, nazar-ı âmmede görünmeyi, insanların teveccühünü, rağbetini devamlı arzu etse de, bu durumun bazı tehlikeleri beraberinde getirebileceğini göz ardı etmeden bunlardan kaçınabilmek... Bir işe ehil ve hevesli olanları öne çıkararak, nazar-ı âmmede görünmelerine nazar-ı müsamaha ile bakabilmek...
Şu ifade etmeye çalıştıklarımızı yerine getirmek zor da olsa, hizmet erbabı için böyle olmanın gayretinde olmaktan, bunları nazar-ı dikkate almaktan başka çare yok.
Nur mesleğinde peder evlat ilişkisi yerine kardeşlik esasının geçerli olduğunu göz önünde bulundurarak, dâvâ arkadaşlarımıza kardeşâne bir tavır içinde bulunmak, sıcak, sevecen ve samimî bir yaklaşım içinde olmak... Onlara değer vermek, tepeden bakmamak, onları küçük görmemek... Yaşımız, hizmetimiz, Risâle kültürümüz ne olursa olsun bilgiçlik taslamamak, mürşidâne bir duruş içine girmemek... Sürekli kendimizi gündemde tutarak, kendimizden bahsederek, kabiliyetlerimizi, özelliklerimiz anlatarak kendimizi satmaya çalışmamak... Başkalarının gıpta damarını tahrik ederek, kıskançlığa kapı aralamamak... Yaptığımız hizmetlerin karşılığını insanlardan beklememek, bundan dolayı imtiyaz beklentilerine girmemek... Dünyaya bakan makam ve mevkilerimizi hizmetteki arkadaşlarımıza bir silâh olarak kullanmamak...
Evet ferdin hem kendisi, hem de mensubu bulunduğu cemaatin geleceği için bu ve benzeri prensip ve düsturları göz önünde bulundurması önemli bir zaruret. Yoksa nefis ve şeytanın devreye girmesi kuvvetle muhtemel.
Nur hizmetinin olmazsa olmazlarından olan esaslarından biri de şefkat, merhamet, sevgi, muhabbet olduğunu göz önünde bulundurarak, herkese karşı muhabbet fedâisi olmak... Samimi, candan, sevecen bir tavır içinde olmak... Hiç kimseyi kırmamak, hiç kimseden kırılmamak, küsmemek, küstürmemek.. Şayet bunlar olmuş ise tâmiri cihetine gitmek... Üstadın, “Kardeşlerimden rica ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle, birbirine küsmesinler ve ‘Haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim” ifadeleri istikametinde dâvâ arkadaşlarımıza yaklaşımda bulunmak gerek.
30.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Günah ve tövbe |
|
Özcan Bey: “Bazı kitaplarda Peygamber Efendimizin (asm), bazı günahlar zikrettiğini ve bu günahları işleyenler için ‘Allah’ın rahmetinden uzak kalmıştır’ veya ‘Allah lânet etmiştir’ gibi ifadeler kullandığını görüyoruz. Meselâ bir hadiste, içki içenlerin ebediyen Cennete giremeyecekleri beyan ediliyor. Oysa Allah’ın rahmeti gazabını geçmiş değil mi? Allah, bütün günahları bağışlayıcı değil mi? Allah’ın affedici ve mağfiret edici oluşu ile, böyle gazap haberleri veren hadisleri nasıl telif etmeliyiz? Meselâ içki içen affedilmez mi?”
Beşer olarak dehşetli bir imtihandan geçiyoruz. Bazen farkında olmadığımız halde kendimizi bir veya birden fazla günahın içinde buluyoruz; bazen bilerek veya bilmeyerek bir ayıp, bir kusur, bir günah, hatta haddi ve cezayı gerektiren bir suç elimizden sâdır olabiliyor; bazen Allah’ın rahmetinden uzak kalmayı gerektiren bir isyânımız–maazallah-olabiliyor; bazen Allah’ın lânetini mûcip bir davranışımız vücuda gelebiliyor. Biz beşeriz. Beşer, şaşar! Allah, şaşırmasın! Cenâb-ı Hak ise Rahîm’dir, Kerîm’dir, Afüvv’dür, Ğafûr’dur, Settâr’ul-Uyûb’tur (ayıpları örtendir).
Bahsettiğiniz gibi; Allah’ın kahrından ve gazabından bahseden hadisler ve âyetler mevcuttur. Allah’ın merhametinden ve mağfiretinden bahseden hadisler ve âyetler de mevcuttur.
Meselâ bir hadiste Peygamber Efendimiz (asm): “Üç kişi vardır ki; Allah onlara Cenneti haram kılmıştır: Bunlar; devamlı içki içen, ana-babasına eziyet eden ve ailesinin fuhuş yapmasını onaylayan deyyustur”1 buyurur. Bu hadîste geçen büyük günahlar için Cenâb-ı Hak öyle gazaplanır ki; kişinin affa istihkak kesbetmesi için, derhal bu günahlardan sıyrılıp nedâmet ve pişmanlık içinde tevbe etmesi lâzım. Ancak, tevbe etmemekle beraber; gözü öylesine kararır, kulakları öylesine tıkanır, basireti öylesine bağlanır ki, bu günahları işlemeye devam eder; geleceğini düşünmez, âhiretini nazara almaz, Allah’a hesap vereceğini dikkate almaz. Allah’ın gazaplandığı günahlarda öyle bir nitelik vardır ki, pişmanlık ve tevbe ile derhal vazgeçilmediği takdirde, başka büyük günahlara da kapı açar. Meselâ içki böyledir. İçki bütün kötülüklerin anasıdır. Anaya-babaya eziyet etmek de böyledir; başka büyük kötülüklere kapı açar.-Af buyurun-Deyyusluk da böyledir! Ne ar kalır, ne hayâ; ne karakter kalır, ne kişilik! Diğer büyük günahları da aynı sırada sayabilirsiniz! Aslında büyük günahların tamamı böyledir; insanın kişiliğini, kadr ü kıymetini, onur ve şerefini, edep ve hayâ perdesini alır götürür.
Ancak bu günahları işlemeye devam edilmediği; derhal terk edildiği, derhal günah olduğu anlaşıldığı, kabul edildiği; derhal hicap ve hayâ edildiği; derhal iç muhasebeye girişildiği; derhal nefis sorgulandığı, pişmanlık ve nedamet duyulduğu ve derhal tevbe ve istiğfar içine girildiği takdirde -sizin bahsettiğiniz müessif, ama talihsiz olay da dâhil -hiçbir günah yoktur ki, Allah’ın af ve mağfiret şemsiyesi altına girmiş olmasın! Allah’a sığınan kurtulur! Allah’tan eman isteyen, eman bulur! Allah’tan mağfiret isteyen, bağışlanır! Allah’ın gazabını isteyen de -maazallah; bu, günahlara devam etmek ve pişmanlık duymamak demektir -Allah’ın gazabını bulur!
