|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Sevgi herşeydir |
|
“…Aranızda merhamet ve sevgi vermesi de
nun âyetlerindendir. Düşünen bir topluluk için
bunda ibretler vardır.” (Rum Sûresi, 21)O
En güzel bir yanımız da sevgimiz. İçimizde çiçekler, güneşler açtırır sevgimiz. Yaşadığımızın, insan olduğumuzun farkına vardırır.
Sevgiyle bakmayan gözler, kördürler. Kalpler de öyle. Sevgiyle uzanmayan eller, okşamayı bilmezler. Kendi güzelliklerinden verip, paylaşmayı da bilmezler. Sevgi bir şey değil, her şeydir. Mevlânâ, “sevgisiz insan, kanatsız kuş gibidir” der.
Sevgi, insanın yaratılışıyla birlikte ortaya çıkan ve insanla var olan bir gerçek. Yüce yaratıcının takdiri bu. Mayamıza, hamurumuza kâinatı içine alacak bir sevgiyi koymuş. Öyle bir deniz ki, sahili yok. Kimi farkında, kimi de habersiz bu hazineden.
Sevgi dolu yürekler, bahar gibi gelirler, güneş gibi kendini gösterip ortalığı bir anda ısıtır ve aydınlatırlar. Sevgimiz yüreğimizden gözlerimize de yansır.
Bir anne, “Evlâdım, ekmeğinin üzerine yağ mı süreyim, bal mı?” diye sorar. Çocuk, “Anneciğim, sadece sevgini sür, yeter,” der.
Sevmek ve sevilmek, güneşi iki yanından hissetmektir. Sevgisizlik, ışıksızlıktır. Hemen fark edilir, seslere ve sözlere de yansır. Sevdiğini ve sevildiğini bilen insan ne bahtiyardır. İnsanın en büyük acılarından “yalnızlık” duygusunun da sevgide çözümlendiğini görüyoruz. Sevginin kendisi her şeyden güzel, her şeyden iyidir. Hatta pek çok güzelliklerin ve sayısız iyiliklerin bile kaynağıdır.
Sevgiyle neler olmaz ki, ne hizmetler yapılır. Ne yuvalar kurulur. Nice kalpler onarılır. Nice eli yüzü ışıldayan nesiller yetişir. En önemlisi de insanlar sevgiyle barışır, birbirine kaynaşır. Denizler durulur, öfkeler susar, rüzgârlar diner. Nice kavgalar, çekişmeler biter. Bir uykudur âdeta sevgi, acıların ve dertlerin üstüne çöker.
İçimizdeki yabancılık duygularını silip, yerine yakınlık duygularını getiren sevgi. Yaşadığınızı o zaman anlarsınız. Ömründe bir defacık olsun sevgi sözünü duymamış kalpler, ne kadar yoksul, ne kadar hastadır kim bilir!.. Rabbim! Seni sevmek, Seni anlamakla tatmin olacak bu kalplere ne oldu?
Ey kalbimizin ve sevgimizin sahibi, çekme elini kalbimizden. Düşmanlık duygusunu, kini, hasedi sök at içimizden. Sevginin saltanatı ebediyen hükümran olsun.
Sevgi yoksa duramazsınız, onsuz yapamazsınız, peşine düşer ararsınız. Hayatı o zaman anlar ve derinden kavrarsınız. Allahım ne zenginliktir bu… Gerçek yoksulluk bundan mahrumiyet. Bilmeyenlere, duymayanlara da nasip eyle.
Gözlerimi seviyorum; güzeli görebildikleri için. Kulaklarımı seviyorum; bütün sesleri nasıl da seçip dinleyebiliyorlar. Dokunmak, duymak, tatmak hepsi ne güzel. Yalnızca beş duyu mu?.. Hayır. İnsanın sayılamayacak kadar çok manevî duyguları da var. Bunları bir yüreğe koyup, onun içine sığdıran Rabbimi de seviyorum. Bütün baş döndürücü bu güzellikleri, bir sofra gibi serdiği için önüme, seviyorum.
Sevgiyle bakınca, dertler de azalıyor, acılar da hafifliyor. Öyle bir dünya açılıyor ki içinizden, dışınızdaki dünya onun yanında çok ama çok ufak kalıyor. Allah’ı (cc) ne kadar sevsem az. Böylesine güzeli seven bir yürek verdiğin için şükran duâlarım sadece Sana’dır. Bizi arındırıp, güzelleştiren sevgilerden dilerim nasibiniz çok olur.
Gülü sevmeyen, güzeli sevmeyen insan yok. Demek ki gülü seven, gülü yaratanı da sevebilir. Güzeli sevenler, o güzelliğin sahibini ve yaratıcısını da sevebilir. Sevginin adresi O’nu, Allah’ı (cc) gösteriyor.
Sevgi güzelleştiriyor insanı. Mutlu kılıyor. Bu duyguyu içinde duyan, yıkanıp arınan ruhlar, başkalarını da mutlu etmekten geri kalmıyorlar. Mutluluk da sevgi gibi tek başına yaşanılmıyor. Yansımak istiyor, çoğalmak ve paylaşılmak istiyor. O zaman İlâhî bir ışık gönlümüzden elimize, yüzümüze vurmaya başlar.
