Ergenekon Dâvâsı, hukuk ve demokrasi sınavıdır!
Ergenekon Davası, bu ülke için bir demokrasi ve hukuk sınavıdır. Evet, Ergenekon’un soruşturma aşamasında yanlışlar yapılmış, aşırılıklar yaşanmıştır.
Evet, Ergenekon iddianamesi bazı bakımlardan gereksiz ayrıntılarla tıkış tıkıştır.
Evet, davanın Silivre’deki ilk günü adalete yakışmayacak keşmekeşlik içinde açılmıştır.
Bunlar elbette eleştirilecek.
Ama buradan yola çıkarak davanın özünü saptırmaya, Ergenekon’u inandırıcılıktan yoksun kılmaya çalışmak hatadır.
Çünkü, bu dava bu ülkede demokrasi ve hukuk açısından bir dönüm noktası olabilir.
‘Ergenekon olayı’na bu pencereden bakınca, bir noktaya dikkat gerekiyor.
Türkiye’de ulusalcı-aşırı milliyetçi bir cereyan, siyasal bir akım var. Birinci sınıf demokrasiyi sevmeyen, Türkiye’nin Avrupa Birliği yolundan nefret eden bir akım bu.
Diyor ki:
Demokrasinin fazlası ile AB ve ABD ilişkilerinin sıkı fıkılığı Türkiye’yi böler; bölmekle de kalmaz ‘İslamcı düzen’e götürür.
O zaman ne yapmak lazım?
Türkiye, Avrupa’yla Amerika’ya sırtını dönsün, Avrasya’ya açılsın ve Rusya’yla, Çin’le, Orta Asya’yla, hatta İran’la kendine yeni bir dünya kursun!
Adına ister Kızıl Elma, ister Ergenekon deyin, bu ulusalcı-aşırı milliyetçi cereyan özellikle 1990’larda Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilmesi sonrasında güçlenmeye başladı.
Ve asker içinde de etkili oldu.
Örneğin, Tuncer Kılınç Paşa daha orgeneral rütbesiyle MGK Genel Sekreteri’yken, Türkiye için ‘Avrasya açılımı’nı savunmuştu.
Ergenekon davasının sanıklarından eski Jandarma Komutanı Şener Eruygur Paşa’nın da, davanın bazı önde gelen sivil sanıkları gibi ‘Avrasyacılık’ konusunda benzer görüşleri benimsediği söylenebilir.
Bu konuda, Rusya’nın ciddi gazetelerinden Kommersant’ta ilginç bir haber çıktı. Ergenekon’da önemli sanıkların Rusya’yla bağlantılı olduklarına dikkat çekilen haberde şu satırlar var:
“İP lideri Doğu Perinçek’in defalarca Rusya’yı ziyaret ettiği biliniyor. Bir başka önemli sanık, İstanbul Üniversitesi eski rektörü Kemal Alemdaroğlu da Moskova MGU Üniversitesi’yle işbirliği anlaşması imzalamıştı. Emekli general Şener Eruygur ise yine Rusya’dan empoze edilen fikirlerle Türkiye’nin NATO’dan çıkarak Şanghay İşbirliği Örgütü’ne(*) katılmasını, Rusya ve İran’la birlikte bölgede yeni bir askeri ittifak oluşturulmasını önermişti. Ergenekon’da sanık olarak aranan eski Jandarma İstihbarat Dairesi Başkanı General Levent Ersöz’ün ise izini Rusya’da kaybettirmiş olması...”(22 Ekim 08, Hürriyet, 18. sayfada Nerdun Hacıoğlu’nun haberi).
Tabii belirtmekte yarar var.
Herkesin ille de Türkiye’nin ABD ile ittifakını, AB yolunu ya da NATO üyeliğini savunması gerekmiyor.
Farklı görüşleri savunabilirsin.
Ama demokrasi içinde kalarak...
Darbe tertipleri yaparak değil.
Askeri darbeye kışkırtarak değil.
Darbe ortamları yaratmak için sağa sola bomba atarak, (Cumhuriyet gazetesi örneği) ya da kanlı baskınlar düzenleyerek (Danıştay örneği), siyasal cinayetler planlayarak (Orhan Pamuk örneği) değil.
Oturup partini kurarsın, programını açıklarsın ve de milletten oy istersin.
Demokrasi oyununun kuralı budur.
