|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Allah var, keder yok! |
|
Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten,
Affet Senden habersiz aldığım her nefesten
N. F. Kısakürek
Sabah kalkıyoruz bir başka, akşama varıyoruz bir başka insanız. Yirmi dört saat içinde hâlimiz, tavrımız o kadar çok değişmelere uğruyor ki, şaşırıp kalıyoruz. Bazen kendimizi bile tanıyamıyoruz. Sözümüz nefsimize geçmiyor, dinletemiyoruz.
Her şey dalga dalga gelip bizi buluyor, kalbimizi derinden yaralıyor. Dünyanın öyle bir mevsimindeyiz. Belki de ahir zaman denilen demdeyiz. Yıllarca kurmaya çalıştığımız bağlar, dengeler, kısa zamanda altüst olabiliyor. Eskilerin belki elli, belki yüz senede yaşadıkları değişimleri, biz bir günde, belki bir gecede yaşıyoruz.
Şükür ki ölüm var, şükür ki kabir var. İnsan kendini ne kadar avutsa ve unutsa da başında bir nöbetçi var. Onun ikazları, onun sarsıntıları, biraz olsun aklımızı başımıza getirmeye ve gözümüzü açmaya sebep olabiliyor. Ölüm de olmasa, ayrılık da olmasa ne yapardık. Dünyanın mahiyeti belli… Aynı zevki bir tadar, bin tadar insan. Fani dünyada ebedî bir zevk yok ki… Ne kadar avunabilir, kendini ne zamana kadar aldatabilir ki insan?
Dertler, mûsibetler, hastalıklar, ayrılıklar, kapıya gelip dayanmadıkları gün yok ki. Rahatça bir gün geçirmeye aman yok ki.
Mesnevî-i Nuriye’den Şule’yi okurken rastladığım şu ifadelerle, Bediüzzaman Hazretlerinin her şeyi çok güzel ve çok yerinde bir tesbit ile özetlediğini gördüm:
“Kâinat hadiselerinden insanın hevâ ve hevesine muhalif olan kısım, muvafık olan kısımdan daha çoktur.”
İşte bu kadar… Bilen böyle der, bilmeyen ne desin… Bildiğini halktan saklamak derdine düşmemiş. Bilgisini bizlerle paylaşmış. Hem de cömertçe. Her gün kim bilir kaç yüz, kim bilir kaç defa her müşkülümüze, her derdimize Risâleleri ile, fikirleri ile yetişiyor Elhamdülillah. Günahların sel gibi üzerimize aktığı, dertlerin, kederlerin asit olup yaktığı bir zamanda derdimize derman, gönlümüze ne yaman bir şifa oluyor. Okuyan bilir, anlayan mest olur, kendinden geçer.
Şükür ki, her derdin ilâcı, her yaranın devası var. Rabbim dermansız koymamış, bizi yalnız bırakmamış. Her muhtacın duâsını, her dertlinin âhını bilen, işiten gören O. Sadece O.
Her başta bir düşünce, her yaşta binbir düşünce. Dertsiz, tasasız kul yok, ocak yok. Köşe yok, bucak yok. İnsan dertler, kederler hamuru. Hamur ki, pişmek için… Hamur ki, yoğrulmayı, mayalanmayı bekler. Fıtrat hamuruna dert, keder girmedi mi insan bilinmez. Hamla pişmiş bir olur mu?
Yoğrula yoğrula, acılarla kederlerle düşe kalka insan kıvama erer. İnsan, yaradılışın sırrına erer. Sonunda madem ölüm var. Hem madem dert, keder dediğin herkeste var, sade ben de mi? Dayan be yüreğim, dayan be kalbim. Allah de, her yokuşun bir inişi, her girişin bir çıkışı var. Karanlığın saltanatı çok sürmez. Geceden sonra sabah, kıştan sonra bahar var.
Şükür ki ölüm var. Kabir var şükür ki. Asıl dert, asıl keder budur; ne güzel bir sayfa açar önümüze Yunus Emre:
“Yâ Rab! Ne ola hâlim, kabre vardığım gece,
İyi olmazsa amelim, kabre vardığım gece!
Yâ Rab! Yandırma, günahlara bandırma,
Işığımı söndürme, kabre vardığım gece.”
Duâ duâ yükselen bu ses, şifa dağıtan bir nefes olmuş. Hangi dert, hangi keder var ki, ölümden beter.
Allah’ım! Okuduğumda anlamayı, baktığımda ibret almayı, sustuğumda düşünmeyi, konuştuğumda ise Seni anmayı nasip eyle.
Dünyada dertsiz kimse var mı? Sadi Şirazî sana ne güzel cevap verir: “Dünyada dertsiz, kedersiz insan yoktur; eğer varsa o da insan değildir.”
Dünyanın hâli insanın vaziyeti bu.. Kapısını çalmadık dert ve keder eksik olmaz. Mûsibetlere, dertlere ve kederlere samimî bir imandan aldığı güçle ve sabırla, Allah’a tam bir güvenle aşılmayacak hangi engel, hangi mani, hangi dert, hangi keder vardır ki.
Ölüm var şükür ki, ölümle geçilecek ebedî bir âlem var şükür ki. İnsan ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için yaratılmamış. Hayvanlardan farkımız var. Köpek karnı doyunca dermiş:
“Dört ayağım dört direk,
Dert benim neme gerek.”
İnsan böyle değil, her şey ona ilişir, her şey onu yaralar. İnce, nazenin bir kalbimiz vardır. Yıldızsız geceler, güneşsiz günler bile dert olur; o kadar hassastır duygularımız. Kalbimiz, dertlerin, kederlerin evi olmaktan kurtulmak ister. Rabbini arar, O'na yalvarır, O'na yakarır. O zaman korktuklarından emin olur, huzuru bulur.
Ey affı ve merhameti güzel olan Rabbim! Ne olur, affının serinliğini, rahmetinin lâtifliğini ve marifetinin o tatlı sıcaklığını, bizim ruhumuza da duyur ve bizi sevginle, muhabbetinle ve onlarla doyur.
Rabbim, şüphesiz Sen, bizim amelimize ve ibadetimize muhtaç değilsin; ama biz sana muhtacız. Günahlarımız o kadar çok ve Sana olan ihtiyacımız o kadar fazla ki. Rabbim, umudumuz Sensin, huzurumuz Sensin. Mutluluğumuz Sende ve Seninle. Senden başkasını bu gönül nasıl sevsin. Fanî ve geçici güzelliklerin, perdelerini yırt, peçesini kaldır, nefsimize hakikatini göster. Göster de oyalanmayalım gölgelerle, aldanmayalım onlara. Seni her dem anacak bir güzellik, bir şükür ve hamd dili nasip et gönlümüze.
