Malûm Batı’da yeni bir ekonomik kriz başladı. Dünyanın Batı merkezli olduğu dönemden bu yana bütün maddî-mânevî krizlerde olduğu gibi Batı’da başlayan bu kriz de dalga dalga dünyayı etkisi altına alıyor. Batı iyi şeyleri hemen paylaşmasa da kötü şeyleri sür'atle paylaşarak kendi zararını nisbî olarak azaltıyor.
Her zamanki şekliyle sanayi, teknoloji ve demokratik açılım gibi değişimlere kırk türlü engel çıkarılırken, menfî ve olumsuz olanları büyük bir hızla dünyayı dolaşıyor, kasıp kavuruyor, memleketlerin altını üstüne getiriyor. Tabiatçılıktan materyalizme, ırkçılıktan menfî milliyetçiliğe, kapitalizmden sosyalizme her türlü akım bütün menfî ve yıkıcı versiyonlarıyla sür'atle gelip yerleşiyor. Onları terk etse de, bizi terk etmiyor.
Ekonomik krizi İnşaallah ucuz atlatırız. Ancak diğer pek çok krizler ve salgın hastalıklar gibi memleketimizi istilâ eden ideolojik akımlar ve Batılı tarzda yaşantı şekli gerçekten de büyük tahribata sebep olmuştur ve krizi, bunlardan bağımsız zannetmek hatadır. Pek çok şeyde olduğu gibi bu krizin kökenlerinde de Batıdan gelen bir medeniyet anlayışının ve hayat felsefesinin olduğunu unutmamak gerekiyor.
Gerçekte Batı’daki her hadiseden fazlasıyla etkilenmenin en önemli sebebi; Batı ile aşırı taklitçiliğe varan bir ölçüde aynı çizgide olmaktır. Etki alanında ve aynı çizgide olanlar elbette “domino etkisi” gibi bir taşın yıkılmasıyla yıkılmaktan ve çökmekten kurtulamayacaklardır.
İslâm dünyası, farklılığı muhafaza edebilseydi, bir kırılma hattı oluşturarak, maddî ve mânevî krizlerin hem kendisini etkilemesini hem de dünyaya yayılmasını ve tahribatını önemli ölçüde engelleyebilir, en azından sönümleyebilirdi. Fakat maalesef, tüketim anlayışından finans sektörüne, silâhlanma yarışından bölgesel hadiseleri çözme mantığına kadar her çare ve projenin Batının bir nev'î taklidi olması sebebiyle çözümsüzlüğün hem kendisini etkilemesine, hem de diğer bölgelere de yayılmasına vasıta oluyor.
Batı uzun süren pazar arama ve pazarları ele geçirme gayretleri sonunda, doymak bilmeyen iştihasına bunun da yetmediğini görünce pazar oluşturmak için tüketimi teşvik etmeye başladı. Kendi ülkesinde tasarrufu teşvik ederken, Asya ve Afrika’da modernleşmenin, çağdaşlaşmanın ya da medenileşmenin ölçüsü olarak gösterdiği lüks yaşantı ve aşırı tüketimi teşvik etti. Tasarruf ve iktisat üzerine kurulu mütevazi fakat izzetli bir yaşantı belki hiç olmayan “bir lokma, bir hırka” suçlamasıyla horlandı ve çağdışı ilân edildi.
Toplumun örnek aldığı vitrindeki şahıslar ve aileler belki de bu “tüketimi teşvik projesinin” gereği olarak lüks yaşantılarını her vesileyle topluma reklâm ediyorlar. Halk yığınları için, varını yoğunu feda ederek onlar gibi tüketmek bir nev'î tatmin sayılıyor ve kendini isbat etmenin aracı olarak görülüyor. Hatta bir kısım dindar insanlar bile kendilerini kabul ettirebilmek için lüks tüketim maddelerine kendini mecbur hissediyor. En sonunda da tüketim yarışı, fertlerden devletlere kadar uzanan bir boyutta maddî-manevî esaretlerle sonuçlanıyor.
İslâm’ın, Batı tarafından hedefe konulmasının en önemli sebeplerinden birisi de; israfı haram kılması ve iktisatlı bir yaşantıyı sağlayacak prensiplere sahip olmasıdır. Bu prensiplerle hem fertleri hem de devleti gayr-i meşrû yaşantıdan ve bir nev'î kölelik olan aşırı borçlanmadan korumuş, izzet ve şereflerini muhafaza emiştir. Zekât gibi prensiplerle de yardımlaşmayı arttırarak gelir dağılımını dengelemiş ve huzuru sağlamıştır.
Osmanlı tarihte Batıya karşı, başta medeniyet anlayışı olmak üzer her şeyiyle alternatif bir güç iken şimdi Türkiye, Batı ile tam bir entegrasyon içinde. Bu sebeple bütün krizleri ve bütün dalgaları derinden hissediyor.
Risâle-i Nur’da geçen “Rüyada Bir Hitabe”de Birinci Dünya Savaşının sonuçları kader cihetiyle incelenirken, Batı medeniyeti ile İslâm medeniyeti mukayese edilir. Batı medeniyetinin, halkın çoğunluğunun saadetine vesile olmadığı, aksine büyük ekseriyetinin sefaletine sebep olduğu izah edilir. Batı, bir çok hadiseden aldığı ders ile o zamandan bu yana halk yığınlarının durumunu kısmen iyileştirse de, hâlâ gelir dağılımındaki korkunç uçurum devam etmektedir. Bir yanda bir kesim yattığı yerden dakikada dünyaları kazanırken halkın büyük ekseriyeti kıt kanaat geçinmektedir. Hatta dünyanın önemli bir kısmı açlık sınırının altında ya da büyük bir sefalet içindedir. Maalesef Türkiye de, gelir dağılımındaki dengesizlikte dünyada ilk üçe girmektedir.
Paranın ve metanın çok küçük bir zümrenin elinde dolaşıyor olması, bütün dünyayı, zaten aşırı bir israf içindeki bu sınıfa bağımlı hale getirmiştir. Onların hataları ve belki de bir çeşit soygun olan krizler, ekonomik faaliyetlerin durma noktasına gelmesiyle ve en nihayet de toplumların daha da fakirleşmesiyle ve uçurumların daha da derinleşmesiyle sonuçlanmaktadır.
Yine Risâle-i Nur’da bahsedildiği gibi bugünkü medeniyet insanın zarurî ihtiyaçlarını dörtten yirmiye çıkarmıştır. Kazançlar, harcamaya yetmediği için de bir sürü gayr-i meşrû davranışların önünü açmıştır. Ahlâkı bozmuştur. Fertlerin bu davranışları, karar mekanizmasında olanlarla, devlet ve milletler arası boyuta taşınmıştır. Bir çok ekonomik kararda, silâhlanma yarışında ve bir çok savaşta bu faktörü unutmamak gerekiyor.
Bütün bunlara rağmen ehl-i iman, âhir zamanın mühim fitne ve imtihanlarından olan ekonomik hadiseleri; iktisat ve kanaatle yaşamak ve prensiplere bağlılıkla daha az bir zararla atlatacaktır İnşaallah...
26.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|