Başlangıcından bitimine kadar kare kare kayda değer yolculuklar vardır. Dünya durdukça, durmayacak ve bitmeyecek yolculuklar…
Anlatırsanız nefes tükenir, yazarsanız kalem tükenir, beyaz kağıt renklenir, karalanır.
Adı üstünde: Kara yolculuğu...
En küçük otosundan, en büyük otobüsüne, kamyonetine, tırına kadar irili ufaklı vasıtalar; bu yolları geçip giderler, bazen de “geçilmez” yaparlar.
Bu vasıtalara motor, yağ ve petrol lâzım olduğu kadar, insana da can lâzım ki dayanabilsin bu yollarda…
İşte size Avusturya’nın batı ucundan, Wels’ten tâ Van’a uzanan bir şerit. Tam 7 ülke üstünde seyreden bir seyr ü seyahat:
Avusturya, Slovenya, Hırvatistan, Sırbistan, Makedonya, Yunanistan ve Türkiye… Şehirler, kasabalar, köyler gibi yerleşim birimleri ve “yerleşik” olmayan yerler var yol üstünde, yol boyunca…
Şehirler var ki, görmeye; görüp de kalmaya değer yerler:
Zagreb, Belgrad, Niş, Üsküp ve Selanik… Hepsi de görmeye değer, ama senin ne görmeye, ne de kalmaya; ne arzun, ne de zamanın olur…
Bir tek hedefin vardır: İpsala gümrüğünden Türkiye’ye giriş.. Niş’ten sonra Sofya’ya yönelmişsen, Kapıkule’den giriş…
Bazen olur ki, istemediğin halde tutarlar seni, kalırsın kaldığın yerde, hiçbir yere ayrılmadan.. Artık çıkmışsın bir kere, düşmüşsün yollara…
Sadece gümrüklerde bekleyerek geçirdiğin süreleri saatlerle değil, günlerle ifade edebilecek durumlara düşebilirsin… Artık ne çıkarsa bahtına…
İşte kara yolculuğunun bu kara rengi, bu gri rengi ve belirsizliğidir ki; on sekiz sene boyunca bize Viyana-Van arası hava hattını kullandırttı..
Bizi böyle havalandıran, havaya fırlatan macerayı da on sekiz sene önce Niş’te yaşadım.
Tam on sekiz sene önce… Wels’te trenle başlayıp, Niş’te bir başka trenle devam eden, Sofya’da minibüsle başlayıp, Bulgaristan’dan çıkışından Kapıkule gümrüğüne kadar yaya yürüten bir yolculuk.
İki yönlü olan tren biletimin dönüşünü kullandırtmayan ve uçakla dönüşü tercih ettiren bir yolculuk.
On sekiz sene önce, bir kış günü…
Wels’te beni trene bindirip uğurlayan öğretmen arkadaşlarım, “cesur” olduğumu söylemekten kendilerini alamamışlardı. Cehaletin, yani bilmemenin verdiği bir cesaret. “Cahil cesur olur” sözünün yaşanmış bir örneği…
Almanya’dan kalkıp İstanbul’a giden trene Salzburg’da bindim. Bazı vagonlar tıklım tıklım dolu. Ayakta duran insanlar, kapıları kapatmışlar. Bazı vagonlar ise temiz, konforlu ve bomboş. Böyle bir vagona girip oturdum. Yugoslavya’da yapılan kontrolde, “birinci sınıftır” diyerek fark aldılar. Onu sineye çektik. Asıl tedirginlik; bindiğim vagonun, Niş’te ayrılacak olan Atina trenine ait olduğunu öğrenince başladı. Meğer tıklım tıklım dolu olan vagonlar İstanbul trenine aitmiş. Niş’te İstanbul treni ile Atina treni birbirinden ayrılacaklarmış.
Niş’te; trende tanıştığımız Kayserili bir aile ile birlikte, Atina treninden indik, ama İstanbul trenine binemedik. Gözümüzün önünde ayrılıp giden İstanbul treninin arkasından baka kaldık… El sallayamadık. Sekiz saat oracıkta bekledikten sonra, saat 05.00 treniyle Sofya’ya gittik. Orada bir minibüs kiralayarak Kapıkule gümrüğüne vasıl olduk..
O gün bu gündür, zaman zaman dilime takılan bir terennüme engel olamam:
İşte burası Niş’tir, (*)
Acaip bir iniştir..
İnip de, binememek;
Acaba nasıl iştir…
Belgrad’ın 201 km. güneydoğusunda, Nişava Irmağı kıyısında, demiryolları kavşak noktasındadır Niş… Türkiye yolu üzerinde gurbetçilerimizin uğrak yeridir. 2004 yılı Temmuz’unda bir öğlen sıcağında özel otomuzla ailece Niş’ten geçerken, 1990 Aralık’ının Niş macerasını hatırlamıştım.
Bu yolculuğumuzda da, hatırlanacak çok şeyleri maziye havale ettik. Hele Hırvatistan’da, cemaatle eda edilen sabah namazı, yol boyunca piknik tipi molalarımız, fakir Makedonya’nın dağlık yolları, Sırbistan çıkışında bir görevlinin “Komşu, 5 Euro varsa, kontrol yok” demesi unutulacak gibi değildi…
3700 km’lik uzun ve maceralı bir yolu bize kazasız-belasız kat ettiren Rabbimize sonsuz şükürlerimizi arz ederken; aynı yolun dönüşünü düşünerek yine Rabbimize sığınıp, Ondan yardım dilemiştik.
(*) İlkçağda bir Roma kenti olarak kurulan Niş, sırasıyla Bulgarların, Macarların, Bizanslıların ve Sırpların eline geçti. 14. yüzyılda Osmanlı topraklarına katıldı. 1878’de Sırbistan Krallığına bırakıldı. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında işgal altında kaldı. 1992-95 yılları arasındaki Yugoslavya iç savaşından sonra, yine Sırbistan’a ait olarak kaldı.
23.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|