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’inde: “De ki; ey nefislerine zulmedip, aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin! Allah bütün günahları bağışlar! Çünkü O, bağışlayandır, merhamet edendir”2 buyurmakla, kötülüklere boylu boyunca dalan fitne, fücur, fısk, isyan ve tuğyan sahiplerine şefkatle seslenir. Bu müşfik ses, onlara, günah işleyip durdukları bu fânî dünyadan ayrılmadan, günahlarını terk edip tevbe etmeleri halinde mağfirete dönüşmektedir.
Enes (ra) rivayet eder: Allah Resulü’nün (asm) yanında oturuyordum. Adamın biri gelip dedi ki:
“Ya Resûlallah! Haddi gerektiren bir günah işledim! Bana bunun cezasını uygulayınız!”
Allah Resulü (asm) ona cezayı gerektiren günahının ne olduğunu sormadı. Daha doğrusu, günahının gizli kalmasını ve tevbe ile arınmasını istediğinden, şimdilik üzerinde durmak istemedi. Nitekim namaz vakti geldi. Peygamber Efendimiz (asm) namaza durdu; o da Peygamberle (asm) birlikte namaz kıldı. Allah Resulü (asm) namazını tamamladığında, adam tekrar Allah Resulüne (asm) yaklaşıp durdu. Nihayet tekrar:
“Ey Allah’ın Resûlü! Ben bir günah işledim! Bana Allah’ın Kitabındaki hükmü uygulayınız!” dedi.
Allah Resulü (asm) bu def’a:
“Sen bizimle birlikte namaz kılmadın mı?” buyurdu.
Adam: “Evet!” diye cevap verince, Resûlullah (asm):
“Allah senin günahını bağışladı. Kalk git!” buyurdu..3
Anlaşılıyor ki, biz Allah’a yaklaşmaya devam edip ibadetlerimizi yaptıkça ve geçmişte tövbe ettiğimiz ve artık belleğimizde izi bile kalmayan bir hatadan veya günahtan dolayı -hâşâ -Allah’ın affedici olmadığını düşünecek derecede kriz içine girmemize gerek yoktur. İbadetlerimize devam edelim. Allah, Settâr’ul -Uyûb’dur; günahlarımızı örter ve bağışlar. Allah’ın örttüğü günahımızı, biz de unutalım ve ibadetlerimizi neşeyle ve umutla yapalım.
Dipnotlar:
1- Müsned, 2/63, 2- Zümer Sûresi, 39/53, 3- Buhârî, hudûd, Bab:27
30.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah için bir araya gelmek |
|
Birgün Hz. Muaviye mescide geldiğinde halka halinde bir topluluğa rastladı. “Niçin toplandınız?” diye sordu. Onlar da, Allah’ı zikretmek maksadıyla bir araya geldiklerini söylediler.
“Gerçekten Allah için mi toplandınız?”
“Vallahi, başka bir niyetimiz yok. Sırf bunun için toplandık.”
Bunun üzerine Hz. Muaviye dedi ki:
“İnanın, ben size inanmadığım için yemin teklif etmiş değilim. Benim durumumda bulunup da Hz. Peygamberden (asm) daha az hadis rivayet eden biri yoktur. Bir gün Hz. Peygamber, bir ders halkası meydana getiren Ashabından bir topluluğun yanına gelmişti de, niçin böyle toplandıklarını sormuştu. Onlar da, ‘Bize İslâmı gösterdiğinden dolayı Allah’ı zikretmek, Ona hamd ü sena da bulunmak için toplandık’ demişlerdi. Allah Resûlü de (asm), ‘Allah için söyleyin, gerçekten bunun için mi toplandınız?’ diye sorduğunda Ashab da, ‘Vallahi, bunun dışında bir maksat için bir araya gelmedik’ demişlerdi.
“Bunun üzerine Allah Resûlü (asm) buyurdular ki, ‘Ben size güvenmediğim için yemin teklif etmedim. Cebrail (asm) gelip Cenâb-ı Hakkın meleklere karşı sizinle iftihar ettiğini bildirdi de sebebini öğrenmek istedim.’”1
Ne kadar enteresan değil mi? Bir tarafta Allah’ın kendilerine ihsanda bulunduğu İslâm ve iman gibi sayısız nur ve faydaları bulunan eşsiz bir nimet var, diğer tarafta bu nimetin büyüklük, kadir ve kıymetinin karşısında şükür ve minnet duyguları içinde ezilip Allah’ı zikretme, Ona hamd ü senada bulunma gibi bir kadirşinaslık ve fazilet var. Demek böyle bir hareket Cenâb-ı Hakkın meleklerine iftihar ettiği kadar önemli ve büyük bir fazilet.
Yapılan ders ve sohbetlerin temelinde de ihsan edilen onca nimete bir şükür ve Allah’ı zikir, Onu hatırlama özelliği yok mudur? Böyle bir topluluğa daha başka ikramlar da vardır. Başka bir hadis-i şeriflerinde Kâinatın Efendisi (asm), Allah’ın dinini, kitabını öğrenmek ve mütalaa etmek maksadıyla bir araya gelen kimselere ayrıca Allah’ın gönül huzuru vereceğini, onları rahmet ve lütfuna boğacağını, meleklerin onları takdir ve himaye için etraflarını saracaklarını müjdeler.2
Minnet ve şükran duyguları içinde Allah’ı zikretmek, şükür ve hamdetmek maksadıyla Onun dinini, kitabını öğrenmek, mütalaa etmek için yapılan dinî sohbet ve zikirlerin ne kadar önemli olduğunu bu iki hadis-i şerif açıkça göstermiyor mu? İnsan yaptığı işin azamet ve ehemmiyetini bilirse ona daha bir zevk ve şevkle sarılır.
Dipnotlar:
1- Müslim, Zikir: 40., 2- İbni Mace, Mukaddime: 17; Tirmizî, İlim: 2.
30.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Hah, işte hastalık |
|
Radikal gazetesi yazarı Türker Alkan, dünkü yazısında yıllar önce iki üniversiteli öğrencisiyle arasında geçen bir hadiseden bahsediyor.
Ancak, öğrencileriyle olan sohbetten bahsederken lâfı öyle bir noktaya getirip dayandırmış ki, yazıyı okuyunca insanın içinden hakikaten "Hah, işte hastalık" diyesi geliyor; "Cumhuriyet aydını hastalığı."
Evet, üniversitede uzun yıllar hocalık yapmış olan bu aydın kişi, elli yıl evvel vefat eden Said Nursî'yi hâlâ Monarşi taraftarı ve Cumhuriyet karşıtı bir şahıs olarak zannediyor olması, sizce de müzmin bir hastalığın bâriz bir ifadesi değil midir?