Verdiğiniz zaman sevgiyle verirsiniz. Elinizdeki belki çok az bir şeydir ama karşı tarafa çok görünür ya da Allah öyle gösterir. Her şeyini verenlerin, vermekten çekinmeyenlerin ambarları hiç boş kalmaz. Sevgi paylaşıldıkça artar. Bu köhne dünyada nefsin ve şeytanın tuzaklarına takılan ruhlar, sevgiyle özgürleşir ve serbestleşirler ancak.
Sevgi içimizde çiçekler, güneşler açtırır. Yaşadığımızın, insan olduğumuzun farkına vardırır.
Sevmeyenlere, sevgiyle bakamayanlara acıyın, onlara duâ edin. En büyük azabı tatmakta olduklarından haberleri bile yok. Mümkünse uyandırın bir sevgi sözüyle, bir iyilikle, bir gülle, bir çiçekle gönüllerini alın. Bir de bakarsınız ki, ardınızdan bir sevgi seli çağlayıp coşabilir. Hiç yoktan her şeyi yaratan Allah (cc) o kalplerde sevgiyi niye yaratmasın.
Taşa göz vermeyen Allah, katı kalplerde de sevgiyi ve merhameti yaratmıyor. Biz duâ edelim, onlar için de, bütün kardeşlerimiz için de isteyelim bu sevgiyi. Ey Rabbimiz, kalbimiz Senin. Kalbimizi sevginle rızıklandır.
Sevginin en gerçeği ve en yücesi, hiç şüphesiz her şeyin ötesindeki derin bir Allah sevgisidir. Öze doğru, bir olana, Allah’a doğru yöneliştir bu sevgi.
Bediüzzaman, “Aşk şiddetli bir muhabbettir; fani mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır; veyahut o mecazi mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için bâkî bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder” der (Mektubat).
Geçici sevgilerin de Allah’a ulaştırıcı olmakla beraber, onların tehlikelerini de nazara verir Bediüzzaman. İnsanın bu zayıf yönüne de dikkat çekmekten geri kalmaz.
Sevgi bahsi olur da Mevlânâ’ya kulak verilmez mi?
“Sevgiyi anlatmak için ne söylersem söyleyeyim, asıl sevgi belirdi mi, sözlerimden utanırım. Sevgiyi, şefkati yine ancak sevgi anlatır. Güneşin varlığına delil, yine güneştir. Ben öyle bir sevgiyle doluyum ki, benden öncekilerin sevgileri de bende, benden sonrakilerin de… Dinim, sevgiyle yaşamaktır. Yüreğinde Allah sevgisi büyümeye başladı mı, Allah seni seviyor demektir…”
Son sözümüzü Saadet asrından bir öyküyle bağlayalım:
Hz. Peygamber anlatıyor:
Bir adam, başka bir beldede bulunan bir arkadaşını ziyaret etmek maksadıyla yola çıkmıştı. Allahu Teâlâ, adamın yolunda, bir meleği vazifelendirip insan sûretinde bekletti.
Adam o melekle karşılaşınca, melek kendisine:
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Adam:
“Şu beldede bir din kardeşim var, onu ziyaret için gidiyorum,” diye cevap verdi.
Melek:
“Onunla alâkalı yapacağın herhangi bir görev mi var?” diye sordu.
Adam:
“Hayır, öyle bir şey yok. Allah için sevmemden başka kendisiyle hiçbir işim yok,” dedi.
Bunun üzerine o melek:
“Ben, senin o din kardeşini Allah için sevdiğin gibi, Allah’ın da seni sevdiğini sana bildirmek üzere vazifelendirilen Allah’ın bir elçisiyim” dedi. (Müslim)
18.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Ülkemizin tanıtımında Risâle-i Nur’un önemi |
|
ÜLKELERİ dünyaya tanıtan unsurların başında tarihî ve kültürel değerler gelir. Çok engin bir tarihî geçmişimiz ve pek zengin kültürel değerlerimiz olduğu halde, bugün dünya ülkelerine kendimizi yeteri kadar tanıtıp, hak ettiğimiz desteği alamıyorsak, nerede hata yaptığımızı sorgulamamız gerekir. Dünya tarihine damga vuran büyük devletler kurmuş, yüksek medeniyetlerin mimarı olmuş bir milletin torunlarıyız. Atalarımız dünya coğrafyasını defalarca değiştirmiş, başka milletlerin kaderine hükmetmiş, çağ kapatıp çağ aşmışlardır. Bu şanlı medeniyetimize, şerefli mazimize rağmen, bugün bizi yeterince tanımayan milletler varsa, büyük ihtimalle bizi unutmuş olmalılar. Kusur onlarda değil, onlara kendimizi unutturan davranışlarımızdadır. Biz kendi değerlerimizden vazgeçtik, mazimizi unuttuk, bu durumda başkalarının da bizi unutması gayet normaldir.