Ama bunu yapmayıp da, demokrasiyi sollayan ‘kestirme yolları’ denemeye kalkışırsan, o zaman da bunun hesabını verirsin.
Ergenekon’la davasının özü budur.
Onun için bu dava, demokrasi ve hukuk açısından bir sınav niteliğinde. Sınavı vermenin yolu ise, Radikal Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan’ın dediği gibi, Büyük Ergenekon düğümünü çözmekten geçiyor.
Bunun için de bir yandan Susurluk kilidini açmak, öte yandan ordu içinde, Ergenekon sanığı Şener Eruygur Paşa’nın baş rollerde olduğu ‘2003-2004 darbe tertipleri’nin içyüzünü aydınlatmak şart!
Yapabilecek misiniz?
Milliyet, 24 Ekim 2008
|
Hasan Cemal
25.10.2008
|
|
Halk özgür olunca vatandaşlar huzursuz oluyor
Anayasa Mahkemesi’nin önceki gün açıklanan gerekçesinin özü başlığa aldığım bu cümle.
Mahkeme diyor ki, üniversitelerde kılık kıyafet özgürlüğü getirirseniz, bu özgürlüğün toplumun bir kesimini huzursuz etme riski var. Haşim Kılıç ile Sacit Adalı’nın dokuz sayfa tutan “karşı oy gerekçesi” dışında, açıklanan 37 sayfalık iptal gerekçesi bize sadece bunu anlatıyor.
Cevabını aradığımız iki soru var: Birincisi, birinin huzuru için diğerinin özgürlüğüne kıymak adil mi? İkincisi, özgürlük gerçekten başkalarının huzurunu bozabilir mi? Bugünkü Çin’in kurucusu olan Mao Zedung, 1974’te öldüğü zaman iktidarın dizginlerini, aralarında dul kalan eşinin de bulunduğu dört kişilik bir ekip almıştı. Sonra bu ekibe “dörtlü çete” adı verilmiş ve tasfiye edilmişti. “Dörtlü çete”nin hukuksuzluğuna, keyfiliğine verilen en etkileyici örnek, Mao’nun dul eşine aitti. Mao’nun dul eşi koca bir koruluğun ortasında saray gibi bir evde yaşıyormuş. Sabahları erken saatte öten kuşlar onun uykusunu bölüp rahatsız ediyormuş. Hanımefendi’nin huzuru için basit bir çözüm bulunmuş: Koruluktaki bütün kuşlar öldürülmüş.
Anayasa Mahkemesi’nin gerekçesi bana, Bayan Mao’nun sabah uykusu için feda edilen kuşları hatırlattı. 1940’lı yılların bir gazetesine ait, İstanbul’da Moda plajındaki kalabalığı anlatan meşhur manşet: “Halk plajlara hücum etti, vatandaşlar denize giremedi.” Genç kızlar din ve vicdan özgürlüğüne uygun şekilde örtünerek üniversiteye girebilirse, yani halkı özgür bırakırsanız, vatandaşlar huzursuz olacak.
Anayasa Mahkemesi’nin karara bulduğu gerekçe bütünüyle bu ayrıma dayanıyor. “Dinî amaçlı bölünme ekseni”nden bahsederken, başörtüsü serbestisinin “...toplumsal huzuru ve ulusal dayanışmayı zedelemesi”nden, “hatta giderek ortadan kaldırması”ndan şikâyet ederken, Mahkeme örtünenleri “hak ve özgürlük sahibi vatandaşlar” olarak görmüyor. Anayasa Mahkemesi’nin kararını evrensel hukuk ve anayasa ölçüleri içinde eleştiri süzgecinden geçirmek mümkün değil. Çünkü bu karar ve gerekçesi hiçbir mantığa sığmıyor. Göze batan iki çarpıcı hususa, Anayasa Mahkemesi’nin verebileceği cevap olabilir mi?
Birincisi, Anayasa Mahkemesi’nin gerekçesi, üniversiteli genç kızların başörtüsü hakkında değil, genel olarak başörtüsü hakkında. Anayasa Mahkemesi, hanımların % 65’inin tercihi olan başörtüsü hakkında yorumda bulunuyor ve hüküm tesis ediyor. Anayasa Mahkemesi’nin muhakemesi takip edilirse, başörtüsüne herkes için bir genel yasak getirilmesi gerekecek. Çoğu kişinin gözünden kaçmış olabilir. Anayasa Mahkemesi, üniversitedeki kıyafet özgürlüğünü değil, bütün toplumsal alanlarda görünen başörtüsünü yargılıyor.