Hem, Alkan Hocanın zannı ve kanaati bu merkezde olmasaydı şayet, aşağıda okuyacağınız aynı konulu yazısında bunu bir şekilde belirtmesi gerekmez miydi?
İşte, bir "türbanlı öğrenci" ile bir erkek öğrencinin ziyaretinden bahisle yazılan söz konusu yazının ilgili bölümleri:
"Bir gün erkek arkadaşıyla birlikte odama geldi, bana Said Nursî propagandası yapmaya başladılar. Nursî’nin ne kadar çağdaş yaşama ilişkin yerinde gözlemleri olduğunu, onu okuyanın hidayete ereceğini filan anlatmaya başladılar. Köy delikanlısına telkinde bulunan hevesli misyonerlere benziyorlardı.
“'Bakın çocuklar' dedim, 'Said Nursî’nin bütün yazılarını okumadım. Seneler önce bir risâlesini (kitapçığını) okumuştum. Hiç beğenmedim. Daha başka kitaplarını okumanın zaman kaybı olacağını düşündüm.”
“Nesini beğenmediniz?” diye sorguladılar. 'Tutarlı ve sistematik değildi. Eski usûl meseller anlatıp ondan kendi keyfince sonuçlar çıkaran, ‘yedi kat gök’ gibi bilimsel açıdan hiçbir anlam taşımayan sözler eden bir kişi. Doğrusu onda yararlanacağım bir şey bulamadım.'
"Bunları işitince, gençler birbirlerine anlamlı anlamlı baktılar. ‘Hah işte, hastalığı tanımladık’ der gibilerden. ‘Yazık ki kansere yakalanmış’ dercesine, ‘pozitivist’ dediler küfreder gibi. ‘Modernist, bilimselci.’
"Beni böyle damgalayıp sınıflandırarak sorunu çözmüş olmanın verdiği rahatlık ve huzur duygusuyla odamdan ayrıldılar.
"İkisi de okulu başarıyla bitirdi. Erkek öğrencinin encamını bilmiyorum. Kız öğrenci çeşitli yayın kuruluşlarında çalıştı. Son gördüğümde türbanını çıkarmış, saçlarını da boyatmıştı.
"Odamdan ayrılmadan önce kız öğrenci Atatürk’ü eleştirme babında, 'Ne lüzum vardı Cumhuriyet’e?' demişti. 'Cumhuriyet uğruna halka baskı uygulandı.'" (Radikal, 29 Ekim 2008)
Alkan Hocanın naklettiğine göre, bu öğrenci Said Nursî'nin aynı zamanda monarşi (babadan oğula geçen saltanat rejimi) taraftarı olduğunu da vurgulamış.
Öncelikle, yapılan nakillerin doğruluk derecesini bilemiyoruz. Bahsi geçen diğer şahıslar, bu köşe yazısından okuyuculara aktarılan bilgileri teyid edip etmedikleri henüz belli değil.
Bununla birlikte, şimdilik kaydıyla şunları söylemek mümkün:
1) Sonradan başörtüsünü çıkartan ve saçlarını da boyatarak tesettürsüz bir hayat tarzını tercih ettiği söylenen kız öğrencinin, hayatı boyunca inandıklarından zerrece taviz vermeyen Said Nursî'yi ne ölçüde tanıdığı ve eserleri olan Nur Risâlelerini ne kadar anlayıp ondan istifade ettiği hususu, elbette ki tartışma götürür. Yani, şuurlu hareket, bilinçli davranış son derece önemli.
2) Bahsi geçen öğrencilerin anlatıp yansıttıkları bir tarafa, onların hocası durumunda olan bir akademisyenin, bu gibi durumlarda böyle mi davranması gerekir? Meselâ, Said Nursî ve fikirleri hakkında söylenenlerin tamamını doğruymuş, aynen öyleymiş gibi mi kabul etmeli? Hiç tahkik etmek, işi kaynağından araştırıp öğrenmek gerekmez miydi? Bir akademisyene yakışan tavır bu değil mi?
3) Haydi diyelim ki, Türker Alkan o tarihte zahmet edip bir araştırma yapmaya gerek duymadı. Peki, aradan bunca yıl geçtikten sonra, neden hâlâ aynı noktada inat edip duruyor? Yahu, insan yıllar sonra hakkında yazı yazdığı bir önemli kişinin gerçekten de Cumhuriyet karşıtı olup olmadığını merak edip bakmaz mı?
4) Pekçok yayınevi tarafından basımı yapılan Said Nursî'nin eserleri satış rekorları kırıyor. Anketler, istatistikî araştırmalar, "Bütün zamanların en çok satan ve okunan eserler"in Risâle–i Nur Külliyatı olduğunu gösteriyor. Peki, bu eserler şayet iddia edildiği gibi "eski usûl, tutarsız, bilim dışı, vs." şeklinde olsaydı, ilköğretimden en üst seviyedeki akademisyenlere kadar her tabakadan insan tarafından, üstelik hiç usanmadan bu kadar alınır ve okunur muydu? Keza, bu eserler yirmiden fazla yabancı dile tercüme edilerek dünya çapında umumî kabul görebilir miydi?
Ama, öyle anlaşılıyor ki, bütün bunlar sayın Alkan'ın hiç, ama hiç umurunda değil. Öyle olmasaydı şayet, 1935'te çıkarıldığı Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde tâ ilk gençlik yıllarından beri cumhuriyetçi olduğunu haykıran Said Nursî'yi bir Cumhuriyet rejimi düşmanıymış gibi anlamaz ve anlatmazdı. Aynı şekilde, en gelişmiş dünya üniversitelerinde bile takdirle alkışlanan Nursî'nin eserlerini "bilim dışı" gibi yakışıksız sözlerle yaftalamazdı.
Hâsılı kelâm, Said Nursî'yi yanlış tanıyan Türker Alkan, eserlerinin mahiyetini de yanlış anlamış. Üstelik, aradan yıllar geçmesine rağmen, doğruyu öğrenmek için hiçbir emek göstermemiş. Biz ne yapabiliriz ki? En iyisi, bırakalım öyle kalsın. Zira, durum biraz "ümitsiz vak'a" gibi görünüyor.
Tarihin yorumu 30 Ekim 1918
Mondros Ateşkes Antlaşması
Osmanlı Devleti açısından Birinci Dünya Savaşını sonlandıran ateşkes antlaşması, Limni Adasının Mondros Limanında yapıldı.