Şimdi ise, tanıtımın önemini yeni keşfetmiş gibi kendimizi dünyaya tanıtmaya çalışıyoruz. 2008 yılı için bütçemizde tanıtım amacıyla yüz kırk milyon dolarlık bir fon ayrılmış bulunuyor. Uluslar arası faaliyetler, çeşitli lobi faaliyetleri ve spor müsabakaları ile kendimizi dünyaya tanıtmaya çalışırken, büyük miktarda masraflara katlanmak zorunda kalıyoruz. Bunu yaparken de yine tarihimize ve mazimize müracaat etmek zorunda kalıyoruz. Tanıtım için reklâm amaçlı basılan broşürlere bir bakın, üzerinde ya Selimiye ve Süleymaniye gibi muhteşem bir cami resmi, ya Topkapı Sarayının ihtişamı, veya da Mevlânâ ve Yunus Emre gibi tarihî ve dinî motiflerimiz vardır. Kültürel ve folklorik değerlerimiz de, yine eskinin izlerini taşımaktadır. Bir zamanlar unutmaya çalıştığımız tarihimizden ve medeniyetimizden medet umarak kendimizi dünyaya tanıtmaya çalışıyoruz.
Ülkelerin tanıtımında tarihî ve kültürel eserler kadar önemli olan bir diğer tanıtıcı unsur da, dünya çapında eserler veren, ödüller alan yazarlar, düşünürler ve san’atçılardır. Mevlânâ ve Yunus Emre gibi büyük insanlar, eserleri ve düşünceleri ile birçok ülkede tanınmakta, böylece ülkemizi de tanıtmaktadırlar. UNESCO tarafından 1991 yılı “YUNUS EMRE SEVGİ YILI” olarak, 2007 yılı da “MEVLÂNÂ HOŞGÖRÜ YILI” olarak ilân edilmiş, çeşitli faaliyetler düzenlenmiştir. Böylece ülkemizin tanıtımı için bu güzel insanlar güzel birer kültür elçisi olmuşlardır.
Son yıllarda Risâle-i Nur ve Bediüzzaman isimleri de, ülkemizin dünyaya tanıtılmasında önemli vazifeler îfâ etmektedir. Bir zamanlar yazılmasını ve yayılmasını önlemek için devletin büyük çaba sarf ettiği eserler, bugün ülkemizi dünyaya güzel bir imajla tanıtarak vatana ve millete çok büyük bir hizmette bulunmaktadır. Risâle-i Nurlar, dünyada en çok okunan Türkçe eserler olarak, hem Türkiye’nin tanıtımında, hem de İslâm’ın yayılmasında pek büyük bir vazife ifa etmektedir. Altı bin sayfalık bir külliyât olarak, kırka yakın yabancı dile çevrilmiş ve dünyanın hemen her yerinde okunmakta olan Risâle-i Nurlar, hem ülkemizi, hem dilimizi, hem de dinimizi dünyaya tanıtmaktadır.
Risâle-i Nur’a kavuşan başka milletlerin fertleri, böyle bir eserin ve müellifinin Türkiye’den çıkmış olmasına gıpta ile bakmaktadırlar. Bu hazinenin kaynağının bizde olması, ülkemiz için büyük bir şans ve bir nimettir.
Gönül isterdi ki, devletimiz de bu şansın farkında olsun ve daha çok ülkeye daha kolay bir şekilde Risâle-i Nurların ulaşması için gayret göstersin. Ama tam aksine bir hareket edilerek, yıllarca bu eserler yasaklanmış, okuyanlar ve yazanlar zindanlara atılmış, Nurların müellifi Bediüzzaman, zamanın en acımasız zulüm ve baskılarına maruz kalmıştır. Bir zamanlar Nurlarla mücadele etmek, neredeyse bir devlet politikası haline gelmişti. Bediüzzaman gibi bir vatansever ve cumhuriyet sevdalısı insan, yıllarca vatan haini ve cumhuriyet düşmanı olarak tanıtılmaya çalışıldı. Ama güneşi balçıkla sıvamak mümkün olmadığından, zulüm rüzgârları estikçe nurlar daha fazla parladı. Bugün ise, kırk dile tercüme edilerek milyonlarca insan tarafından hararetle okunmaktadır. Böylece ülkemizin tanıtılmasında da şerefli bir görev ifa etmiş olmaktadır.
Kendi aydınlarımız, entelektüellerimiz ve hatta diyanet işlerimiz Bediüzzaman’ı ve Risâle-i Nur’u görmezden gelseler bile, dünya görüyor, takdir ediyor, istifade ediyor. Risâle-i Nur bir güneş gibi hem kendini tanıtıyor, hem de ülkemizi ve milletimizi tanıtıyor. Güneşe karşı gözünü kapayanlar ise, sadece kendilerine gündüzü gece yapıyorlar.
18.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kader’den atılan taşlar |
|
Mehmet Emin Bey: “Bir rahatsızlık yaşıyorum. Şikâyetçi değilim. Ama bunalıma benzeyen ruhsal sıkıntılar yaşıyorum. Mesnevî’de anlatıldığı gibi, kaderden atılan bir mûsibet taşına maruz kaldığımı düşünüyorum. Doktora da gidiyorum. Geçmiyor. Ne yapayım?”
Öncelikle acil şifalar diliyorum.
Mesnevî’deki o ifadeyi hatırlayalım isterseniz: “Merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirmek için çobanın attığı taşlara musâb olan bir koyun, lisan-ı hâliyle, ‘Biz çobanın emri altındayız! O bizden daha ziyade faydamızı düşünür! Madem onun rızası yoktur; dönelim’ diye kendisi döner, sürü de döner. Ey nefis! Sen o koyundan fazla asi ve dâll değilsin! Kaderden sana atılan bir mûsibet taşına maruz kaldığın zaman; ‘İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn’ söyle ve mercî-i hakikîye dön! İmana gel! Mükedder olma! O seni senden daha ziyade düşünür!” 1
Siz derdinizi keşfetmiş; şifa kaynağını bulmuşsunuz! Şunu unutmayalım: Dertler olmasaydı, Yüce Allah’ın şefkatli Şâfî ismini hissedebilir miydik? Yine de dertlerimizin dinmesi için duâ etmeliyiz şüphesiz.
