‘İNSANLIK AİLESİ’ BİR ŞAHS-I MANEVÎDİR
Geniş dairede şahs-ı manevî, insanlık ailesini içine alır. Bu gözle bütün insanlar bu manevî bedenin bünyesindedir. Hatta kâinat yaratılalı beridir, gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün insanlar, yine bir şahs-ı manevî olarak değerlendirilebilir. Nitekim burada uzuvlar; kıt'alar, ülkeler şeklindedir. Onun için bütün teknolojik gelişmeler insanlık ailesinin bir meyvesi olduğundan, insan, ‘nev’îyle iftihar etmektedir. Çünkü sonuç, şahs-ı manevînin zaferidir.
İnsanların ortaya koyduğu kara lekeler ise, insanlığın yüz karasıdır. Bu da aslında bir şahs-ı manevî zedelenmesidir.
Küçük dairede ise, birkaç kişilik aile bir şahs-ı manevî örneğidir.
ÂLEM-İ İSLÂM BİR ŞAHS-I MANEVÎDİR
İslâm âlemi de bir şahs-ı manevîdir. Ülkeler, bu şahs-ı manevînin uzuvlarıdır. Bütün uzuvlar manevî bedenin sağlıklı yaşaması için vardır. ‘Cemahir-i müttefika-i İslâmiye’, ‘Birleşmiş İslâm Cumhuriyetleri’ ideali, tam bir şahs-ı manevî tanımlamasıdır.
Avrupa Birliği, ise yaşayan bir şahs-ı manevînin canlı modelidir.
Bu, maddî ve manevî birlik bir beden hükmündedir. Uzuvlardan birisine yapılan müdahale, bedenin bütününe yapılmış kabul ediliyor ve bir bütün halinde karşı konuluyor. Bu da, tam bir şahs-ı manevî örneğidir.
İslâm dininin kabulü de budur.
CEMAAT VE CEMAATLER DE
BİRER ŞAHS-I
MANEVÎDİR
İslâmî cemaatler de bir şahs-ı manevîdir. Hepsi bir beden hükmündedir. Her biri, aynı bedende, ama görevleri farklı, birer uzuvdur. Maksat, bedenin sağlıklı yaşamasıdır, yani ‘ilâ-yı kelimetullah.’ Dolayısıyla maksat için birbirlerine muhtaçtırlar.
Şahs-ı manevî, dar dairede bir cemaatin bünyesi; geniş dairede ise, cemaatlerin bünyesidir. Bu yönüyle cemaatler, bir bedenin azaları hükmündedir. Birbirine her daim muhtaçtırlar. Aradaki farklılıklar ise, uzuvların görev farklılığıdır. Ancak her uzuv, bedenin sağlıklı yaşaması noktasında sorumluluk taşımaktadır.
Zaten cemaat kavramı hizmetler için birer araçtırlar. Araçlar farklı olabilir, ama amaçların aynı olması söz konusudur. O da, Cenâb-ı Hakk'ın razı olacağı bir kul veya bir cemaat olmaktır.
BİR ’ŞAHS-I MANEVî’ OLARAK ‘CEMAATLER’E
NASIL BAKILMALIDIR?
Yirminci Lem’a, s. 374’te cemaatler arasındaki şahs-ı manevînin yaşama şartları dokuz emir olarak ortaya konur.
1- Müsbet hareket etmektir ki, yani, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.
2- Belki daire-i İslâmiyet içinde, hangi meşrepte olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek,
3- Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise, ‘Mesleğim haktır,’ yahut ‘daha güzeldir’ diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek,
4- Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlâhinin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle,
5- Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüt sebebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı manevînin dehasıyla hücumu zamanında, o şahs-ı manevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı manevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı manevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek,
6- Ve hakkı, batılın savletinden kurtarmak için,
7- Nefsini ve enaniyetini,
8- Ve yanlış düşündüğü izzetini,
9- Ve ehemmiyetsiz, rekabetkârane hissiyatını terk etmekle ihlâsı kazanır, vazifesini hakkıyla ifa eder. (Haşiye)
Haşiye: Hatta, hadis-i sahihle, ahir zamanda İsevilerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanileriyle dahi medar-ı münakaşa ve niza etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.
Bu, Kur’ânî bir yaklaşım biçimidir. Aksi adımlar, ‘dindışılık’ içerir.
CEMAATLERİN ARALARINDAKİ İŞ
BÖLÜMÜ
HİKMETLİ BİR TANZİMDİR
Cemaatte, bireylerin farklılığı nasıl ki, şahs-ı manevî için bir gereklilik ve fıtrat gereği ise, cemaatlerdeki farklılıklar da aynıdır. Yani bir cemaatin varlığı, şahs-ı manevî olan cemaatlerin bütünü için, vazgeçilmezdir. Çeşitlilik, zenginlik ve renklilik için bu şarttır.