İkincisi, Anayasa’nın 10. maddesinde yapılan değişikliği iptali. Malûm: Anayasa’nın 10. maddesinin değiştirilmesi MHP’nin fikriydi. AK Parti, üniversitelerde başörtüsü serbestisi için bu değişikliğin yeterli olmayacağını öne sürmüş ve 42. madde de, anayasa paketine dahil edilmişti. 10. madde eşitlik prensibini düzenliyor ve değişiklik bu maddede zaten var olan bir prensibi kuvvetlendiriyordu. İlave edilen ibare “ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında” şeklindeydi. Bu hüküm kıyafet serbestisi için yeterli değildi, ama Anayasa Mahkemesi bu değişikliği de iptal etti.
Bu ibare de iptal edildiğine göre; o zaman Anayasa Mahkemesi bize ne demiş oluyor: “Kamu hizmetlerinden yararlanmada herkes eşit olamaz.” Benim yazıya koyduğum başlık, işte bu eşitsizliği ifade ediyor.
Anayasa Mahkemesi aslında laikliğe de karşı çıkıyor. Çünkü evrensel olarak laikliğin asgari ölçekte vazgeçilmez iki somut karşılığı var: Kamu hizmetlerine girmede ve kamu hizmetlerini almada eşitlik. Dinî inanç farklılıklarına devletin kayıtsız kalmasının sebebi de bu iki eşitliği tesis için. Tartıştığımız ve yargıladığımız şey laiklik falan değil, “halkın temel hak ve özgürlükleri”ne karşı, ayrıcalıklıların keyfi.
Zaman, 24 Ekim 2008
|
Mümtaz’er Türköne
25.10.2008
|
|
Anayasa Mahkemeleri olmazsa olmaz mı?
Anayasa Mahkemesi türbanla ilgili gerekçeli kararını nihayet açıkladı. Kararla gerekçe arasındaki sürenin uzunluğuna bakılırsa, epey zorlanmış olmalılar.
Ben kendi adıma hiç mi hiç merak etmiyordum gerekçeli kararı. Mahkeme Haziran ayında kararını açıkladığında birçok siyasetçi ve hukukçunun “hele bir gerekçeli kararı görelim” deyip durmasına da bir anlam veremiyordum. Ne yazacaklardı bilmediğimiz? Yepyeni, hiç aklımıza gelmeyen gerekçeler mi bulup çıkaracaklardı?
Yapılan şey o zaman da apaçık ortadaydı ve o zaman da döne döne yazıp söyledik. Mahkemenin, Meclis’in yaptığı anayasa değişikliklerini ancak şeklen inceleyebileceği apaçık ortadayken, konuyu “değiştirilemez maddeler”e bağlayıp değişikliği iptal etmek, Anayasa’ya karşı takiyedir, dedik. Bu kararla Anayasa Mahkemesi kendisini Meclis’in üstüne koymuştur; Meclisi işlevsizleştirmiştir, dedik. Bu karardan sonra meclisler hiçbir anayasa değişikliği yapamaz, çünkü yapılacak bütün değişiklikleri, “değiştirilemez ilkeler”den biriyle ilişkilendirip geri püskürtmek mümkündür, dedik.
Mahkemenin bu kararı Türkiye’de sadece darbecilerin yeni Anayasa yapma yetkisi olduğunu gösteriyor, dedik. Bugün gerekçe açıklandıktan sonra söylenecek şeyler de farklı değil. Zaten, karara muhalefet eden Anayasa Mahkemesi üyeleri de dahil, anayasal düzene saygısı olan bütün hukukçular benzer şeyler söylüyor. Ama bugün söylenebilecek farklı bir şey var, o da şu:
Anayasa Mahkemesi bu kararıyla, üniversite öğrencilerine koyduğu türban yasağını hukuki ve meşru hale getirememiş, buna karşılık kendi varlığını ve meşruiyetini sorgulanır hale getirmiştir. Bazen öyle durumlar olur ki, bir kurum tarafından yapılan vahim bir hata birdenbire o hatanın sorgulanmasını aşıp o kurumun kendisini sorgulamaya dönüşür. Bugün öyle bir noktadayız. Yanlış bu kadar aleni olunca, rejim bu kadar çıkmaza sokulunca insanlar da ister istemez düşünmeye başlıyor:
Bu nasıl demokrasi ki, halkın oylarıyla gelen siyasetçilerin yaptıkları yasalar atanmış bir avuç hukukçu tarafından denetleniyor, değiştiriliyor, iptal ediliyor. Meclislerin anayasa mahkemeleri yoluyla denetlenmesi milli iradenin tecellisine engel değil mi? Temsili demokrasiye aykırı değil mi? Parlamentolar elbette toplumsal bir sözleme niteliği taşıyan anayasalara uymak zorunda.