Mü’min, sevinçli gününde şükrettiği ve dertli gününde de sabrettiği ölçüde ikisi de kendisine hayır getirir. Ebû Yahya Suheyb b. Sinan (ra) rivayet etmiştir: Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurdu: “Mü’minin işine hayret ederim. Zira onun işi tamamen hayırdır! Bu hâl ancak mü’mine mahsustur! Sevinirse şükreder; bu ona hayırdır! Dert gelirse sabreder; bu da ona hayırdır!” 2
O halde ne sevinçli günümüzde şımarmak! Ne de dertli günümüzde isyan etmek!
Mûsibetler, yukarıda da ifade edildiği gibi, Cenâb-ı Hak tarafından atılan birer uyarı taşlarına benzetildiğinde, İlâhî şefkat ve iltifat ciheti anlaşılmış olur. Çünkü insan, sevilirse uyarılır!
Şu halde, kaderden bir uyarı geldiğinde, mü’min; “Biz zaten Allah için varız ve Allah’a döndürüleceğiz!” der. Yani biz Allah’tan geldiğimize ve bu uyarı taşı da Allah tarafından atıldığına göre mes’ele yok! Bize, ders ve ibret almak; “Eğer fazla ağır gelse, sabır istemek gerekiyor.” 3 Ama her hâl ü kârda, bu taşın içinde bulunan Allah’ın şefkat ve iltifatını hissetmeli ve bilmeliyiz. “Merci-i hakikîye dön; imana gel!” ifadesi bunu anlatır.
Cenâb-ı Hakk’ın şefkati ve himayesi altında bulunduğunu bilen mü’min, mûsibet ve hastalıkları fazlaca keder konusu yapmaz. Şikâyet ve isyan konusu hiç yapmaz. Yani mûsibeti kendisine dert edinmez; varsa çaresini ve şifasını arar; ama şifası bulunsun, bulunmasın; muhakkak sabreder.
“O seni senden daha ziyade düşünür!” nurlu ifadesi ise, bütün dertlerimiz ve kederlerimiz üzerine tatlı bir sünger çeker; bizi öyle müşfik bir kucağa atar ki ne gam kalır, ne keder, ne sıkıntı, ne mûsibet! Bizi kuş tüyü kadar hafifletir; ruhumuza âdeta bir Cennet sevinci eker!
Bol, bol Kur’ân okuyalım, Cevşen okuyalım, Tahmidiye okuyalım, Risâle-i Nur okuyalım! Maddî, mânevî bütün dertlerimizin şifası bunlardadır. Doktora gitmeyi, önerdiği tedavi usûlünü uygulamayı ve verdiği ilâçları kullanmayı da ihmal etmeyelim. Siz zaten doktora gittiğinizi söylüyorsunuz; manevî tedavi merkezinden de uzakta değilsiniz! O zaman gam yok! Keder yok!
Âcil şifâlar dilerim.
***
Mahir Bey: “Akşam namazının üçüncü rek’âtinde imama yetişen kimse burada Sübhâneke’yi okuyor; dört rek’âtli namazın dördüncü rek’âtinde imama uyan kimsenin de burada Sübhâneke’yi okuması gerekir mi?”
İftitah tekbirinden sonra Sübhâneke’yi okumak sünnettir. İmama gizli okunan rek’âtte yetişen bir kimse iftitah tekbirini alır ve Sübhâneke’yi okur; açık okunan rek’âtte yetişen bir kimse, imam okumaya başlamadan, hemen Sübhâneke okuyabilecekse okur; imam açıktan okumaya başlamışsa okumaz. İmam okumayı bitirip rükû’ya eğildiğinde yetişen bir kimse iftitah tekbirini alır, eğer Sübhâneke’yi okuduğu takdirde imamın rükû’suna yetişemeyeceğini tahmin ederse okumaz, yetişebilecekse okur ve imama rükû’da yetişir. İmam selâm verdikten sonra ise; yetişemediği rek’âtlerin kazasına baştan başlayacağı için; birinci rek’âtte var olan Sübhâneke’yi kazâen yeniden okur.
Dipnotlar:
1- Bedîüzzaman, Mesnevî-i Nûriye, s. 102
2- Müslim
3- Bedîüzzaman, Lem’alar, s. 207
18.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kâinat, harıl harıl çalışırken |
|
Çekirdeği toprağa atarsınız. Bir müddet sonra kabuğunu çatlatıp filiz verdiğini, zamanla çiçekler açıp meyveler veren koca bir ağaç hâline geldiğini görürsünüz.
Bütün canlılar böyle değil midir?
Yeni bir hayata atılır, gelişir, büyür; mükemmele doğru koşarlar.
Demek kâinat mükemmeli yakalama gayreti içinde. Onun için çalışıp çabalıyor, faaliyet gösteriyor. Hiçbir şeyde atalet, tembellik, gayretsizlik yok.