Taksimü’l- a’mal, yani iş bölümü cemaatlerde fıtrî bir sonuçtur. Bütün yapılan işler, maksada dönük olduğundan her bir camia, işin ayrı bir veçhesini yerine getirmektedir.
Nasıl ki bir iğnenin yapımı için ateşin yakılması, demirin ısıtılması, dövülmesi, ucunun sivriltilmesi, deliğinin açılması gibi pek çok işler var; işte her bir topluluk, ‘taksimü’l-a’mal’ ile, ayrı ayrı işlerde ihtisas yaparak, işi hem daha kolay, hem de bir iğneye bedel, yüzlerce iğne yapabilecektir.
Ancak şahs-ı manevî içerisindeki hiçbir cemaat, kendinin büyüklüğünü diğerlerini küçültmek suretiyle sergilememelidir. Burada yapılan işin niteliği de önemlidir. Fabrika, büyük, küçük bütün çarkların çalışmasıyla fabrikadır.
Tabiî ki yapılan işlerin ihlâsla yapılması önemlidir. Şahs-ı manevî ihlâsla yaşar. İhlâssız batmanlarla ameller hiç hükmündedir. Oysaki bir küçük ihlâslı amel Cenâb-ı Hakk'ı razı edebilecektir.
CEMAATLER DE BİRBİRİNİN
BAŞARISIYLA
İFTİHAR ETMELİDİR
Mü’minler nasıl ki birbirlerinin meziyetleriyle iftihar eder, cemaatler de birbirinin müsbet faaliyetiyle iftihar etmelidir. Hatta kendisinin yapamayacağı bir işi kardeş gurubu yaptığından, camialar birbirlerine duâ, teşekkür borçludurlar.
Şahs-ı manevî bir ağaç ise, ağaç sadece kökten oluşmaz. Ağaç; dallar, yapraklar, meyve ile ağaçtır. Meyve için köke; kök için de dallara, yapraklara ihtiyaç vardır. Yani bir uzuv olmadan diğeri de olmuyor.
Ya da camialar birbirini, ortak düşmana (dinsizlik) karşı, bir ordunun hava, deniz, kara gibi kuvvetleri olarak düşünmelidir.
O zaman, birbirinin varlığı için şükür gereklidir.
BİRBİRİMİZİN VARLIĞINDAN HEYECAN DUYMAK
Madem ki vücuttaki her bir zerre, her bir uzuv bütün için anlamlıdır ve hikmetlidir. Öyleyse ehl-i iman siyasetçilerimizi, gazetecilerimizi, yazarlarımızı, bilim adamlarımızı, san'atçılarımızı, devlet adamlarımızı, eğitimcilerimizi, gençlerimizi, hizmet guruplarımızı alkışlarla karşılamalıyız ve onların varlığından heyecan duymalıyız.
Bizde bulunmayan bir kabiliyetin bir başka kardeşimizde olması, bizim elimizin ulaşamayacağı bir hizmeti, bir başka kardeşimizin yerine getirmesi, sonuç itibariyle, bizim de yükümüzü hafifleten bir husustur.
İhlâs düsturları, kardeşimizi büyük görmeyi, önemsemeyi salık veriyor.
RAHATSIZLIKLAR KUR’ÂNî BİR YAKLAŞIMLA
GİDERİLMELİDİR
Peki camialardaki, -bize göre- şahs-ı manevîyi rahatsız eden bir takım yanlışları nasıl tamir etmek gerekiyor?
Burada Kur’ânî bir yaklaşım tarzına ihtiyaç vardır.
İnsan nasıl ki, bedenindeki bir ağrıya bîgâne kalamıyorsa; rahatsızlanan uzvu kesip atamıyorsa; cemaatlerin içerisinde olan yanlışlara da şahs-ı manevînin bîgâne kalması veya o uzvu kesip atması düşünülemez. ‘Belki sağlıklı tedavi nasıl yapılabilir?’, onu bulmak durumundadır.
Bedenin organları birbirinin faaliyetine engel teşkil etmezler. Böyle sonuç verecek adım da atmazlar. Onun için birbirinin kusurunu görüp, tenkit etmek ve çalışma şevkini kırmak yakışıksızdır ve anlamsızdır.
Ehl-i imana yakışan yaklaşım biçimi, Kur’ân tefsiri Risâlelerde geçen, yukarıdaki dokuz emre uygun hareket etmektir.