Derdi ve kederi atalım, unutalım…
Ölümü unutmayalım, ama asıl dert, asıl keder onu unutmak. Ondan habersiz yaşamak.. Hz. Peygamber (asm) “Birinizin elbisesi eskidiği gibi, göğsündeki imanı da eskir. Öyle ise Allah’tan (cc) kalbinizdeki imanın yenilenmesini isteyiniz” buyuruyor.
Demek ki, asıl dert, asıl keder bu. Niye bazı zamanlar sabır ve tahammülümüz çok fazla oluyor, onu bu hadis-i şerifin ışığında çok daha iyi anlayabiliriz.
Zayıf ânımız ve zayıf imanımız, manevî hastalıklara yakalanmak için en müsait bir yanımız. Taşlar o zaman yerinden oynuyor. İnsan o zaman sarsılıp yıkılıyor.
Rabbim, düşmekten, ayağımızın sürçmesinden Sana sığınıyoruz. Sen lütfedersen, olmazlar olur, kapalı kapılar açılır, dertler ve kederler yok olur. Sen istersen ateşte gül biter. Sen istersen, kuru dilde hayattar söz biter. Allahım, Seni seven, Seni söyleyen, Senden haber veren dillerimize azap etme. Rahmet dolu, hikmet dolu eserlerine hayretle bakan gözlerimize azap etme…
Şükür ki ölüm var. Şükür ki bir gün Sana kavuşmak var. Hem dünyada kalalım, hem de Senden uzak olalım, yakışır mı hiç. Ölüme gülerek giden, iman elbisesini onarıp giden kullarından eyle. O has kullarından biri de üstadımız Bediüzzaman Hazretleri. Onun kalbiyle ve eserlerinin gözüyle, o büyük gerçeğe biz de nazar edelim. Ne diyordu “İhtiyarlar Risâlesi”nin bir yerinde:
“Kur’ân’dan aldığım feyz ile hariçten tesellî aramak değil, belki dehşet ve vahşet ve me’yusiyet aldığım noktalar içinde; teselliyi, ricayı, nuru aradım. Cenâb-ı Hakk’a yüzbin şükür olsun ki; ayn-ı dert içinde, dermanı buldum. Ayn-ı zulmet içinde, nuru buldum. Ayn-ı dehşet içinde, teselliyi buldum. En evvel; herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktım… Nur-u Kur’ân ile gördüm ki; ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de; fakat mü’min için asıl sîması nuranîdir, güzeldir gördüm.”
Sekizinci Söz’ü ve Yirminci Mektub’u engin ve zengin bir iman hâli içinde yeniden okuyalım, yeniden mütalâa edelim, yeniden imanın zevkine erelim. Madem Allah var, keder yok, diyelim. En içten ve samimî bir dille ve samimî bir kalple bunu söyleyebilelim.
Son söz:
Saadet Asrından ibretli bir hadise…
Bir gün Kureyşliler, Resûlullah’a doğru bakmışlardı. Resulûllah onlara şöyle buyurdu:
“Sizi, İslâm’a gelip de, Arab’a efendilik etmekten alıkoyan da nedir?”
Şöyle cevap verdiler:
“Ey Muhammed, biz, senin söylediğini anlamıyoruz, işitmiyoruz, kalplerimizde kılıf var.”
Ebu Cehil de tuttu, kendisiyle Resûlullah arasında bir perde çekip:
“Yâ Muhammed! Senin bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kılıflıdır. Kulaklarımızda ağırlık vardır ve Seninle bizim aramızda perde vardır” dedi.
Fakat ertesi gün onlardan yetmiş kişi gelip:
“Ey Muhammed! Bize İslâm’ı anlat” dediler.
Resulûllah anlatınca Müslüman oldular. Resulûllah bunun üzerine, tebessüm edip buyurdu:
“Elhamdülillah! Dün benim dâvetime karşı kalplerinizde kılıf olduğunu, kulaklarınızda da ağırlık bulunduğunu söylüyordunuz. Bugün ise Müslüman oldunuz, bakın.”
Şöyle dediler:
“Yâ Resûlallah! Biz dün yalan söylemişiz. Gerçek öyle olsaydı, biz ebediyen hidayeti bulamazdık.”
Kur’ân-ı Kerîm, buna şöyle işaret eder:
“Dediler ki: Kalplerimiz Senin bizi çağırdığın şeye karşı kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Seninle bizim aramızda bir perde çekilmiştir. Haydi, yap yapacağını, şüphesiz biz de yapacağımızı yapıcılarız.” (Fussilet, 5)
Evet, rahmetli Selâhaddin Şimşek kardeşimin dediği gibi: “Hidayet, O’na doğru yürüyene koşar. Yağmurdan kaçanların kuraktan yakınmaya hakları yoktur.”
Rabbim, affetmek ve tövbelerimizi yenilemek için nice fırsatlar sunuyorsun. Kalplerimizin kabuğunu kır, imanımızın neşesini ve baharını bize duyur. Her gün yeniden doğalım. Hayata her an, lütfettiğin bu iman nimetiyle yeniden başlayalım. Seninle olmak ne güzel Allah’ım. Madem Sen varsın, dert ve keder yok Allah’ım…
25.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Namaz borcu |
|
İbrahim Bey:
“Namaz borcu olan kişi Cennete girebilir mi?”
İmam-ı Azam’a sormuşlar: “Namaz kılmayan kâfir olur mu?”
Büyük İmam demiş ki: “Evlâdım, kâfirler de namaz kılmaz!”
Ebû Hüreyre (ra) rivayet etmiştir:
“Resûlullah (asm) buyurdu ki: ‘Kul önce namazdan hesaba çekilecek! Namazı tamamsa kurtulacak, mes’ud olacak! Namazı tamam değilse perişan olup, hüsrana uğrayacak! Farz namazında noksanı bulunduğunda, Allah Teâlâ: ‘Bakın kuluma! Nafile ibadetleri var mı?’ buyurur. Bunun üzerine noksanları, nafilelerle tamamlanır! Diğer amellerindeki eksiklikler de bu şekilde tamamlanır!” 1
Bir hadis-i şerif de Ebû Eyyüb’ten (ra) nakledelim: Bir adam:
“Ya Resûlallah, beni Cennete sokacak bir amel söyler misin?” dedi.