Sa’yi, yani çalışmayı, asıl esas olarak gören1 Bediüzzaman, bu hususu, “Cenâb-ı Hak, her şey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir. Ve o noktayı elde etmek için o şeye bir meyil vermiştir. Her şey, o nokta-i kemale doğru hareket etmek üzere, sanki mânevî bir emir almış gibi muntazaman o noktaya müteveccihen hareket etmektedir” 2 cümleleriyle anlatır.
Ya insan? Tabiî ki, bitkilerden, ağaçlardan, hayvanlardan geri kalmayacak. O da yaratılışına uygun tarzda çalışarak, gayret göstererek kemal noktayı, mükemmeli yakalayacak.
Çünkü fıtratı müteheyyiçtir insanın. Rahatı da ancak sa’y ve cidaldedir. 3
Sonra insan himmeti, gayreti, çalışması nisbetinde değer kazanır. O kadar ki himmeti ve gayretiyle tek başına bir millet olur, yani o kadar kıymet kazanır. Çünkü, “Bir adamın kıymeti himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.” 4
Cenâb-ı Hak rahmeti gereği mükemmele, bu kemal noktaya ulaştırmak, insan-ı kâmil haline getirmek için insana kamçı da vurmaktadır. Daha açıkçası yapılan işlerin içerisine bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzet yerleştirmiştir. İnsan o iştiha, o iştiyak ve lezzetle ordan oraya koşar, görevlerini zevk ve şevkle yapar. Bu iştiha, bu iştiyak, bu şevk ve lezzet olmasaydı insan kolunu dahi oynatmaz, hiçbir hayırlı işe koşmazdı.
Aslında bu iştiha, bu iştiyak, zevk ve lezzet sadece insan için değil zerreden kürelere kadar herşey için söz konusu. Kendilerine göre bir nev'î iştiha, iştiyak, zevk ve lezzet duyarlar. Mektûbât’ta bu gerçeğe de, “Mahlûkàttaki faaliyet ve hareket; bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten ileri geliyor. Hatta denilebilir ki, herbir faaliyette, bir lezzet nev'î vardır; belki herbir faaliyet, bir çeşit lezzettir ve lezzet dahi, bir kemâle müteveccihtir; belki bir nev'î kemaldir” 5 cümleleriyle dikkat çekilir.
Ne dersiniz bütün kâinat zevkle, şevkle çalışıp çabalarken kafilenin başını çeken insanın tembelliği, gayretsizliği izah edilebilir mi?
İşte himmet ve hizmet ehlinin şevk ve gayretlerindeki sır budur. Allah bizi kemale ulaştırmak için bu kamçıyı da vurma lütfunda bulunmuştur.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 793, 794.
2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 18.
3- Münâzarât, s. 89.
4- Hutbe-i Şâmiye, s. 51; Tarihçe-i Hayat, s. 58.
5- Mektûbât, s. 312
18.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Bediüzzaman'a "eyvâh" dedirten (2) |
|
Nüktedan bir ağabeyimizin harikulâde bir benzetme yaparak dediği gibi: "Oduncu odun, kömürcü kömür, nalburcu nalbur olmadığı gibi, Türkçü olan da Türk değildir."
Bu teşbihli anlatım, esasında Üstad Bediüzzaman'ın şu hakikatli ifadelerine dayanıyor: "İlhâda giren (dinden çıkan) ve Türkün hakikî bütün mefâhir-i milliyesini taşıyan İslâmiyet milliyetinden çıkmak isteyen adamları Türk bilmiyoruz; Türk perdesi altına girmiş frenk telâkki ediyoruz. Çünkü, yüz bin defa Türkçüyüz deyip dâvâ etseler, ehl-i hakikati kandıramazlar. Zira fiilleri, harekâtları, onların dâvâlarını tekzip ediyor." (Mektubat, s. 411.)
Başka eserlerinde de aynı hakikate parmak basan Bediüzzaman Hazretleri, ırkçılık zahrini kusan Türkçü reislerin hakikî Türk olmadığını; bunların birer "hamiyetfuruş sahtekâr" olduğunu, bin yıl İslâmın bayraktarlığını yapan Türklerin ise, kendi milliyetlerini bu dâvâ uğrunda kal'a yaparak fedâ ettiklerini adeta haykırarak ilân ederken, kendi duruşunu da gayet net bir şekilde şu sözlerle ifade ediyor: "Din-i İslâmiyet milliyetiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet ile, Türk denilen bu vatan ehl-i imanıyla şiddetli ve pek hakikî alâkadarım. Ve bin seneye yakın, Kur’ân’ın bayrağını cihanın cihât-ı sittesinin etrafında galibâne gezdiren bu vatan evlâtlarına, İslâmiyet hesabına müftehirâne ve taraftarâne muhabbettarım." (Age, s. 408.)
Üstad'ın aynı paralelde sarf etmiş olduğu bir başka ifadesi de şudur: "İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası"dır. (Tarihçe-i Hayat, s. 202.)
Evet, hangi milletten olursa olsun, Hz. Bediüzzaman'ın üstadlığını kabul ve Nur Talebesi olmayı şeref addeden herkesin, Risâle–i Nur'dan iktibas ettiğimiz yukarıdaki hakikatli ifadeleri içine sindire sindire kabul etmesi gerekir. Aksi halde, kendi kabulleriyle ve inanmış olduğu dâvâsıyla ters düşmüş olur.