Burada özellikle, ‘Ve yanlış düşündüğü izzetini,’ maddesi dikkat çekicidir. Bunun üzerinde düşünmeye ihtiyaç vardır. Çünkü pek çok ferdî veya cemaatî problemler bu yanlış düşünülen ‘izzet’ ile ilgili olabilmektedir.
O halde kendi varlığı için başkalarının yokluğunu temenni etmek, hatta onları küçük görmek, onların varlıklarıyla alay etmek; kendine gülmekten, kendiyle alay etmekten ve kendi ayağına vurmaktan başka bir şey değildir. Çünkü beden aynıdır. Bu da bir hamakattir.
Kardeşimizin yanlışı, şahs-ı manevîde bedenin bir yanlışıdır. Onun için bedene zarar vermeden o yanlıştan kurtulmak, -şefkat- acımakla mümkündür.
Ehl-i imana yakışan da budur.
İMÜ’MİNDEKİ KÜÇÜK KUSUR;KÂFİRDEKİ KÜÇÜK YİLİK
Ne acı ki, ehl-i iman safderun bir kısım insanlar, mü’min kardeşinin küçücük bir kusurunu görüp onu büyütüp adavet ederken; ehl-i küfrün küçücük bir iyi halini büyütüp, ona hoşgörü ve muhabbet beslemektedir.
Oysa Müslüman kardeşinde gördüğü ve tenkit ettiği çirkin hal, kâfirin bir vasfı; kâfirde gördüğü güzel hal ise bir mü’min vasfıdır. Bu durum kâfire muhabbeti, mü’mine düşmanlığı netice vermemelidir. Zira her kâfirin her sıfatı küfründen neşet etmek gerekmez. Nerede bulunursa bulunsun bütün güzelliklerde hak dinin izleri vardır.
CEMAATLER DE ARALARINDA İSTİŞARE
ETMELİDİR
İslâm cemaatlerinin aynı çizgi üzerinde omuz omuza verip, yüzler ve binler kuvvet ve kıymetinde değer kazanmaları ve maksatta ittifakı elde etmeleri çok büyük maddî ve manevî kazançları sonuç verecektir.
Çağın hizmet tarzı da budur. Artık kıt'alar, devletler belli amaçlar etrafında istişare etmektedirler ve ‘şahs-ı manevî’ oluşturmaktadırlar.
Her halde bu durum, ‘İslâm devletleri’ ve ‘İslâm cemaatleri’ için de Kur’ânî bir emir anlamında, yapılması gerekli bir zorunluluktur.
HAYAT, BÜTÜN ŞARTLARLA,ADEM İSE BİR
ŞARTIN OLMAMASIYLADIR
Kurumsallaşmış bütün birlikteliklerin, cemaatler ve hatta devletlerin, ortak maksat taşıyan işlerinde istişare etmeleri Kur’ân’ın bir emridir.
Hayat, bütün şartların bir araya gelmesiyle meydana gelirken; adem, yokluk ise sadece bir şartın yerine gelmemesiyle oluşmaktadır.
Durum şahs-ı manevî için de geçerlidir. Bedenin sağlıklı yaşayabilmesi, bütün organların varlığını ve uyumunu gerekli kılarken; başarısızlık, adem ve ölmek gibi durumlar için ise, sadece bir organın çalışmaması yetmektedir.
Mü’minlerin bir bütün halinde kardeş ilân edilmeleri ve kendisi için istediklerini kardeşleri için istemeleri, tam bir şahs-ı manevî örneğidir.
İşte ibadetlerimiz, mü’minlere olan muhabbetin, irtibatın ve bağlılığın gelişmesinin en önemli zeminidir. Uhuvvet ve muhabbet olmadan ictimaî hayatın gelişmesi ve terakkisi mümkün değildir.
“İnsan, İslâmiyet sayesinde, ibadet saikasıyla bütün Müslümanlara karşı sabit bir münasebet peyda eder ve kavi bir irtibat ve bağlılık elde eder. Bunlar ise, sarsılmaz bir uhuvvete, hakikî bir münasebete sebep olur. Zaten hey’et-i ictimaiyenin kemaline ve terakkisine ilk ve en birinci basamaklar uhuvvet ile muhabbettir.” İ.İ., s: 142
Neticede şahs-ı manevînin güçlü olması, mü’minlerin güçlü olması; zayıf düşmesi ise mü’minlerin zayıf düşmesi anlamına gelecektir. Nitekim ordu halinde hücum eden şahs-ı manevî-i dalâlete karşı, yine ordu halinde karşı koymak aklın bir gereğidir.
18.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|