Allah Resulü (asm):
“Hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmaz; Allah’a ibadet edersin! Namazı kılar, zekâtı verir, akrabalarınla alâkanı kesmezsin!” buyurdu.2
Osman bin Affan (ra) rivayet etmiştir: Resûlullah (asm) şöyle buyurmuştur: “Hiç kimse yoktur ki güzelce abdest alsın, sonra farz namazını kılsın da; abdest ile namaz arasında günahlarından mağfiret olunmasın!”3
Abdullah bin Mes’ud (ra) anlatıyor: Nebiyy-i Muhterem’e (asm):
“Amellerin hangisi Allah’a daha sevimlidir?” diye sordum, Resûl-i Ekrem (asm):
“Vaktinde kılınan namaz!” buyurdu.4
Ashab-ı Suffa’dan Ebû Firas Rebîa b. Kâ’b el-Eslemî (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm) ile beraberdim; onun evinin kapısında geceler; ona istediği anda abdest suyunu getirirdim; sâir ihtiyaçlarını da uçarcasına yetiştirirdim. Bir defasında bana:
“Dile benden ne dilersen!” buyurdu.
“Cennette Seninle beraber olmak isterim, ya Resûlallah!” dedim.
“Başka?” buyurdu.
“Sadece budur!” dedim.
Allah’ın Resulü (asm):
“Öyleyse çok secde et de, nefsine karşı bana yardımcı ol!” 5 buyurdu.
Namazın tanımı içinde sanıyorum sizin sorunuza da cevap bulacağız: Namaz, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tazim ve şükürdür.6 İbadetin mânâsı ise, kulun, Allah’ın huzurunda kendi kusurunu, aczini ve fakrını görerek Kemâl-i Rubûbiyetin, Kudret-i Samedâniyenin ve Rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.7
Bu durumda, ne namazın, ne de ibadetin; biricik gayesinin “Cennet” olduğu söylenemez. Cennet, yalnızca bir lütf-u İlâhîdir. Cenâb-ı Hak dilediği kullarını Cennetine alır. Hangi kullarını, hangi şartlarda Cennetine alacağını ise yine kendisi takdir buyurur.
Namazın ve ibadetin bir tek gayesi vardır. O da: Kulun, ubudiyet ve takva ahlâkını elde etmesi; Allah’a sığınması ve Allah’ın rızasını kazanmasıdır. Cenâb-ı Hak razı olduğu kullarını Cennetine alacağını vaad etmiştir.
Namaz borcu olanların cennete girip giremeyecekleri hususunda her hangi bir rivayet olmadığı gibi; bu konuda bizim şimdiden ön bilgi sahibi olmamıza ne imkân vardır, ne de ihtiyaç vardır! Bize düşen Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah’ın rızasının da namazdan geçtiğini unutmamalıyız!
Rabb-i Rahîm bağışlayıcıdır; ibadetlerimizdeki noksanlıkları affederek kemaliyle kabul buyurması kendi yüce takdiridir. Lütuf Allah’ındır. Cennete girmiş olsak bile; bu, zaten ibadetleri-mizin yeterliliğinden değil; Allah’ın lütfundan olacaktır.
Öyleyse, biz elimizden geldiğince ibadetleri-mizi eksiksiz yapmaya çalışalım; takdiri Erhamü’r-Râhimîn’e bırakalım. Duâlarımızda da Rahîm-i Zü’l-Cemal’den rızasını, Cennetini ve Cemalini, hulûs-u kalp ile isteyelim.
Gayreti biz gösterelim; hedefe ulaşmayı, hidayeti ve takdiri Cenâb-ı Allah’a bırakalım. O’ndan ümit edelim, O’nun rahmetini umalım.
Dipnotlar:
1- Nesâî, Namaz Bölümü, H. No:9
2- Nesâî, Namaz Bölümü, H. No:10
3- Buhârî, C.1, S.147
4- Buhârî, C.2, S.473
5- R. Salihin, S.109
6- Bedîüzzaman, Sözler, s.44
7- Sözler, S.45
25.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Salâvât getirmeye ne kadar muhtacız? |
|
Resûl-i Ekrem’in (asm) halktan Hakka bakan bir kulluk, Haktan halka bakan bir de risâlet yönü vardır. Biz salât ü selâm getirirken kulluğunu tebrik sadedinde selâmlarımızı iletir, risâletini takdir olarak da salât, yani rahmet sunarız.
Sadece şahsımız adına değil cin ve insanlar adedince selâmlarımızı takdim etmekle, emirlerine itaat, teslimiyet ve tecdid-i biâtımızı dile getirmiş oluruz. Gök ehli adedince de salâta lâyık olduğunu görür, öylece salâtımızı takdim ederiz.
Binlerce, milyonlarca defa salâvat getirmeye muhtacız.
Çünkü biz de, kâinat da o Yüce Resûl (asm) sayesinde varız. O olmasaydı hiçbir şey olmayacaktı. Onun yaratılması varlıkların yaratılış sebebi olduğu gibi onun gelişiyle de her şey anlam ve değer kazandı.
O, Rahmeten li’l-âlemindir; âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. “Bu yaratıklar nedir? Ne anlam ifade ediyorlar? Niçin yaratılmışlardır? İnsan nedir? Nereden gelip nereye gitmektedir?” gibi asırlardır insanlığın aklını meşgul eden ve aklın tek başına cevabını bulamadığı sorular onunla (asm) cevabını bulmuştur.
Herşey onun sayesinde âdetâ canlanır, hayat bulur; birbirine yabancı, düşman, matem havası içinde olmaktan kurtulur. Kâinat; onun sayesinde yokluk ve hiçlik karanlıklarından; cansız, ruhsuz, başıboş, serseri ve gayesiz olmaktan kurtulur, zerreden kürelere kadar her şey sevinç içinde Yaratıcılarını tesbih eden, üzerlerine yüklenen görevleri eksiksiz yapan görevli birer memur, dost ve arkadaş olur, insan da yeryüzünün halifesi, efendisi mevkiine yükselir.
Sonsuz rahmetin bir mümessili, dellâlı, ilâncısı, en parlak bir misâli ve en beliğ bir lisânı ise o Yüce Resûl’ün (asm) sünneti ve ona uymaktır. Salâvât da ona bir vesiledir. Sözler’de belirtildiği gibi salâvâtın mânâsı rahmettir. O canlı cisimleşmiş rahmete rahmet duâsı olan salavat ise o Rahmetenlilâlemîne ulaşmaya vesiledir… Hazine-i rahmetin en kıymetli pırlantası ve kapıcısı Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. En birinci anahtarı Besmele ve en kolay bir anahtarı da salavattır.1
Salâvâta muhtacız. Çünkü onun gönderilişi şu âlemin yaratılmasına sebep olduğu gibi kulluğu da ebedî âlemin yaratılmasını vesiledir.