İşte, hakikatte ırkçı olmayan ve bin yıla yakın bütün mevcudiyetiyle Kur'ân'a ve İslâma galibâne sûrette hizmet eden hakiki Türklerle iftihar eden ve onlara her milletten ziyade muhabbet besleyen Bediüzzaman Hazretleri, eski bir talebesinin "Rafizî de olsa bir Kürd'ü sâlih bir Türk'e değişmem" diyecek kadar bozulması karşısında, haklı olarak "Eyvâh!" diyor ve onu bu dehşetli vartadan kurtarmak için günlerini harcıyor.
Evet, o gün olduğu gibi, bugün de aynı meseleyi etraflıca görüp düşünmek gerek: Madem ki, hakiki Türkler kendi milliyetini İslâmiyet milliyetiyle mezcetmiş ve madem ki Türkçülük yaplanlar hakiki Türk değil, o halde necip Türk milletine kin ve husûmet neden, düşmanlık neden?
Yani, Türkçülüğü Türk olmayan dönmeler, münafıklar, vesâireler yapacak, fakat sen kalkıp Türk'e düşman olacaksın, öyle mi? Böylesi bir düşmanlık, hiç insafa, vicdana sığar mı? Eyvâh ki, eyvâh!..
Bu noktada itirazı veya şüphesi olanlara tarihen de ispat edebiliriz ki, en baştaki ekâbirler dahil olmak üzere, Türkçülük hareketinin ve fikriyatının başını çekenlerin hiçbiri hakiki Türk değildir.
Yine oturup şunu da düşünmek gerek: Müslüman Türkler'e karşı yapılacak olan düşmanlıktan kim, yahut kimler istifade ediyor? Elbetteki, bu vatan ve İslâmiyet düşmanları...
Şüphesiz, Kürtçülük yapan gafil Kürtler bulunduğu gibi, Türkçülük yapan bir kısım gafil Türkler de var. Fakat, bu hastalığın kaynağı başka olduğu gibi, tarafları birbirine kırdıran unsurların ipleri de başkasının elinde. Hariçtekiler, maşalarla istediği gibi oynuyor.
Doğru yer, doğru sevgi
Ben, Türk paşasının zeki, cesur, atak, kışlasıyla bütünleşen; halkına müşfik, hasmına müthiş duran; öfkesini dizginleyen, saldırılara ise anında karşılık veren ve her daim teyakkuz halinde olanını severim.
Tarihin yorumu 18 Ekim 1920
Mecburiyetten Komünist Parti'li olmak
Türkiye Komünist Partisi Ankara TKP kuruldu. Rusya'nın talebi üzerine kurulan bu partiye, Ankara hükümetinin hemen bütün erkânları üye oldu.
Parti üyeleri arasında çıkan bazı anlaşmazlıklar ve Rusya'nın adamı olarak bilinen Mustafa Suphi ile arkadaşlarının Karadeniz'de Rusya'ya gitmekte olan bir gemide meçhûl kişiler tarafından boğularak öldürülmeleri üzerine (28/29 Ocak 1921) TKP'nin açık faaliyeti de sona ermiş oldu. Parti, bu tarihten sonra faaliyetlerine illegal olarak devam etti.
Rusya'nın hesabı
Anadolu topraklarını işgal ve istilâ etmeye girişmiş bulunan Fransız, İngiliz ve Yunan kuvvetlerine karşı ölüm kalım mücadelesi veren Ankara Hükümetini ilk tanıyan ülke Sovyet Rusya idi.
Bu sebeple, iki hükümet arasındaki dostluk ve yardımlaşma köprüsü sür'atle tesis edildi.
İngiltere'nin İstanbul ve Anadolu'daki yayılmacı politikalarını kendisi için son derece tehlikeli bulan Sovyet Rusya, Millî Mücadelenin en zor ve en kritik aşamasında (Eylül 1920–23) Türkiye'ye yüklü miktarda para ve silâh yardımında bulundu.
Yapılan bu yardımların karşılığında ise, Rusya'nın da Ankara hükümetinden bazı istekleri oldu. Bunlardan bir tanesi de, 10 Eylül 1920'de Bakü'de kurulan Türkiye Komünist Partisi merkezinin Ankara'ya taşınması ve bu partinin Türkiye'de rahatça faaliyet göstermesiydi.
Rusya'nın bu talebi 17 Ekim 1920 tarihli Meclis gizli oturumunda görüşüldü ve kabul edildi. Ertesi gün, hemen bütün ekâbirlerin kurucu üye sıfatıyla dahil olduğu TKP kuruldu. Bu partinin ömrü, dahilî çalkantılar sebebiyle ancak üç ay kadar sürebildi.
Komünist parti resmen kapanmıştı; fakat, istilâcı ve ifsat edici komünistlik (bolşeviklik) anlayışı, Türkiye'deki varlığını daha da arttırarak devam etti.
18.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Risâle-i Nur aynı zamanda tefekkür mesleğidir |
|
Düşünme, tefekkür, insan olmanın temel özelliklerindendir.1 Değeri de ürettiği fikirler oranındadır. Zira, beynimiz/zihnimiz, aklımız, kalbimiz/duygularımız düşünme ve fikir üretmek için dizayn edilmiştir. Akıl ve kalbin besleyici gıda ve enerjisi düşüncedir.