Ama anayasaya uymak ile Anayasa Mahkemesi tarafından yapılmış Anayasa yorumuna uymak aynı şey mi? Meclislerin anayasaya uygun çalışmasını sağlayacak başka çözümler bulunamaz mı? Aslında buna benzer sorular hukukçular arasında çok uzun zamandır tartışılıyor ve çeşitli ülkelerde Anayasa mahkemesine alternatif farklı çözümler uygulanıyor. Anayasa hukukçusu Prof. Mustafa Erdoğan, 2 Haziran 2008 tarihli Star Gazetesi’nde yayınlanan “Anayasa yargısının gayrı meşruluğu üzerine” başlıklı makalesinde bu tartışmaları, farklı uygulamaları anlatıyor ve anayasa yargısına yönelik temel eleştiriyi şöyle özetliyor:
“Bugün Batı’da ‘çoğunluk karşıtı’ özelliği nedeniyle anayasa yargısının antidemokratik ve gayrı meşru olduğunu savunan liberal-demokrat hukukçular ve siyaset bilimcileri vardır. (...) Kanunların anayasaya uygunluğunu denetleyen anayasa yargısı yoluyla, bir bakıma, yasama organlarının politik tercihlerini denetlemektedirler. Kanunlar politik tercihlerin hukukîleştirilmiş hali olduklarından, bir kanunu iptal eden bir mahkeme, bunu yaparken anayasal ve hukukî sınırlara bihakkın riayet etmiş olsa bile, sonuçta parlamentonun belli bir konudaki politik tercihini geçersiz kılmış olmaktadır.
Bunun herhangi bir rejim için değil demokratik bir sistem için bir problem teşkil ettiği açıktır. Nitekim anayasa yargısının demokrasiye aykırı olduğu hukukçular ve siyaset bilimcileri arasında öteden beri savunulan bir tezdir. Bazı Batı Avrupa ülkelerinde—tipik örneği Hollanda’dır—anayasa yargısının kabul edilmemiş olmasının arkasında da bu düşünce vardır.
Öte yandan, Birleşik Krallık’ın yazılı bir anayasası olmadığı için orada anayasa yargısının zaten teknik olarak mümkün olmadığı doğru olmakla beraber, bu sistemin de ‘parlamentonun egemenliği’ anlayışına dayandığını unutmamak gerekir. Fransa’nın geleneksel olarak anayasa mahkemesine yer vermeyip, kanunların anayasaya uygunluğunu sağlamak üzere politik bir ön denetim organını (Anayasa Konseyi) tercih etmiş olması da mahkemelerin kanunları etkisiz kılabilmesinin ‘ulus veya halk egemenliği’ ile bağdaşmadığı düşüncesinden kaynaklanmaktadır.”
Erdoğan’ın söz konusu yazının bir başka bölümünde belirttiği gibi, bütün Anayasa mahkemeleri hukukla siyasetin kesiştiği kritik çizgide görev yaparlar. Bu yüzden Anayasa Mahkemelerinin işi zordur, ustalık ister. Eğer bizim anayasa mahkememiz bu zor alanda görev yaparken bu kadar açıkça ve fütursuz bir şekilde kendisini kanun yapıcının yerine koymasaydı, Meclis’i bu kadar hiçe saymasaydı; yine Erdoğan’ın deyişiyle, anayasa yargısının özünde saklı olan ‘demokratik olmama’ özelliği, apaçık bir ‘demokrasi karşıtlığı’ halini almasaydı, anayasa yargısının meşruluğu konusu hiç açılmayabilir, bu sorular hiç sorulmayabilirdi.
