Hakikat mesleğinde “halife, hoca, efendi, ağa, lider” gibi hiyerarşik makamlara yer verilmez. Nur dairesi içinde olanlar, allâme, yani dünya çapında âlim, mütefekkir ve müçtehid de olsa, Nur talebesidir. Ömrünün sonuna kadar da öyle kalır.
Zira, Risâle-i Nur’un hocası, yine Risâle-i Nur’dur. Çünkü, ekseriyet itibariyle kendi kendine ders verip, muallimlere ihtiyaç bırakmıyor. 1 Bediüzzaman bizzat kendisini örnek göstererek ortaya koyar:
“Ben, size nisbeten kardeşim; mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım... Tesanüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı, bize kâfîdir.” 2
Öte yandan Bediüzzaman, “şahıs ve şahs-ı mânevî” üzerinde öylesine hassasiyetle durur ki, ehl-i iman ve bilhassa Nur talebelerinin kendisine izafe ettikleri “en büyük müçtehid, en büyük müceddid” gibi sıfatları, “Hakkım ve haddim değildir ki, ben o kudsî işârete medar olayım” 3 diye reddeder. Ancak, o sıfatları inkâr etmez; Risâle-i Nur’a verir:
“Gördüğünüz meziyetler benim değil, Risâle-i Nur’undur. O da Kur’ân-ı Hakîmin bir hakikatinin bir tefsiridir. Ve her asırda dine ve imana tam hizmet eden müceddidler geldikleri gibi, bu acip ve komitecilik ve şahs-ı mânevî-i dalâletin tecavüzü zamanında bir şahs-ı mânevî müceddid olmak lâzım gelir. Eski zamana benzemez. Şahıs ne kadar da harika olsa, şahs-ı mânevîye karşı mağlûp olmak kabildir. Risâle-i Nur’un o cihette bir nev’î müceddid olması kaviyyen muhtemel olduğundan, o sıfatlar-hâşâ-benim haddim değil; belki mükerrer yazdığım gibi, benim hayatım Risâle-i Nur’a bir nev’î çekirdek olabilir. Kur’ân’ın feyziyle, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla o çekirdekten Risâle-i Nur’un meyvedar, kıymettar bir ağaç hükmüne icad-ı İlâhî ile geçmesidir. Ben bir çekirdektim, çürüdüm, gittim. Bütün kıymet Kur’ân-ı Hakîmin mânâsı ve hakikatli tefsiri olan Risâle-i Nur’a aittir.” 4
“Lillahilhamd, Risâleti’n-Nur bu asrı, belki gelen istikbâli tenvir edebilir bir mû’cize-i Kur’ân’iye olduğunu çok tecrübeler ve vakıalar ile körlere de göstermiş. Ona ait medh ü senânız (övgünüz) tam yerindedir. Fakat, bana verdiğinizden binden birine de kendimi lâyık göremem. Yalnız pek büyük bir nimeti ve muvaffakıyete sizin gibi hakikatli talebelerin iştirak ve sa’y ü gayretleriyle mazhariyetim noktasında, Risâle-i Nur hesabına, ebede kadar iftihar ederim.5
“Lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim... Sözler güzeldirler, hakikattirler; fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerîm’in hakikatinden süzülmüş şuâlardır.”6
Üstad Bediüzzaman, eğer Risâle-i Nur’la ilgisini “kuru üzüm çubuğu” hükmünde tutarsa, acaba, bu Kur’ân dersi dairesinde olan allâme ve müçtehidler, kendilerini hangi konumda görebilirler?
Neden bu muazzam eserleri kendisine mal etmiyor? Kendi ifadelerinden takip edelim:
“Zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez.”7
“Eski zamana benzemez. Şahıs ne kadar da harika olsa, şahs-ı mânevîye karşı mağlûp olmak kabildir.”8
Dipnotlar:
1- Emirdağ Lâhikası-II, s. 198. 2- A.g.e., s. 65. 3- A.g.e., s. 238. 4- A.g.e., 376-378. 5- Kastamonu Lâhikası, s. 8. 6- Mektûbât, s. 358. 7- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 11. 8- Emirdağ Lâhikası, s. 377.
25.10.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|