Osmanlı hükümeti adına Bahriye Nâzırı Rauf (Orbay) Bey, Büyük Britanya adına ise Amiral Arthur'un imzaladığı bu antlaşmaya göre, Osmanlı ordusu savaş silâhlarından arındırılacak ve askerin kahir ekseriyeti terhis edilecekti. Antlaşma maddelerine bakıldığında, Osmanlı ülkesinin adeta teslim şartlarının sıralanmış olduğu görülüyordu.
İstanbul hükümetinin bu tasarrufunu kabul etmeyen vatanperverler, Anadolu'nun hemen her tarafında Müdafaa–i Hukuk Cemiyetlerini kurarak, can ve malları pahasına çetin bir mücadelenin içine girdi.
Zaferle neticelenen bu mücadele, yaklaşık dört sene sürdü.
30.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KAPLAN |
Sakın yeme Malcolm! |
|
Kardeşi hapishaneye gelir.
Yüzünde bir farklılık vardır
Malcolm’un kardeşinin!
Pırıl pırıldır yüzü.
Nur akmaktadır âdeta yüzünden!
Bu durum:
O güne kadar sayısız suçtan yargılanan ve düzgün bir hayatı hiç yaşayamamış olan hapishanedeki Malcolm’un dikkatini çeker….
Malcolm X..
Malcolm Little…
Yani daha sonrasında, Müslüman bir lider olduğunda alacağı isim:
El Hac Malik el-Şahbaz olacak olan Malcolm’u, kardeşindeki bu değişiklik kendine hayran bırakır.
Kardeşine yüzündeki nurlu değişimin nasıl gerçekleştiğini sorar!
***
Omaha’da, 19 Mayıs 1925 günü doğar El Hac Malik El-Şahbaz.
Ve:
New York’ta 21 Şubat 1965 günü katledilir.
İleriki yıllarda;
ABD’li bu siyaset adamı, mücahit ve siyah hakları savunucusu olacak olan ağabeye kardeşi şöyle der:
“Sakın yeme Malcolm; jambondan ve hatta domuz etinin her türlüsünden uzak dur!”
Bunun üzerine:
“Saldırganlığım bir yıl içinde nerede ise tamamen ortadan kalktı domuz eti yemeyince!” diyor Malcolm X adıyla bildiğimiz “Black Muslims/Siyâhî Müslüman” bu merhûm kardeşimiz.
***
1964’de Afrika ile Ortadoğu’ya iki gezi yapar...
Kardeşi Müslüman olan Malcolm bir yıl sonra hapiste kendine verilen Kur’ân-ı Kerim ile tanışma şerefine erer.
Müslüman olur…
Kuşatma ve baskı altındaki bu talihsiz fakat gururlu toplumun mensubu olan Malcolm X Amerikalı siyahların liderliğine ulaşmadan çok önceleri keşmekeş bir hayat yaşamıştır.
Malcolm X şöyle anlatır:
“Tam dört yüz yıl Amerikalı siyahlar olarak şiddete maruz kaldık, sadık millet olarak yaşadık, tarla kölesi ve ev kölesi olarak...”
Çok zor bir durumdur bu dışlanmışlık hali.
Hapishane kütüphanesindeki kitapları tek tek okur.
Hapishane yılları için:
“Bir insanın düşünmeye ihtiyacı varsa, gidebileceği en iyi yer, bana sorulursa, üniversiteden sonra hapishanedir” der.
Bir çeşit:
Medrese-i Yusufiye!
Âdeta:
İslam’ı bütün incelikleriyle kavrayabilmek; ırk, renk ve dil ayrımı yapmadığını görebilmek için Hacca gitmesi gerekmektedir!
Amerika’da bildiği İslâmla, Hac’da; Mekke’de gördüğü İslâm arasında dağlar kadar fark olduğunu anlayınca, X olan soyadını El Şahbaz’a çevirir.
Çünkü:
“Gözleri mavinin en mavisi, saçları sarının en sarısı insanlarla aynı tabaktan yemek yemiş, aynı saflarda omuz omuza namaz” kılmıştır.
Artık ebedî âlemde yaşayan El Şahbaz’a ve bu gün İslâm dünyasına ve ülkemize dünyayı dar eden fitne sahipleri şerirler; bu dünyada ve kıyamet günü geldiğinde hesap vermeyeceklerini mi zannediyorlar?
Zavallılar!
30.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Ekonomik krize ekonomik çare |
|
Bediüzzaman, daha 1952 senesinde, “Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. (...) Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum” diyordu. Bu manevî buhrana karşı tek çare olarak iman yolunu gösteriyor ve mesaisini yalnız bu yolda yoğunlaştırıyordu.
Bu sayede, Allah’ın inayetiyle, dünya durdukça insanlığa iman ve Kur’an yolunu gösterecek ve iki cihan saadetini temin edecek Risale-i Nur Külliyatı meydana geldi. Her sorumuzun cevabı, her derdimizin devası ve her hastalığımızın çaresi bu eserlerde gösterildiği gibi, maddî ve sosyal, hatta siyasî buhranlarımıza karşı tedbir, çare ve ölçüleri de bu Kur’anî yorumlarda bulmamız mümkün hale geldi. Gençlik Rehberi, Hanımlar Rehberi, İhtiyarlar Risalesi, Hastalar Risalesi ve İktisat Risalesi derken, yüz otuz parçadan ibaret onlarca eser... Yeter ki biz; bir küçük risale, bir cümle, bir kelime demeyip, onları kelime kelime, cümle cümle hayatımıza taşıyalım ve yaşayalım. İşte İktisat Risalesinden bir-iki misal:
“İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı ictimâiyenin medarı olan san’at, ticaret, ziraat tenakus eder. O millet de tedennî edip sukut eder, fakir düşer.”
“‘Kanaat eden aziz olur; tamah eden zillete düşer’ hadisinin sırrıyla, kanaat, izzeti intaç eder (netice verir). Hem sa’ye ve çalışmaya teşcî eder. Şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır. Çünkü, meselâ bir gün çalıştı. Akşamda aldığı cüz’î bir ücrete kanaat sırrıyla, ikinci gün yine çalışır. Müsrif ise, kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır.”
Yine Bediüzzaman’a göre, sosyal çalkantıların sebebi iki cümledir: Birisi: “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne.” İkincisi: “Sen çalış, ben yiyeyim.” İslâm âleminde bu iki cümlenin tesirlerinin kırılması da ancak zekât emrinin uygulanması ve faizin kaldırılmasıyla gerçekleşir. Evet, bu da gösteriyor ki, manevî buhranlar gibi, maddî buhranlar da batı kaynaklıdır.