Evet, ikinci dirilişe, Şefaat-i Kübraya, Cennete, Cennette ebedî saadete, Cenâb-ı Hakkın cemalini görmeye onun kulluğu sayesinde kavuşacağız.
Elbetteki o rahmet hazinesine ulaşmak için salâvâta son derece muhtacız.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 20-21.
25.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Yapabilir nerede, yapmış nerede? |
|
Herkes bir şekilde cinayet işleyebilir, adam vurabilir, katil olabilir, vesaire.... Keza, hemen herkes bomba atarak, uçak kaçırarak, gemi batırarak, evleri yakarak, gökdelenleri yıkarak.... bir şekilde câni veya katil olabilir.
Bütün bunlar mümkündür, pekâlâ imkân ve ihtimal dahilindedir.
Ancak, bu hiçbir hâkim bu tarz imkânât ve ihtimâlât hesaplarından yola çıkarak bir başkasını suçlayıp onu cezalandıramaz. Üstelik, bu tarz bir cezalandırma kànunu dünyanın hiçbir anayasasında yer almaz.
Esasında, bizdeki ihtilâl anayasasında da böylesi bir cezalandırmanın esâmisi yoktur.
Ne var ki, kendisini kànunları ihdas eden Meclis'in de üzerinde gören mevcut Anayasa Mahkemesinin dokuz üyesi, sadece ve sadece yukarıda sözü edilen ihtimal hesaplarına dayanarak, üniversitelerde başörtüsüyle okumak isteyenler hakkında keyfî bir tasarrufta bulundu.
Yasakçı mahkeme üyelerinin gerekçesinde yer alan ifadelere göre, başörtüsünün serbest olması halinde, öğrenciler arasında "kargaşa" çıkabilir. Ne acıdır ki, bu kararla başörtülüler daha şimdiden çıkması muhtemel bir kargaşanın suçlusu ve sorumlusu olarak da ilân edilmiş oldu.
Oysa, asıl kargaşa, böylesine haksız ve mesnetsiz keyfî kararlar yüzünden çıkar.
Bir de zuhur eden şu vahim kargaşaya bir bakın: Mevcut Anayasanın 148. maddesinde açıkça ifade edilen, "Anayasa Mahkemesi, Anayasa değişikliklerini sadece şekil bakımından inceler ve denetler" hükmüne rağmen, Meclis'in başörtüsü hakkında yaptığı yasa değişikliği şekil yönünden değil, tamamiyle esas yönünden ele alınarak karar verilmiş. Böylelikle, hem Meclis'in yetkisi gasp edilmiş, hem de bir Anayasa suçu işlenmiş oldu.
Bakalım, Meclis bu durumda ne yapacak ve zedelenen itibarını nasıl kurtaracak...
Bediüzzaman'ın müdafaası
Benzer bir hukuk fâciası, bundan altmış beş sene evvel de yaşandı. 1943–44 yıllarında Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde görüşülmekte olan Risâle–i Nur dâvâsı hakkındaki bilirkişi raporları ve hakimlerin müsbet yöndeki kanaatlarına rağmen, bir savcı ısrarla Bediüzzaman'ın cezalandırılmasını istiyor ve inatla şunları söylüyor: "Bediüzzaman, asayişi ihlâl edebilir, devletin nizamını bozabilir, her türlü kargaşayı çıkarabilir..."
İşte, bu sakat mantığı sorgulayan Üstad Bediüzzaman'ın, Emirdağlı kardeşlerine yazdığı bir mektuptaki ilgili ifadeleri:
"Emirdağ’daki kardeşlerime,
"Benim hakkımda evham edenlere deyiniz ki: ...Dokuz ay, hem Isparta, hem Denizli, hem Ankara adliyeleri tetkikten sonra, birtek gün cezayı, birtek talebesine vermeyi mucip bir madde bulunmadı ki, hem Ankara ehl–i vukufu, hem Denizli Mahkemesi ittifakla beraatine karar verdiler.
"Halbuki, mahkeme safahâtında hiçbir emâre bulamadılar ki, muannid bir müdde–i umûmi, mecbur olup, vukuât yerinde imkânâtı istimâl ederek, mükerreren iddiânâmesinde `Yapabilir’ demiş ve `Yapmış’ dememiş. `Yapabilir’ nerede, `Yapmış’ nerede?
Hattâ, mahkemede Said ona demiş: `Herkes bir katli yapabilir. Bu iddiânız ile herkesi ve sizi mahkemeye vermek lâzım geliyor...’"
(Emirdağ Lâhikası, Sayfa 11; Tarihçe–i Hayat, Sayfa 406.)
Tarihin yorumu 25 Ekim 1937
Oyların tamamı "kabul" komedyası
Aynı dünya görüşünü paylaştıkları halde, Mustafa Kemal ile İsmet Paşa arasındaki ipler tamamen koptu.
Yaklaşık 12 yıldır aralıksız şekilde başbakanlık yapan İnönü, M. Kemal ile aralarının açılması sonucu, 20 Eylül'de (1937) 45 günlük süreyle izne ayrılmak durumunda kaldı.
Onun yerine Celal Bayar vekâlet ediyordu. Ancak, 45 günlük sürenin bitmesine de tahammül edemeyen İsmet Paşa, 25 Ekim 1937'de Başbakanlık makamından istifa ettiğini açıkladı. Bayar ise, aynı gün Başbakanlığa asâleten atandı.
Bu safhadan sonra birbirinden giderek uzaklaşan M. Kemal ile İnönü, ölünceye kadar bir daha yanyana gelmediler. Bu dünyadan küs gittiler.
Güvenoyu komedisi
Tek parti döneminin (1925–45) en ilginç yönlerinden biri de, yeni kurulan Hükûmetler için Meclis'te yapılan güvenoylamasında sergilenen komik tablolardır.
Diyelim ki, yeni kurulan kabine için Meclis'te güvenoylaması yapılacak. İnanılması cidden zor; ama, o gün Meclis toplantısına katılan bütün milletvekillerinin yeni kabineyi onaylayarak "kabul" oyu verdikleri bir gerçek.
Dahası, Hükûmete red oyu vermek niyetinde olanların o gün için Meclis'e uğramadığı anlaşılıyor.
İşte, bu tuhaflıklar zincirinin birkaç halkası...
VI. İnönü Hükûmeti (4 Mayıs 1931–1 Mart 1935): 317 üyeli Meclis'te yapılan güvenoylamasında 287 oy kullanıldı. Oyların tamamı kabul çıktı.