İnsanın İlâhî hakikatlere lâyık bir halifeliğe liyakat kazanması,2 yani varlıkların üstünde seçkin bir konuma yükselmesi de tefekküre bağlı. Güneşin, gece perdesini aralayıp eşyanın mahiyetini göstermesi gibi, ince ve dikkatli tefekkür de cehâlet karanlığını dağıtıp gafleti yok eder, evham karanlığını dağıtır. Özellikle kalp; tefekkür ve zikirle işler, çalışır.3 Düşünme;
* Hâdise ve nesne yerine onların sembollerini kullanarak yapılan zihnî bir faaliyet;
* Eşya ve varlıklar arasında bağ kurma;
* Somuttan soyuta geçme;
* Gerçekçi düşünme; mantıkî prensiplere uygun akıl yürütmedir.
* Tefekkür olan düşünme; şuurlu olarak düşünmek, anlamak, araştırmak, fikir üretmek; bir şeyin hakikatini anlamak için onun üzerinde mantıklı, derin, etraflı, detaylı ve dikkatlice düşünmek, üzerinde yoğunlaşmak, zihnî faaliyet göstermektir.
Keşfedici, yüksek düşünce ise; sembol ve taslaklara dayanan düşünceyle gerçekçi düşünce arasında kurulan bağlantının sonucudur. Tefekkür için;
* Bilgi, eleştirel, tetkikçi, inceleyici, esnek düşünme alışkanlığı; üstün bir zihnî çalışma yeterlidir.
Cenâb-ı Hakk’ın, gizli hazinelerinin ve bazı sırlı hakikatlerinin bilinmesi için insanlığa akıl-ilim ve tefekkür gücü verilmiştir.
Tefekkür aynı zamanda bir vazifedir. Cenâb-ı Hak, kâinatı dünya, sema, deniz ve yeri karış karış İlâhî san'atlarla bezeyerek “Hakîm” isminin müzesi, fuarı, sergisi yaparak tefekkürhâneye çevirmiştir. Kur’ân’da da, tefekküre pek çok vurgu yapılmıştır: “Tefekkür etmezler mi?” 4 “Kafalarını çalıştırmazlar mı?”5...
Mütefekkirlerin üstadı, rehberi Hz. Muhammed (asm) bir hadiste, “Bir saat tefekkür, bir sene nâfile ibadetten hayırlıdır”6 sözüyle düşünmeyi yücelterek muazzam bir tefekkür ufku açmıştır. Hakîm ismine kavuşturan parlak bir yol7 olan tefekkür; hem “ibadet”, hem ışık, hem enerji şarjı faaliyetidir. Tefekkürün en önemli fonksiyonu, İlâhî marifete, bilgiye götürmesidir.
İşte Risâle-i Nur, bazan bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen tefekkürî ibadeti yaptırır. Onun için herşey tefekkür konusudur. Başta;
* Kâinatın yazılımı ve insanın hayat programı olan Kur’ân âyetlerini;
* Sonra Kur’ân’ın yazılımı olan kâinatın âyetlerini (maddenin en küçük parçası atomaltı parçalardan galaksilere; fizikî yapıdan metafiziğe, enerji boyutlarından mânâ âlemlerine kadar kâinat çapında tefekkürî bir laboratuvar gibi gözlerimiz önüne serilmiştir.)
* Ardından kâinatın maddî-mânevî özeti, minyatürü olan insanı ve duygularını tefekkür konusu yapar. Her şeyin nasıl bir denge ve hesap üzerine döndüğünü; her varlık, nasıl Esmâ-i Hüsnâ’nın (Yaratıcının en güzel isim ve sıfatlarının) yansımalarına, tecellilerine mazhar olduğunun; Kâinatın baştan başa İlâhî bir kudret ve san'at eserinin tezahürü; yüce Yaratıcının isimlerinin gölgelerinin tecellileri, yansımaları olduğunu anlatır.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 118.; 2- Mesnevî-i Nuriye, s. 124. 3- A.g.e., s. 298.; 4- Mektûbât, s. 429.; 5- Kur’ân, Rum, 8.; 6- Kur’ân, Ra’d, 3.; 7- Keşfü’l-Hafâ, I:1004.
18.10.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Şahs-ı manevî nerede başlayıp, nerede bitiyor? |
|
‘İNSANLIK AİLESİ’ BİR ŞAHS-I MANEVÎDİR
Geniş dairede şahs-ı manevî, insanlık ailesini içine alır. Bu gözle bütün insanlar bu manevî bedenin bünyesindedir. Hatta kâinat yaratılalı beridir, gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün insanlar, yine bir şahs-ı manevî olarak değerlendirilebilir. Nitekim burada uzuvlar; kıt'alar, ülkeler şeklindedir. Onun için bütün teknolojik gelişmeler insanlık ailesinin bir meyvesi olduğundan, insan, ‘nev’îyle iftihar etmektedir. Çünkü sonuç, şahs-ı manevînin zaferidir.
İnsanların ortaya koyduğu kara lekeler ise, insanlığın yüz karasıdır. Bu da aslında bir şahs-ı manevî zedelenmesidir.
Küçük dairede ise, birkaç kişilik aile bir şahs-ı manevî örneğidir.