Ama Mahkeme sadece türban kararıyla değil, son dönemde peş peşe aldığı çeşitli kararlarla bu soruları kendi eliyle gündeme getirdi. Bu gidişle, önümüzdeki yıllarda mutlaka yeniden gündeme gelecek olan Anayasa değişikliğinin en önemli tartışma konularından biri Anayasa Mahkemesi’nin yetkileri, görevleri ve yeniden yapılanması olacak gibi görünüyor.
Bugün, 24 Ekim 2008
|
Gülay Göktürk
25.10.2008
|
|
Gerekçeli karar nasıl okunmalı?
Anayasa Mahkemesinin başörtüsüne ilişkin değişikliği reddetmesinin beklenen “gerekçeli kararı” çıktı.
Ama tabii kararın tam metni henüz medyaya yansımadığı için—belki de hiç yayımlanmaz—bunu görmedim. Gazetelerde ancak—gazetelerin seçtiği—bazı bölümler var. Bunlar da gazetelerin meşrebine göre bir kavramsal çerçeve içinde sunuluyor. Örneğin medya içinde bir “kırmızı-çizgi-sever” medya var ki, onlar “Bir daha sakın şunu şunu yapmayın” havasında; kimileri karardan hoşnut değil, eleştirel. Böylelerinin sermayesi de “muhalefet şerhleri”, çünkü onlar da eksik değil; Başkan Haşim Kılıç ve üyelerden Sacit Adalı bu karara katılmadıklarını açıklamışlar.
Ben de bu karardan hoşnut olmayanlar arasında yer aldığım için o “muhalefet şerhleri” benim de ilgimi öncelikle çekiyor. Herhalde çok fazla uzamadan kamuoyu önüne gelecek ikinci (parti kapatma/ kapatmama) kararıyla birlikte bu iki “gerekçe’ önümüzdeki dönemin çok önemli bir tartış-ma konusunu oluşturacak; çünkü ikisi de, yalnızca ilgili göründükleri özgül ve somut sorunlarla sınırlı kalmıyor, Anayasa Mahkemesi’nin kendisi hakkında sorular getiriyorlar. Bununla da bitmiyor tabii: bu ülkenin kurumsal yapısı, kurumlar arası dengeler hakkında önemli soru işaretleri yaratıyorlar. Dolayısıyla demokrasinin varlığı/ yokluğu ve “sınır”ları, Türkiye’de bir anayasa değişikliğinin mümkün olup olmadığı, kısacası, bu ülkede demokrasinin mümkün olup olmadığı gibi sorular bu tartışma içinde zorunlu olarak sorulacak ve tartışılacaktır.
Anayasa Mahkemesi’nin karara şerh koyan iki üyesinin bir hukuk dili içinde açıkladıkları itirazlarında bu kaygıları örtük olarak görmek mümkün. Örneğin Sacit Adalı şunları yazıyor: “Anayasa Mahkemesi heyetinin çoğunluğu, esasa girerek karar vermiştir, ancak bu yetkisi dışındadır. Bundan sonra her türlü gerekçenin gayet rahatlıkla içine girebileceği derecede geniş anlamları olan demokrasi, laiklik, sosyallik kavramları uyarınca artık hiçbir Anayasa değişikliği yapılamayacak, teklif edilemeyecektir.”
Mahkemenin “esasa girme”sinin ciddi bir usul ihlâli olduğu ve buna benzer şeyler, bir süreden beri devam eden hukuk ihlâllerinin göz çıkarıcı örneklerini oluşturuyor. Bunlar beni elbette çok yakından ilgilendiriyor, ama şimdi “hukuk”tan önce “siyaset” üstünde durmak istiyorum. “Başörtüsü” üstünden dönen bu itişmenin “hukukî” yanları da şimdilik bir kenarda durabilir.
Mahkeme’nin bu müdahalesini “siyaset”e yapılmış bir müdahale olarak görüyorum. Bu elbette Anayasa Mahkemesi’nin yetkisi dahilinde olabilirdi: siyaset kadrolarının kendilerine özgü birtakım gerekçelerle uluslararası hukukun ilkelerine aykırı düşen bir siyasî uygulamasını durdurmak. Ama olan bu değil.
Ortada uluslararası hukukun ilkelerine aykırı düşen bir uygulama, hukukî temeli olmayan bir yasak var; siyaset, bu yasağı kaldırmak üzere harekete geçiyor ve Mahkeme bu girişime müdahale ediyor. Böyle bir davranış, siyasîlerin bir tasarrufunu durdurmanın ötesinde, devletin ülkede siyaseti durdurması gibi bir anlam taşıyor.