Yeryüzündeki kaynakların sınırlı, insan ihtiyaçlarının ise sınırsız olması sebebiyle, bir bilim dalı olarak iktisat ya da ekonomi; kaynakların daha verimli bir şekilde kullanılabilmesini sağlamak amacıyla kurulmamış mıdır? Pekala biz, fert, millet ve devlet olarak iktisadî ve ekonomik bir uygulamanın içinde miyiz? Bu soruya rahatlıkla “hayır ve asla” cevabını verme durumunda isek, ara ara ülkemizi sarsan ekonomik krizden, iç ve dış borçlardan şikâyetçi olmaya bile hakkımız olmamalıdır.
Japonlar son derece sade, basit, yalın, mütevazi yaşayan insanlardır. Evlerini mobilya ile, eşya ile dolduranlar Japonlara göre ruhen tekâmül edememiş, hayatın mânâsını anlayamamış, zavallı kimselerdir. Böyleleriyle; “Evini mezat salonuna çevirmiş zavallı” diye eğlenirler. Bir insanın gösteriş için eşyanın esiri olması ne kadar acıdır.
Vaktiyle Japon ekonomisinin darboğazdan geçtiği, iç borçlar ve dış borçlar gırtlağa ulaştığı sırada, zamanın başbakanı meclisi toplar. Kürsüye çıkar, durumu açık açık ve tehlikeleri ile anlatır. Son olarak da tarihe mal olacak şu beyanda bulunur: “Şu andan itibaren, Allah şahidim olsun ki, Japonların iç ve dış borçları son kuruşuna kadar ödenmeden, pirinçten başka birşey yemeyeceğim, şu üstümdeki elbiseden başka elbise giymeyeceğim.”
Evet, böyle der ve dediklerini de yapar. En üstten en alta bir israftan kaçınma kampanyası açılır. Japonya bütün borçlarını öder. Bu durum, toplumun bütün kesimlerini, tek istisna olmadan kapsama alanına alır.
Darısı bizim ülkemizin ve bizim yöneticilerimizin başına..
Hele hele İslâm tarihini, İslâm iktisadını çok iyi bilme iddiasında olan yöneticilerin, israfın haram olduğunu, iktisat ve kanaatin de farz olduğunu bilerek, milletin tamamına uygulatmaya muktedir olamasalar bile, kendi hizmet alanlarında ve ailevî yaşayışlarında İslâmın iktisat modelini göstermeleri gerekmez mi? Ama heyhaat!..
Bilhassa, mâlî kriz dönemlerinde tasarruf tedbirleri genelgeleri dairelerde uçuşur, millete kemer sıkma tavsiye edilir de, genelge sahipleri ve tavsiyeciler bu tedbirlere ve tavsiyelere riayet etmezler. Düğünlerinde, toplantılarında, gezilerinde ve yaşayışlarında lükse ve gösterişe kaçmak, ne yazık ki, biraz da kendilerini modern ve çağdaş göstermek adına, halihazırdaki devletlülerimizde bile göze çarpar.
“Bir mıh bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir komutanı, bir komutan bir orduyu, bir ordu bir ülkeyi kurtarır”mış. Ama yerinde kullanılırsa... Köroğlu’na “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” dedirten tüfeği de çok gerilerde bırakan o kadar çok şey icat edildi ki... Ve bunlar ne acıdır ki, insanlığın ve dünyanın hayrına kullanılacağına, mahvına ve perişaniyetine kullanılabildiği için, bırakınız bir çiviyi, bir atı; bazen bir orduyu, bir ülkeyi ve bir milleti bile değersiz hale getirebiliyor. Milletleri güçsüz, hükümetleri iktidarsız yapabiliyor. Çiviyi yanlış yerde kullanan insanoğlu, bir de dönüp der ki, “Dünyanın çivisi çıkmış...”
Aslında dünya dönüyor ve kainatta herşey yerli yerinde ve vazifesinin başında. Ne oluyorsa, şu insanoğluna oluyor.
Alain der ki, “Bir insan yerde bir iğne görüp de eğilip almazsa, bütün uygarlığa karşı ihanet etmiş olur. Çünkü bir iğnenin üretiminde binlerce insanın alın teri, göz nuru, el emeği vardır.” Avrupa’da, meselâ Stockholm’da kaldığınız otelin lavabosunda traş olurken, şöyle bir notla karşılaşabilirsiniz: “Lütfen traştan sonra jiletinizi çöpe atmayın, yanda bir kutu var, oraya bırakın, bir tek jiletle dahi olsa, İsveç çelik sanayiine yardımcı olun.” Bunu okuyunca, çelik eşya dendiğinde neden İsveç’in akla geldiğini daha iyi anlıyorsunuz.
30.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Cumhuriyet ve başörtüsü |
|
Cumhuriyetin 85. yılında Türkiye demokratik Cumhuriyeti arıyor. Zira hâlâ birileri Cumhuriyeti “koruma ve kollama” perdesinde “mutlak bir istibdat”tan kalma dayatmalar peşinde.
Tek parti itiyadıyla, aslında “dini dünyadan ayırmak demek olan” ve bütün dünyada “din ve vicdan hürriyetinin teminatı” olarak görülen “laiklik” bahanesiyle Cumhuriyet zedeleniyor.
Hâlâ milleti ve mânevî değerleri inciten söylemlerle, “hürriyetin en geniş şekli olan cumhuriyet”, âdeta ters yüz edilerek dinden bîbehre “lâdinî Cumhuriyet”e dönüştürülmek isteniyor.
Cumhuriyeti tekelinde gören zihniyetin milleti millet yapan değerleri dışlayan anlayışıyla millet irâdesi devre dışı bırakılıyor; Cumhuriyet ve demokrasi laikliğe fedâ ediliyor.
Millet irâdesinin temsilcisi Meclis’in temel bir insan hakkı ve inancını yaşama hakkı olan ve “dinî bir vecîbe” olduğu “din işleri”nde yetkili anayasal devlet kurumu olan Diyanet’in kararlarıyla sabit bulunan başörtüsüne getirilen yasağı kaldırma irâdesinin Anayasa Mahkemesinin “gerekçe”siyle engellenmesi, bunun son örneği.
Ne yazık ki 27 Mayıs darbesinden 12 Mart muhtırasına, 12 Eylül ihtilâlinden 28 Şubat “postmodern darbesi”ne kadar her darbe ve ara rejim döneminde darbelere arka çıkan ve “irtica tehdidi” brifinglerini ayakta alkışlayan üniversitelerin, demokrasi, hukuk ve insan haklarının çiğnendiği arenalar haline getirilmesine yeni bir süreç ekleniyor. Demokratik eğitim ve eğitim özürlüğü, en evvel üniversitelerde katlediliyor…
Bu hal, Cumhuriyetin hâlâ demokratikleşmediğini, demokratik “Cumhuriyet” vasfına ulaşamadığının en bâriz belgesi…
ANAYASANIN SÖZÜNE, RUHUNA VE KANUNA AYKIRI...