VII. İnönü Hükûmeti (1 Mart 1935–1 Kasım 1937): 399 üyeli Meclis'te yapılan güvenoylamasında kullanılan 343 oyun tamamı kabul çıktı.
I. Bayar Hükûmeti (1 Kasım 1937–11 Kasım 1938): Meclis'te yapılan güvenoylamasına katılan 364 milletvekilinin tamamı kabul yönünde oy kullandı.
II. Bayar Hükûmeti (11 Kasım 1938–25 Ocak 1939): Meclis'te yapılan güvenoylamasında kullanılan 342 oyun tamamı kabul yönünde çıktı.
I. Saydam Hükûmeti (25 Ocak 1939–3 Nisan 1939): Güvenoylamasında kullanılan 341 oyun tamamı kabul çıktı. Oylamaya 57 milletvekili katılmadı.
II. Saydam Hükûmeti (3 Nisan 1939–9 Temmuz 1942): 424 üyeli TBMM'de yapılan güvenoylamasında 389 oy kullanıldı. Kullanılan oyların tamamı kabul çıktı. 35 milletvekili oylamaya katılmadı.
I. Saraçoğlu Hükûmeti (9 Temmuz 1942–9 Mart 1943): Meclis'te kullanılan 381 oyun tamamı kabul çıktı. 45 milletvekili oylamaya katılmadı.
II. Saraçoğlu Hükûmeti (9 Mart 1943–7 Ağustos 1946): 455 üyeli Meclis'te yapılan güvenoylamasında kullanılan 425 oyun tamamı kabul çıktı. 30 milletvekili oylamaya katılmadı.
25.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
“Bâkî hakikatler, fanî şahsiyetlere bina edilmez” |
|
Hakikat mesleğinde “halife, hoca, efendi, ağa, lider” gibi hiyerarşik makamlara yer verilmez. Nur dairesi içinde olanlar, allâme, yani dünya çapında âlim, mütefekkir ve müçtehid de olsa, Nur talebesidir. Ömrünün sonuna kadar da öyle kalır.
Zira, Risâle-i Nur’un hocası, yine Risâle-i Nur’dur. Çünkü, ekseriyet itibariyle kendi kendine ders verip, muallimlere ihtiyaç bırakmıyor. 1 Bediüzzaman bizzat kendisini örnek göstererek ortaya koyar:
“Ben, size nisbeten kardeşim; mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım... Tesanüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı, bize kâfîdir.” 2
Öte yandan Bediüzzaman, “şahıs ve şahs-ı mânevî” üzerinde öylesine hassasiyetle durur ki, ehl-i iman ve bilhassa Nur talebelerinin kendisine izafe ettikleri “en büyük müçtehid, en büyük müceddid” gibi sıfatları, “Hakkım ve haddim değildir ki, ben o kudsî işârete medar olayım” 3 diye reddeder. Ancak, o sıfatları inkâr etmez; Risâle-i Nur’a verir:
“Gördüğünüz meziyetler benim değil, Risâle-i Nur’undur. O da Kur’ân-ı Hakîmin bir hakikatinin bir tefsiridir. Ve her asırda dine ve imana tam hizmet eden müceddidler geldikleri gibi, bu acip ve komitecilik ve şahs-ı mânevî-i dalâletin tecavüzü zamanında bir şahs-ı mânevî müceddid olmak lâzım gelir. Eski zamana benzemez. Şahıs ne kadar da harika olsa, şahs-ı mânevîye karşı mağlûp olmak kabildir. Risâle-i Nur’un o cihette bir nev’î müceddid olması kaviyyen muhtemel olduğundan, o sıfatlar-hâşâ-benim haddim değil; belki mükerrer yazdığım gibi, benim hayatım Risâle-i Nur’a bir nev’î çekirdek olabilir. Kur’ân’ın feyziyle, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla o çekirdekten Risâle-i Nur’un meyvedar, kıymettar bir ağaç hükmüne icad-ı İlâhî ile geçmesidir. Ben bir çekirdektim, çürüdüm, gittim. Bütün kıymet Kur’ân-ı Hakîmin mânâsı ve hakikatli tefsiri olan Risâle-i Nur’a aittir.” 4
“Lillahilhamd, Risâleti’n-Nur bu asrı, belki gelen istikbâli tenvir edebilir bir mû’cize-i Kur’ân’iye olduğunu çok tecrübeler ve vakıalar ile körlere de göstermiş. Ona ait medh ü senânız (övgünüz) tam yerindedir. Fakat, bana verdiğinizden binden birine de kendimi lâyık göremem. Yalnız pek büyük bir nimeti ve muvaffakıyete sizin gibi hakikatli talebelerin iştirak ve sa’y ü gayretleriyle mazhariyetim noktasında, Risâle-i Nur hesabına, ebede kadar iftihar ederim.5
“Lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim... Sözler güzeldirler, hakikattirler; fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerîm’in hakikatinden süzülmüş şuâlardır.”6
Üstad Bediüzzaman, eğer Risâle-i Nur’la ilgisini “kuru üzüm çubuğu” hükmünde tutarsa, acaba, bu Kur’ân dersi dairesinde olan allâme ve müçtehidler, kendilerini hangi konumda görebilirler?
Neden bu muazzam eserleri kendisine mal etmiyor? Kendi ifadelerinden takip edelim:
“Zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez.”7
“Eski zamana benzemez. Şahıs ne kadar da harika olsa, şahs-ı mânevîye karşı mağlûp olmak kabildir.”8
Dipnotlar:
1- Emirdağ Lâhikası-II, s. 198. 2- A.g.e., s. 65. 3- A.g.e., s. 238. 4- A.g.e., 376-378. 5- Kastamonu Lâhikası, s. 8. 6- Mektûbât, s. 358. 7- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 11. 8- Emirdağ Lâhikası, s. 377.
25.10.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Atike ÖZER |
Her şey gitmesi gereken yolda gidiyor |
|
“BİRAZ huzur istiyoruz” …
“Kim neyi isterse ona istediği verilecektir…”
Öyleyse istemeliyiz. İstemeyi mi bilmiyoruz acaba?