İkide bir karşımıza çıkarılan bir yalan var: “AİHM bizim bu yasağımızı onayladı.” Hayır, bunu yapmadı. Bir ülke böyle bir tehlikeden çekiniyorsa, bunu önlemek için bazı tedbirler alabilir, demiş oldu. Bu karara bayıldığımı söyleyemeyeceğim, ama bu, karşımıza çıkarılan “onayladı”dan farklı bir şey.
Bir toplum neyi sakıncalı, neyi sakıncasız bulduğunu nasıl açıklar? Bunun çeşitli “minör’ yolları olabilir de (var zaten), “genel oy”dan daha “majör” bir anlatımı, bildirimi olabilir mi? Bu irade dile geldi, yüzde 47 oy alan parti de ülkede kendi boyunun ötesinde birçok ciddi soruna yol açan bir haksızlığı düzeltmek üzere siyasetin kullanması için kurulmuş mekanizmaları çalıştırdı. Durdurulan bu. Peki, bir toplumun neyi iyi, neyi kötü bulduğu, neyi istediği, neyi istemediği başka nasıl anlaşılacak? Neyi istememiz, neyi istemememiz gerektiğine kim karar verecek? Anayasa Mahkemesi mi? Hattâ, ne istemeyi teklif edeceğimize de o ve arkasındaki güçler mi karar verecek?
Böyle rejimlere ne ad koyuyorlar?
Taraf, 24 Ekim 2008
|
Murat Belge
25.10.2008
|
|
Millî İrade ve Anayasa Mahkemesi
Biz bazı konuları yazmaktan sıkıldık ama başkaları aynı anlamsızlığı gündeme getirmekten bıkmadılar anlaşılan.
Hem hukukta hem de ekonomide bazı temel konular üzerinde anlaşamadığımız sürece Türkiye’nin işi zor ve zor olmaya devam edecek.
(... )Bizde Anayasa Mahkemesi TBMM’yi evrensel hukuk açısından değil de 1920’lerin, 30’ların ideolojisi, kurucu ideoloji denen ama ne anlama geldiği belirsiz, hukuki olmayan bir yerden denetlemeye kalktığı için Türkiye, insanların birbirlerini anlamadığı ya da anlamak istemediği bir yer haline geliyor.
TBMM tabi denetlenecek ama denetim Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, AİHM içtihatı, Birleşmiş Milletler sözleşmeleri, tüm uluslararası sözleşmeler, en genel ifadesiyle evrensel hukuk bazında olacak.
Oysa, iki gün önce yayınlanan türban gerekçeli kararın her satırı bu denetimin öyle evrensel kriterler bazında değil, yerel bir ideoloji bazında yapıldığını gösteriyor.
Gelinen bu yere de ‘çağdaş hukuk devletinin’ korunması demek, yerel bir ideoloji esas alındığı sürece pek olanaklı değil.
Sayın Özkök TBMM’nin milli iradeyi tek başına yansıtmadığını söylerken belki haklı ama bu iradeyi denetleyecek hukukun da yerel olmaması lazım; öyle olduğu zaman mutlakiyetçi bir milli iradeyle bir yerel ideolojinin kalkanı yüksek yargı karşı karşıya geliyorlar ama ortaya bu karşılaşmadan hukuk devleti değil körlerin sağırları ağırladığı bir masa çıkıyor.
Evet, Mahkeme TBMM’nin önüne kırmızı bir çizgi çekmektedir ve çekmelidir de ama bu kırmızı çizgi evrensel hukukun çizdiği bir çizgi değil de bir yerel ideolojinin çizgisi olduğu zaman ortaya çıkan manzaranın hukuk olduğunu söylemek mümkün değil.
Mutlakiyetçi TBMM ile yerel ideolojinin kalkanı yargı çatıştığı zaman ortaya çıkan manzara hoş değil ama yine de illaki bir pozisyon almak şart ise milli iradeden yana olmak evladır diye düşünüyorum.
Çünkü, meclisler her yerde kanun üretirler, bizde de öyle ama galiba sadece bizde yerel bir ideolojiyi kalkan yapan yargı var.
Star, 24 Ekim 2008
|
Eser Karakaş
25.10.2008
|