Doğrusu yasakçı rektörlerin, daha önce “devrimler” ve “laiklik ilkesi” gereği tepeden dayattıkları kanunsuz yasağı, bu kez “üniversitelerdeki uygulamalar aynen devam edecek, karar içtihat oluşturdu, hukuka karşı boynumuz kıldan ince” deyip “Anayasa ve hukuka” dayandırmaları, işin en mugâlatası…
Diğer yandan Cumhurbaşkanı Gül’ün yeni atadığı güya yasağa karşı imza atan rektörlerin, açıkça Anayasa aykırı olarak çarpıtılan “iptal”le tıpkı “yasakçı” rektörler gibi “yasal yasak var” çarpıtmasına katılmaları, hatta zaman zaman daha hahişkâr bir gayretkeşlikle yasağı uygulamaları, işin bir diğer garâbeti…
Esasen Anayasa Mahkemesinin “laiklik ilkesi” üzerine bina ettiği yasağın, bu vaziyetiyle anayasaya ve hukuka tamamen tezat teşkil ettiği ortada.
Zira Mahkemenin, Meclis’in anayasanın iki maddesinde, “eğitim hakkı”nı ve “kanunlar önünde eşitliği” te’yid eden değişiklikleri “iptal” etmesi, sonucu değiştirmiyor. Zira bu “iptal” bile sadece “te’yid”i kaldırıyor; ancak kanunsuz yasağı hiçbir zaman yasal kılmıyor…
Ne var ki, hükümetten ve Meclisten kimse çıkıp, bunun vahim bir cerbeze olduğunu belirtmiyor. Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında kadınların kılık ve kıyafetini düzenleyen bir kaydın bulunmadığını, hakkında hiçbir yasaklama hükmü olmayan başörtüsüne getirilen yasağın, anayasada açıkça belirtilen “herkesin kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetler”e aykırı olduğunu ifade etmiyor.
Bu temel hak ve hürriyetlerin ancak “ülke bütünlüğünün, millî güvenliğin ve kamu düzeninin bozulması” ya da “kamu yararı, genel ahlâk ve genel sağlığın korunması” sebebiyle yine “anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak kanunla sınırlanabileceğini” açıklamıyor…
TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK CUMHURİYETE
İHTİYACI VAR…
Görünen o ki anayasayı, Türkiye’nin altına imza attığı ve iç hukuku da bağlayan, “eğitim hakkının hiçbir şekilde engellenemeyeceğini” güvence altına alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini esas alarak bu hususa itiraz etmesi gereken siyasî iktidarın, peşinen yasadışı yasağın “yasallaştırması”na teslim olması, kırılmanın temelini oluşturuyor.
Siyasî iktidar, Başbakan’ın “velev ki siyasî simge de olsa” çıkışının, hiçbir zaman Kur’ân’da sarahaten bildirilen tesettürün bir parçası olan başörtüsünü “dinî bir gerek” olmaktan çıkarıp “siyasî sembol” yapmayacağını ısrarla vurgulamak yerine, ne yazık ki daha baştan uyduruk isnada teslim oluyor.
İktidar partisi, AİHM kararının, hükümetin Strasbourg’a gönderdiği “savunma”da, başörtüsünü “laikliğe aykırı”, “siyasî sembol” ve “gerginlik sebebi” sayıp “yasağı yasalara uygun görmesi”nden kaynaklandığını, ancak hiçbir zaman dinî bir vecîbe olan başörtüsünün “yasaklanması” anlamına gelmediğini anlatmıyor. Bu yasağa laisizmin merkezi Sarkozy’in Fransa’sı dahil, Avrupa’nın hiçbir ülkesinde rastlanmadığını izah etmiyor; “yapacak bir şey yok!” teslimiyetiyle yasağı daha “gerekçe” açıklanmadan “kabulleniyor!”
Kimse çıkıp, Anayasanın kesin hükmüyle “yasama” ve “Anayasayı değiştirme yetkisi”nin millet adına yalnız TBMM’ye verildiğini, Mahkemenin kendinden menkul “yetkiler”le Meclis’in yetki sınırlarını tartışamayacağını ve daraltamayacağını dile getirmiyor.
Başbakan ve iktidar partisi sözcüleri, “Meclis’in yetkisinin gasbedildiğini” ve “üniversitelerde başörtüsünün yasaklandığını” söylemekle geçiştiriyorlar…
Neticede Türkiye’nin hem demokratik bir Cumhuriyete, hem de demokrasiyi, milletin hakkını, irâdesini ve hukukunu hakkıyla savunacak bir iktidara ihtiyacı var…
Millet irâdesinin, hakkın ve hukukun peşinen çiğnenmesine “iktidar koltuğu” uğruna temenna edenlerle olmuyor…
30.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Kimin dediği olsun? |
|
Cumhuriyetin ilânının 85. yılı kutlamaları esnasında, resmî zevatın yaptığı konuşmalar ile yaşanan gerçekler acaba örtüşebildi mi? “Hep birlikte nice yıllara” sözünü gerçekleştirmek için lâzım olan şartlara uyuluyor mu?
Hemen herkes;—eksik ya da fazlasıyla—cumhuriyetin hangi şartlarda ilân edildiğini ve hangi sıkıntılar çekilerek bu günlere geldiğini biliyor. İlköğretim yıllarından, lise sonlara kadar her yıl bu konular öğretiliyor. Buna rağmen “Bu konular yeterince bilinmiyor” ise acaba kabahat kimde?
İlkokul birinci sınıf öğrencilerine cumhuriyetin ilânı anlatılırken; “Eskiden padişahlık vardı. Yönetim ‘yetki’si babadan oğula geçerdi. Cumhuriyet ilân edildi, yöneticileri millet seçmeye başladı” deniyor. Burada anlatılmak istenen şey kısaca, “Eskiden milletin dediği değil, padişahların dediği olyordu. Cumhuriyetin ilânıyla birlikte ise milletin dediği oluyor” şeklindeki kabuldür.
Zaten mesele burada düğümleniyor: Türkiye’de ‘iş’ler yapılırken kimin dediği olacak?
Yürürlükteki kanunlara göre milletin dediği olmalıdır. Belki pek çok kişi de bunun böyle olduğu düşünür. Fakat işin aslı ve esası böyle midir? Hangi konuda milletin, halkın dediği oluyor? En basit ifadesiyle; kurulan sandıklarda ortaya çıkan milletin tercihlerinin gereği yerine getiriliyor mu? Eğer öyle olsaydı, yapılan ihtilâller ve devrilen iktidarları nasıl izah edeceğiz?
“Belli şartlar altında, ‘müsaade edildiği ölçüde’ milletin dediği olur” anlayışını; cumhuriyet ve demokrasi ile izah etmek mümkün değildir. “Bize göre cumhuriyet, bize göre demokrasi” ile bir yere varmak mümkün değildir.