Çünkü insanlık çok istediği halde arzuladığı huzura ulaşamıyor. Huzura ulaşanlar ise çabuk kaybetmekten şikâyetçiler. “Tam da aradığım huzura kavuşmuşken nereden çıktı bu aksilikler?” diye söylenenlerin sayısı az değil. Şöyle bir durup baktığımızda görünüşte huzurumuzu kaçıran ne kadar çok sebep var… Çocuklarımızın okul sorunları… Eşlerin bitmek bilmeyen istekleri… İş yerindeki çıkmazlar, anlamsız rekabetler… Komşunun çığlığı, cebimdeki paranın azlığı, kabarık faturalar… Zamansız yağan yağmur... Bitmek bilmeyen ev ödevleri… Ekonomik kriz... Eskiyen ev eşyalarımız… Arabanın patlayan lastiği, hatta hatta vakitsiz öten horoz…
Tabiî ya bütün bunlara rağmen nasıl huzurlu olabiliriz ki? Her şey tadımızı kaçırmak için aleyhimize işliyor. Sorun bizde olamaz. Sorun, içinde bulunduğumuz şartlarda. Şartların değiştirilmesi gerekiyor .
Batsın bu dünya!...
İşte huzura ulaşmak için bu kadar sorunlu bir dünyada yaşıyoruz. Hep sorun, hep engel! Yok mu her şeyin tıkırında gittiği bir yer? Yok mu sıkıntısız, sorunsuz bir hayat? Var! Burası… İçinde bulunduğumuz an ve şu an yaşadığımız hayat… Yolunda gitmediğini sandığımız her şey, aslında gitmesi gereken yolda gitmektedirler. Biz yolunda gitmediğini sanıyoruz.
Her şeyin yolunda gitmesi için şunlar mı olmalı? Yeteri kadar paramız olsun ki, huzurlu olabilelim… Komşumuz kafa dengi olsun ki, uyum içinde yaşayalım… Eşim ve çocuklarım da hep benden yana olmalılar, itiraz etmeden her şeyimi kabul etmeliler... Okul arkadaşlarım hep benim sözümü dinlesin… Öğretmen tek benimle ilgilensin… En yüksek notu ben alayım… Yollar öyle bir düzgün olmalı ki, hiç olmadık anda arabanın lastiği patlamasın... Trafik sıkışmasın, su gibi akıp gitsin.
Eşyalarım eskidi. Modası geçti. Yeni çıkanlardan bende de olmalı…
Canım şu komşunun horozu da ne diye vakitsiz öter ki? Gidip kesmeli başını, huzurumu kaçırıyor…
Ayağıma diken battı, kim koymuş bunu buraya? Şimdi bu yağmur da nereden çıktı? Ayda yılda bir pazar onu da yağmur bozar… Huzur mu bıraktılar insanda… Zor dostum zor! Bu asırda, bu hayat şartlarında kim bulmuş ki huzuru biz de bulalım? Bulalım! Bulabiliriz… Gelin hep birlikte arayalım. Kaybettiğimiz, daha doğrusu çaldırdığımız huzurumuzu artık bulalım. Biz şöyle düşünüyoruz:
Bütün her şey yolunda giderse huzura ulaşabilirim… Yeteri kadar param olursa huzura kavuşabilirim… Bütün isteklerimi alabilmeliyim. Nedir ki bütün istekler? İyi bir ev alacak kadar param oldu ve aldım... Son model dayadım döşedim… Eksiksiz… Lüks bir arabam da var. Tamam şimdi oldu. Yok yok olmadı ! Komşuda gördüğüm halı daha güzel. Ama bizim halı da yeni, niye onunkini daha çok beğendim? Ondan da almalıyım. Herkeste var. Ben de niye olmasın? Tam da hiçbir eksik kalmadı derken nerden çıktı bu halı şimdi? Bitmez bu eksikler, hiç bitmez. Bir halı parçasına ve ya da bir ev eşyasına kalmış aradığım huzur, işim çok zor. Yüzdüm yüzdüm kuyruğuna geldim, bir halıda tıkandım. Bütün huzurum kaçtı…
Ya çocuklar!
Okul masrafları, oyuncak istekleri, harçlıkları... Huzur mu bırakırlar insanda? Bir günde şöyle sessiz sedasız bir gün geçirsem. Kafa dinlesem. Çocuk sesi dinlemekten kafamı dinleyemiyorum. Eşimin istekleri de bitmiyor… Akrabalarım da hiç halden anlamazlar… Herkes, her şey bana yükleniyor… Aradığım huzuru nasıl, nerede bulacağım? Kadın-erkek fark etmez. Ne iş yaparsak yapalım, inanarak yapalım bütün güzel işlerimizi…1 Yaptığımız güzel işlerle huzurlu olabiliriz.
Dipnot: 1- Nahl-97
25.10.2008
E-Posta:
|
|
Faruk ÇAKIR |
Yasak, kılıfına sığmadı |
|
Bugüne kadar başörtüsünü bir türlü yasaklayamadıkları için uzaya gitme başarısını gösteremeyenler, Anayasa Mahkemesinin son kararıyla bu başarıya imza atacaklar. Çünkü bütün dünya ‘uzay’a giderken, bizimkiler hep ‘mürtecilerle, gericilerle’ uğraştıkları için uzaya gidememişlerdi. Bunca yıl sonra temel bir insan hakkı olan eğitim hakkını başı örtülü kız öğrencilere çok gören zihniyet, bundan sonra atılım üstüne atılım yapacak! Artık onların eteklerinden tutup, uzaya gitmesini engelleyen büyük bir sebep ortadan kalkmış oldu! İnanmayan bir iki ay sabretsin!
Aranızda “Lütfen ciddiyet!” diyenler olabilir. Bir yönüyle onlar da haklıdır, ancak alınan son kararı ciddiyetle tahlil etmek, üzerinde fikir yürütmek iyice zorlaştı. Gündüz vakti, etrafın karanlık olduğunu ve bu sebeple göremediğini iddia eden insanlara ne denilebilir ki? “Taktığın ve etrafını görmene engel olan gözlüğü çıkar at” demek de fayda vermiyor. Bu bakımdan işin mizahını yapmak belki de en iyisi...
Anayasa Mahkemesinin başörtüsü hakkında aldığı son karar, aslında yasakçıları da memnun etmedi. İlk bakışta, “Oh, iyi oldu” deseler de vicdanları bu kararı kabul etmiyor, edemez de. Bugün değilse yarın, geçmiş yıllarda cinayet işleyip sonra itiraflarda bulunanlar gibi onlar da önümüzdeki yıllarda bu milletten ve en başta da eğitim haklarını engelledikleri başörtülü öğrencilerden özür dilemek durumunda kalacaklar.
Hiç kimse, “Hayâl görüyorsun, artık başörtüsüne son nokta konuldu. Bundan sonra başörtülü öğrencilerin üniversiteye girmesi hayâl” demesin. Tarih, ‘hayâl’ denilen pek çok şeyin gerçekleştiğine şahittir.