Nitekim, son aylarda yaşanan gelişmeler “kimin dediği olsun?” konusunda ihtilâf olduğunu ortaya koyuyor. Anayasa Mahkemesinin aldığı son kararlar da bu çerçevede değerlendirilebilir. Millet, ‘iş’ini yapmak için vekilleri seçmiş ve TBMM’ye göndermiştir. İşleyen bu sisteme göre “milletin dediği” olmalıdır. Vekiller, milletten aldığı ‘vekalet’e göre, onların talebini dikkate alarak bazı uygulamaların yapılmasını istiyor. Bu noktada birileri devreye giriyor ve “Hayır, bunu yapamazsınız” diyor. Bu davranış, ‘vekil’lerden ziyade ‘millet’e karşı yapılan bir harekettir. “Sen yapamazsın, bilemezsin; senin yerine ‘doğru’ olanı ben bilirim” anlayışının tezahürüdür. Bunu da cumhuriyet ve demokrasi ile izah etmek mümkün değildir.
Tabiî ki cumhuriyetin ilânının üzerinden 85 yıl geçtiği halde hâlâ bu temel meseleleri halledememiş olması Türkiye’nin eksikliğidir. Türkiye’yi idare edenler, ‘bayram’larda yaptıkları konuşmaların halk nezdinde nasıl anlaşıldığını merak ediyorlar mı? Türkiye, ‘kimin dediği olsun?’ tartışmasını sona erdirmeli ve dünya şartlarına uygun bir demokrasiyi tesis etmelidir. 85 yıl sonra da “Milletin değil, ‘bürokrasi’nin dediği olsun” ısrarını sürdürmek ülkemize yapılabilecek en büyük kötülüklerden biridir.
“Milletin dediğinin olduğu” bir Türkiye, bugünkünden çok daha mutlu, güçlü ve huzurlu olur...
30.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
ABD seçimlerinin Deccal ve Mehdi’si |
|
Yahudiler, “Her Calut’un bir Davud’u olur” derler. Biz de, “Her Firavun’un bir Musa’sı vardır” deriz. El hak ikisi de aynı kapıya çıkar. İsimler faklı olsa da müsemma ve maksut aynıdır. Bu bağlamda, geçmiş yazılarımdan birisinde “Mccain Deccal mı?” diye sormuştum. Daha mürekkebi kurumadan düetini yazıyoruz. Zira kimi Amerikalılar Irak’tan çıkmak istemediği için onu Deccal namzedi olarak görüyorlardı. Deccal’ın karşısında ise ya Mehdi ya da Mesih olmalı. O halde McCain’in karşısındaki zat da Mehdi veya Mesih namzedi mi oluyor? Cevap vermeden önce tartışmasına geçelim.
Farrakhan ile Kaddafi benzeri kimyasal özellikler taşırlar. İkisi de oldukça rijittir ve birbirlerini severler. Zaman zaman Kaddafi aynı kimyayı paylaştığı Farrakhan’ı misafirhanelerinde veya ülkesinde ağırlar. İkisi de Afrikanisttir. Kaddafi hem Fatimî halifesi olduğunu söyler, hem de Arap Birliği yerine Afrika Birliğini önceler. İddialarının hangisinde samimidir bilinmez, ama böyle iddiaları olan bir liderdir. İslâm Milleti lideri Farrakhan da öyledir. Dinî algıları, milliyetçilik duyguları kendine mahsus ve çok farklıdır. Geçenlerde Kaddafi ünlü gezide Erbakan’a yaptığı gibi Obama’ya ölüm öpücüğü kondurmak istedi ve ona “Müslüman kardeşim Barak Obama! Müslüman kimliğini sakın gizleme. Bana bari yapma, senin kim olduğu biliyorum” dedi. Obama yırtınarak “Ben Müslüman değil, Hıristiyanım” dese de bunların nazarında faydası yok. “Sen bunları külâhıma anlat” diyorlar. Dabbetü’l arz gibi damgalayıveriyorlar. Kaddafi’nin açıklamalarının aralığında bir de baktık ki bozacının şahidi şıracı misali Farrakhan da söze katılmış ve onu tasdik etmiyor mu? Ne dese beğenirsiniz: “Obama bütün dünyanın beklediği kurtarıcıdır. O, ABD’yi yuvarlanmakta olduğu uçurumdan çekip çıkaracak. O Mesih’tir…”
***
Bu meselede doğrusunu eğrisinden ayırmadan bir bombardıman da İran’dan geldi. Kimi İranlılara göre Biharul Envar’adlı Şii hadis koleksiyonu veya mecmuasında kendisinden bahsedilen veya Hazreti Ali’nin (k.s.) haber verdiği Mehdi’nin habercisi ve müjdecisi beklenen siyahî lider oymuş. Zaten Ali Larijani gibi İranlı yetkililer nicedir ondan yana işarette bulunmaya başladılar. Vatan gazetesinin aktardığı Obama’ya İran bakışı şöyle: “İran’da Mehdi’nin habercisi ‘Büyük Savaşçı’ olduğu iddia ediliyor. Amerikan Forbes dergisine göre, ilginç gelişme, yarı resmî bir internet sitesinde 17’nci yüzyılda yazılmış ‘Işık Okyanusu (Bihar El Envar)’ adlı kitabın yayınlanmasıyla başladı. Kitapta Hz. Ali’ye atfedilen şöyle bir söz yer alıyor: ‘Kıyametten hemen önce, uzun boylu siyah bir adam batıda iktidarı ele geçirecek. Dünyanın en büyük ordusunu komuta edecek. Üçüncü İmam’dan (Hz. Hüseyin) işaretler taşıyacak. Şiiler onun bizden olduğuna şüphe etmesin.’ Birçok İranlı’ya göre 1.86 metre boyundaki ve siyahî olan Obama, Büyük Siyah Kurtarıcı’nın ta kendisi. Ayrıca ‘Barack Hüseyin’ Farsça’da ‘Kutsanmış Hüseyin’ anlamında. İsmi Fars alfabesiyle O-BA-MA diye hecelendiğinde, “O bizden biri” anlamına geliyor….”
Bu gibi hallerde söyleyene değil söyletene bak denilir. Yani intak-ı hak durumu. McCain yanlısı Evanjelik Hıristiyanlara ve sağcılara göre ise Obama kürtaj serbestisiyle ABD’yi fesada verecek tipte bir lider. Başında sarık gibi bir takım sembolik işaretlere takılmayacak olursanız Obama ile McCain arasında uçurum gibi bir fark göremeyebilirsiniz. Birisi kurtarıcı, ötekisi aldatıcı değil. Olsa bile bu vasıfları nisbî olmaktan öteye geçemez.
***
Lâkin Bush sayesinde Mccain anakronik bir lider oldu. O atık geleceğin değil geçmişin lideri. Bu bağlamda: Washington Post yazarlarından Rus uzmanı Anne Applebaum ‘Why McCain lost me?’ başlıklı yazısında şunlara değiniyor: “Tarih geriye doğru aksaydı, sarılsaydı ve 2000 seçimleri olsaydı benim tercihim muhtemelen McCain olurdu. Şimdi ise değil…” Obama Müslüman olmasa bile; seçimleri kaybetse de kazansa da bir perdeyi yırtacak ve yeni bir dönemin sayfasını açacaktır. En azından Müslümanların dinî ve siyasî meşruiyetleri sorgulanmayan bir öneme doğru gidiyoruz. Bunun ip uçlarını da ABD’nin son Tom Amca namzetlerinden olan Colin Powell veriyor. İşte söylediklerinden birkaç satır: “Cumhuriyetçi Parti içinde bazı gruplar Barack Obama’nın Müslüman olduğu konusunda propaganda yapıyorlar. Buna verilecek cevap tabiî ki şudur: Barack Obama Müslüman değil ve hiçbir zaman Müslüman olmadı. Obama bir Hıristiyan ve hep Hıristiyandı. Evet Obama Müslüman değil. Lâkin onun Müslüman olduğu konusundaki dedikodulara asıl verilmesi gereken en doğru cevap şu: Ya Obama Müslüman olsaydı? Ne olacaktı? Bu ülkede Müslüman olmak yanlış bir şey mi? Hayır değil. Olmamalı. Burası Amerika. Müslüman Amerikalı bir çocuk bir gün bu ülkenin başkanı olamaz mı? Neden olmasın? “Evet artık Obama ile birlikte tabular yıkılıyor. Bu tarz suçlamalara muhatap oldukça kitlelerden sadır olacak ‘Hepimiz Obama’yız ve hepimiz Müslümanız’ çığlık ve naraları göklere erecek ve Daniel Pipes gibi baykuşların ve yarasaların avazlarını bastıracaktır.
30.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Değiştirilemez maddeler |
|
Anayasa Mahkemesi, başörtüsünü üniversitelerle sınırlı olarak serbest bırakma iddiasıyla Mecliste 411 oyla kabul edilen anayasa değişikliğini, anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle iptal etti.
Karara muhalif kalan Başkan Haşim Kılıç ve üye Sacit Adalı, bu konuyu tartışmaya açtılar.
İşte Kılıç’ın bu hususla ilgili görüşleri:
“Sosyal ve siyasal yaşamın dinamizmine uyum sağlamak amacıyla anayasanın bütünlüğünü oluşturan normları değiştirmek suretiyle anayasal düzende dönüşümlere ve değişikliklere her zaman gidilebilir. Anayasal normlar arasında hiyerarşik bir ilişki kurulamaz. Anayasanın ikinci maddesindeki soyut niteliklerin somutlaştırılması diğer maddelerdeki düzenlemelerle mümkündür. İlkelere, bu somut düzenlemelerle anlam kazandırılarak bütünlük sağlanır. Bir başka anlatımla ilk üç maddenin dışındaki maddelerle değiştirilemez hükümlere dinamik bir yapı kazandırılarak siyasal yapının temel tercihlerinin meşruiyet temelleri güncelleştirilmiş olur. Değiştirilemez kurallar dinamik bir dönüşüme tâbi tutulmadığı takdirde tıkanan hukuksal yollar nedeniyle demokrasi dışı girişimlerin gündeme gelmesi kaçınılmazdır. (İptal yönündeki) Çoğunluk görüşü, anayasanın gelecek kuşakların sorunlarına cevap verme olanağını ortadan kaldırmakla, esasen kendisi değiştirilemez hükümleri işlevsiz hale getirmiştir.”
Kılıç, değiştirilemez maddelerde sayılan niteliklerin, anayasanın tüm maddeleriyle ilişkili kavramlar olduğunu ve iptale karar veren çoğunluk görüşündeki kurgudan hareket edilirse yapılabilecek her türlü anayasa değişikliğinin belirtilen niteliklerle ilgisi nedeniyle onları başkalaştırdığı, içini boşalttığı, işlevsiz kıldığı gibi hiçbir ölçüsü olmayan gerekçelerle Anayasa Mahkemesinin esas denetimine konu olacağını, bunun da halka ait kuruculuk ve egemenlik yetkisinin gözardı edilmesini sonuç verip siyasal işleyişi yargı vesayetine bağlayacağını belirtiyor.
Adalı da paralel bir yaklaşımla “Doğru olan, anayasanın kendini temel ilke değişikliklerine karşı korurken bunlar dışındaki tüm maddelerde değişime izin vererek hem ilkeleri, hem de bir bütün olarak kendini zamanın şartlarına uyarlayabilme yeteneğine sahip olabilmesidir” diyor ve “Demokratik, laik ve sosyal bir anayasa herşeyden önce bu dönüşümü zorunlu kıldığından, engelleme çabası anlamına gelen çoğunluk görüşünün anayasanın temel ilkeleriyle bağdaşması mümkün değildir” görüşünü dile getiriyor.
Aslında Kılıç ve Adalı’nın yaklaşımları da ilk üç maddenin “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” olmasına yönelik bir eleştiri içermiyor, ama anayasanın diğer maddelerinde yapılacak değişikliklerin bunlara dayanılarak engellenmesine karşı çıkıyor ve böyle bir tavrı, toplumdaki değişimin getirdiği ihtiyaçlara cevap veremeyen bir “tutuculuk” olarak niteliyor.
Yetki aşımıyla anayasa değişikliklerini de esastan görüşüp iptal eden kararla aynı zamanda yetki gasbı yapılarak Meclise ait yetkinin üstlenildiği anlamında isabetli eleştiriler yöneltiyor.
Bu karşıoy gerekçeleri, değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri tartışmaya açmaktan kaçınsalar da, olumlu bir aşamanın ifadesi. En azından, bunlara istinaden, diğer maddelerde yapılacak değişiklikleri engelleyen yaklaşımı tutarlı izahlarla çürütüyorlar.
Ancak Türkiye’nin gerçek anlamda önünün açılması için, değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerin ve bu maddeler için konulan “koruyucu” kayıtların ciddî şekilde tartışılması lâzım. Demokrasi, hukuk, laiklik ve sosyal devlet ilkelerinin büyük çoğunluk tarafından benimsendiği bir ülkenin anayasasında bu tür kayıtların durması, o topluma hakarettir.
Sözü edilen değerler topluma mal olduysa, onları anayasa korumasında tutmaya gerek var mı?
30.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|