Bir adım geriye giderek, AİHM’in “Leyla Şahin dâvâsı”nda verdiği kararı hatırlayalım. Kanunsuz yasağı savunanlar o zamanda “Başörtüsüne son nokta konuldu, bundan sonra bu konu gündeme gelemez. Her şey bitti” demişti. Demişti, ama hem hiç kimseyi iknâ edememişti, hem de başörtüsü yasağı Türkiye’nin gündemini meşgul etmeye devam etti. Anayasa Mahkemesinin aldığı bu karar da kesinlikle ‘son nokta’ değildir ve olamaz. İlk fırsatta bu yasak yine gündeme gelecek ve nihayetinde kalkacak, Türkiye hür ve demokrat olacaktır.
“Hayâli hakikat gösteriyorsun” itirazı da gelmesin. Çünkü başörtüsü yasağı artık sadece Türkiye’nin meselesi değil. Yarın bir gün bu konu Avrupa Birliği görüşmelerinde de gündeme gelecektir. Türkiye’yi idare edenler yurt dışına adım attıkları her defasında “Başörtüsü hâlâ yasak mı, ne zaman bu yasağa son vereceksiniz” diye sorulacaktır. Ki, zaten sorulmaya da başlamıştır...
Şunu hiç kimse unutmasın: ‘Yanlış’ın sonsuza kadar devam etmesi mümkün değildir. İşin bu noktalara gelmesinde elbette Türkiye’yi idare edenlerin kabahati vardır. Bu yasağın Anayasa değiştirilerek ortadan kaldırılamayacağını, daha net ve daha kolay idarî tedbirlerle yapılabileceğini herkes söyledi. Mesele, hükümetin iktidar gibi davranmasındadır. Cesaretle ve kararlılıkla... Yoksa, konu gündeme geldiğinde “Bedel ödemeye hazır değiliz” demekle bu işlerin olmayacağı baştan belliydi.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen bu yasak devam edemez. Çünkü mesele hükümet meselesi değil, bir insan hakkı meselesidir. Ve düne kadar başörtüsü yasağını kendilerine dert edinmeyen gruplar da artık bunu dert etmeye başlamıştır. Hadisenin bir demokrasi ve hak mücadelesi olduğu anlaşıldı. Türkiye, topyekûn demokratikleşmek durumunda. “Birimizin derdi, hepimizin derdi” diyenler çoğaldıkça bu yasaklar İnşaallah sona erecektir.
Hiç ümitsiz değiliz. Başörtülü öğrencilerimiz de ümitsiz olmasınlar. Dünya devi Amerika’yı yıkan ‘ah’lar, bizim yasakçılarımızı niçin yıkmasın?
Kanunsuz yasak, ‘çuval’a da, vicdanlara da sığmadı...
25.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
İsviçre’de başörtüsü |
|
Geçtiğimiz haftalarda İsviçre’deki okurumuz İbrahim Taş’tan aldığımız, ama Türkiye’de farklı gündemlerin öne çıkması sebebiyle işleme fırsatı bulamadığımız mesaj, Anayasa Mahkemesinin son kararıyla başörtüsü yasağının tekrar gündemin ilk sırasına oturması üzerine ayrı bir önem ve değer kazandı.
Gerçi 27 Eylül’de çıkan “Derinleşen hüsran” başlıklı yazımızda, Boğaziçi’ndeki yasağa, bu uygulamayı başlatan yeni rektörün Cumhurbaşkanı Gül tarafından tercih edilen isim olması ve yine Gül’ün yasağa ilişkin talihsiz beyanları bağlamında kısaca temas etmeye çalışmıştık.
Ancak okurumuzun mesajı, olaya İsviçre örneğinde çok farklı ve orijinal bir boyut katıyor.
İbrahim Taş, mesajında şöyle diyor:
“İsviçre’de son günlerde medyaya konu olan bir haberi sizlerle paylaşmak istedim.
“Sonradan İslâmı tanıyan ve Müslümanlıkla şereflenen İsviçreli bir bayan öğretmen İslâmı seçtikten sonra tesettürlü giyiminden dolayı mesleğinden men edilmek istendi.
“Ama bunu din özgürlüğü kısıtlaması olarak değerlendiren diğer öğretmenler bu olaya tepki gösterip protesto etme kararı aldılar.
“Bayan öğretmenlerin çoğu başörtüsüyle okula geldiler ve erkek öğretmenler de velilerden imza toplayarak, İslâmı seçip tesettüre giren meslektaşlarına destek verdiler.
“Bunların hepsi olumlu bir sonuç verdi: Öğretmeni okuldan men etme kararı geri alındı.”
Bunları anlatan okurumuz, “Sizce de bu demokrasinin ta kendisi değil mi?” diye soruyor.
Elbette öyle. Ve İsviçre’de yaşanan bu ilginç olaydan, Türkiye olarak çıkarmamız gereken son derece önemli dersler ve mesajlar mevcut.
Bir defa, demek ki, hak ve özgürlüklerin Avrupa standartlarında yaşanması gereken bir ülkede dahi, bu tür problemler ortaya çıkabiliyor.
Özellikle, kendi içinden bir insanın din değiştirip kıyafetini de o dinin gereklerine uygun hale getirme tercihinde bulunması, Avrupa toplumunda bile yasakçı eğilimleri tahrik edebiliyor.
Söz konusu öğretmen hakkında idarî mekanizma tarafından alınan “meslekten ihraç ve men” kararı, bu hazımsızlığın açık bir tezahürü.
Ancak bu karara karşı diğer meslektaşlarının sergilediği içten dayanışma, toplum vicdanının ve insanî duyarlılığın imrenilecek bir örneği.
Bu duyarlılık ve dayanışmanın, tepeden inme yasak ve ihraç kararını püskürtmesi ise, vicdanın ve insanlığın unutulmayacak yeni bir zaferi.
Demek ki, hak ve özgürlüklerle ilgili kısıtlayıcı karar ve uygulamaların, vicdanî duyarlılık ve insanî değerler temelinde oluşan güçlü bir dayanışma karşısında uzun ömürlü olma şansı yok.
Türkiye’de 28 Şubat süreci boyunca yaşanan ve halen de devam etmekte olan mâlûm sıkıntının bu kadar uzamasının en önemli sebeplerinden biri, böyle bir dayanışmanın bulunmayışı.
Gerçi zaman zaman mevziî ve kısa süreli dayanışma örnekleri oldu ve hepsinde de netice alındı. Meselâ Ergenekon sanığı Alemdaroğlu İÜ Rektörü olarak işbaşı yapıp yasağı uygulamak istediğinde Beyazıt meydanını dolduran binlerce gencin ortak tavrı, bu kararı ertelettirmişti.
Keza şu günlerde Boğaziçi’ndeki yasağın kısmen dahi olsa delinip yumuşamasında da, benzer bir dayanışmanın etkisi gözardı edilemez.
Ama bu münferit ve geçici birlikteliklerin çifte standartçı yaklaşımlara itibar etmeyen, istisnasız herkesin hak ve hürriyetlerini savunan sürekli, kalıcı, topyekûn bir toplumsal dayanışmaya dönüştürülemeyişinin sıkıntısını yaşıyoruz.
Bunu başarabildiğimiz an, başörtüsü yasağı başta olmak üzere birçok sorunumuzu çözeriz.
Bu tavrı koymak için sokaklara dökülmeye gerek yok. Yasağı onayladığımızı gösterecek sessiz protestolar için o kadar çok fırsat var ki...
Geçmişte başörtüsüyle ilgili olarak AİHM kararına konu olmuş bir tatsızlığın yaşandığı İsviçre’deki son dayanışma buna güzel bir örnek.
25.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Yasak yok, ama YASAK! |
|
Anayasa Mahkemesinin başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılmasına ilişkin anayasa değişikliğini iptal kararı için yazdığı “gerekçe” daha çok tartışılacağa benziyor.
Bu karar tartışılırken bir gerçeğin altını çizmek gerekiyor. Anayasada ve yasalarda şu anda başörtüsünü üniversitelerde yasaklayan bir hüküm bulunmuyor. Bu işin iki ciheti var. Birincisi, böyle bir yasak yoksa niye bu yasak fiilî olarak uygulanıyor? İkincisi de, böyle bir yasak yokken niye böyle bir değişikliğe gidildi?
* * *
Üniversitelerde kılık-kıyafetle ilgili şu anda yürürlükte olan ve 25 Ekim 1990 yılında eklenen madde de (YÖK Kanunu Ek 17. madde) aynen şöyle deniliyor: “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile; yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir…” Kanun çıktığında Anayasa Mahkemesine iptali yönünde başvuru yapılmış, ancak mahkeme kanunu iptal etmemişti. Bu kanun çıktığında Mahkeme Başkanı olan Ahmet Necdet Sezer’ karşı oy yazısı ile maddenin iptal edilmeyişini eleştirmişlerdi. Bu kanun hâlâ yürürlükte ve başörtüsünü yasaklayan bir hüküm olmadığı gibi “serbest” olduğu ortada…
Gelelim Mahkeme tarafından iptal edilen madde değişikliklerine… Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği değişiklikle Anayasa’nın, “Kanun önünde eşitlik” başlıklı 10. maddesinin son fıkrasına, “... ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında” ibaresi eklenmişti. Bu değişiklikle madde, “Devlet organları ve idarî makamları, bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır” haline gelmişti. Bu değişiklik iptal edildi. Peki mevcut madde nasıl? “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” Görüleceği gibi burada da başörtüsünü yasaklayan bir hüküm yok.
Anayasa’nın, “Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi” başlıklı 42. maddesine ise “Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yüksek öğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir” şeklinde yeni bir fıkra eklenmişti. Bu iptal edildi ancak mevcut maddede de başörtüsünü yasaklayan bir hüküm yok.
Bir kez daha tekrarlamakta fayda var. Görüleceği üzere ne kanunlarda ne de anayasada üniversitelerde başörtüsünü yasaklayan bir hüküm yok. Bir yasak yok, ama fiilî olarak uygulanıyor. Binlerce öğrenciyi mağdur etti. Okulların açılmasının üzerinden daha günler geçti. Başörtüsü ile okula gitmek isteyenler derslere alınmıyor. Birçoğu devamsızlıktan kalma noktasına geldi bile…
* * *
Peki yasak yokken yasağı kaldırma çabaları neyin nesiydi? Mecliste grubu bulunan üç parti kanunlarda ve anayasada yasak olmamasına rağmen yasağın uygulandığını ve daha açık ve seçik yazılırsa yasağının uygulanamayacağını düşünerek, iyi niyetli bir girişimde bulundular. Ancak yeni anayasa hazırlıkları içinde taslakta bu konuda bir düzenleme varken, niçin sadece bu iki madde ön plana çıkarıldı? Onu da bilmiyoruz. İki maddelik anayasa değişikliğinin Meclis’te kabul edilmesinin üzerinden 8 aydan fazla bir zaman geçti. Bu süre içinde Anayasanın tamamı değiştirilip mesele kökünden halledilebilirdi. Kaldı ki, Prof. Ergun Özbudun başkanlığındaki bilim heyetinin hazırladığı metinde bu konuda daha açık ve seçik yazılıydı. Ben baştan beri bunu anlamış değilim.
* * *
Özet olarak söylersek, anayasal çerçeve içerisinde bir şeyin “yasak” olabilmesi için gerekli hukukî bir dayanak olması lâzım. Ama öyle bir dayanak yok. Bu konuyla ilgili tek yasa maddesi YÖK Kanununun ek 17. maddesi ve “Yükseköğretim kurumlarında kılık kıyafet serbesttir” hükmü var. Yani kanunlarda yasak, yok ama başörtüsüne yasak yıllardır uygulanıyor.
Şimdi gelinen noktada MHP, YÖK Kanununun bu 17. maddesinin de değiştirilmesini istemiş, AKP önce değiştirileceğini söylemiş, ancak Mahkemenin iptal kararından sonra bu değişikliğin yapılması gerektiğini düşünerek adeta ayak sürümüştü. İyi ki de ayak sürünmüş, iyi ki de değiştirilmemiş. Şimdi yasak kanunî bir hüviyet bile kazanabilirdi.
Şimdi yapılması gereken yeni anayasanın bir an önce raftan indirilerek Meclis’ten çıkarılmasıdır. Bu irade hiçbir siyasî mülâhaza gözetmeden, tamamen özgürlükler ve demokrasi penceresinden bakılarak, sivil toplum kuruluşları, parlamento dışı partilerden görüş alarak mutabakat içinde yapılmalıdır. Artık yeni anayasa şart olmuştur. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “Anayasa Mahkemesi’nin görev ve yetkileri yeniden düzenlensin” teklifi de bu çerçevede değerlendirilip, yeni tartışmalara meydan vermeden yeni anayasa da değerlendirilmesinde fayda vardır.
25.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|