ÂLEM-İ İSLÂM BİR ŞAHS-I MANEVÎDİR
İslâm âlemi de bir şahs-ı manevîdir. Ülkeler, bu şahs-ı manevînin uzuvlarıdır. Bütün uzuvlar manevî bedenin sağlıklı yaşaması için vardır. ‘Cemahir-i müttefika-i İslâmiye’, ‘Birleşmiş İslâm Cumhuriyetleri’ ideali, tam bir şahs-ı manevî tanımlamasıdır.
Avrupa Birliği, ise yaşayan bir şahs-ı manevînin canlı modelidir.
Bu, maddî ve manevî birlik bir beden hükmündedir. Uzuvlardan birisine yapılan müdahale, bedenin bütününe yapılmış kabul ediliyor ve bir bütün halinde karşı konuluyor. Bu da, tam bir şahs-ı manevî örneğidir.
İslâm dininin kabulü de budur.
CEMAAT VE CEMAATLER DE
BİRER ŞAHS-I
MANEVÎDİR
İslâmî cemaatler de bir şahs-ı manevîdir. Hepsi bir beden hükmündedir. Her biri, aynı bedende, ama görevleri farklı, birer uzuvdur. Maksat, bedenin sağlıklı yaşamasıdır, yani ‘ilâ-yı kelimetullah.’ Dolayısıyla maksat için birbirlerine muhtaçtırlar.
Şahs-ı manevî, dar dairede bir cemaatin bünyesi; geniş dairede ise, cemaatlerin bünyesidir. Bu yönüyle cemaatler, bir bedenin azaları hükmündedir. Birbirine her daim muhtaçtırlar. Aradaki farklılıklar ise, uzuvların görev farklılığıdır. Ancak her uzuv, bedenin sağlıklı yaşaması noktasında sorumluluk taşımaktadır.
Zaten cemaat kavramı hizmetler için birer araçtırlar. Araçlar farklı olabilir, ama amaçların aynı olması söz konusudur. O da, Cenâb-ı Hakk'ın razı olacağı bir kul veya bir cemaat olmaktır.
BİR ’ŞAHS-I MANEVî’ OLARAK ‘CEMAATLER’E
NASIL BAKILMALIDIR?
Yirminci Lem’a, s. 374’te cemaatler arasındaki şahs-ı manevînin yaşama şartları dokuz emir olarak ortaya konur.
1- Müsbet hareket etmektir ki, yani, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.
2- Belki daire-i İslâmiyet içinde, hangi meşrepte olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek,
3- Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise, ‘Mesleğim haktır,’ yahut ‘daha güzeldir’ diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek,
4- Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlâhinin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle,
5- Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüt sebebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı manevînin dehasıyla hücumu zamanında, o şahs-ı manevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı manevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı manevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek,
6- Ve hakkı, batılın savletinden kurtarmak için,
7- Nefsini ve enaniyetini,
8- Ve yanlış düşündüğü izzetini,
9- Ve ehemmiyetsiz, rekabetkârane hissiyatını terk etmekle ihlâsı kazanır, vazifesini hakkıyla ifa eder. (Haşiye)
Haşiye: Hatta, hadis-i sahihle, ahir zamanda İsevilerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanileriyle dahi medar-ı münakaşa ve niza etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.
Bu, Kur’ânî bir yaklaşım biçimidir. Aksi adımlar, ‘dindışılık’ içerir.
CEMAATLERİN ARALARINDAKİ İŞ
BÖLÜMÜ
HİKMETLİ BİR TANZİMDİR
Cemaatte, bireylerin farklılığı nasıl ki, şahs-ı manevî için bir gereklilik ve fıtrat gereği ise, cemaatlerdeki farklılıklar da aynıdır. Yani bir cemaatin varlığı, şahs-ı manevî olan cemaatlerin bütünü için, vazgeçilmezdir. Çeşitlilik, zenginlik ve renklilik için bu şarttır.
Taksimü’l- a’mal, yani iş bölümü cemaatlerde fıtrî bir sonuçtur. Bütün yapılan işler, maksada dönük olduğundan her bir camia, işin ayrı bir veçhesini yerine getirmektedir.
Nasıl ki bir iğnenin yapımı için ateşin yakılması, demirin ısıtılması, dövülmesi, ucunun sivriltilmesi, deliğinin açılması gibi pek çok işler var; işte her bir topluluk, ‘taksimü’l-a’mal’ ile, ayrı ayrı işlerde ihtisas yaparak, işi hem daha kolay, hem de bir iğneye bedel, yüzlerce iğne yapabilecektir.
Ancak şahs-ı manevî içerisindeki hiçbir cemaat, kendinin büyüklüğünü diğerlerini küçültmek suretiyle sergilememelidir. Burada yapılan işin niteliği de önemlidir. Fabrika, büyük, küçük bütün çarkların çalışmasıyla fabrikadır.
Tabiî ki yapılan işlerin ihlâsla yapılması önemlidir. Şahs-ı manevî ihlâsla yaşar. İhlâssız batmanlarla ameller hiç hükmündedir. Oysaki bir küçük ihlâslı amel Cenâb-ı Hakk'ı razı edebilecektir.
CEMAATLER DE BİRBİRİNİN
BAŞARISIYLA
İFTİHAR ETMELİDİR
Mü’minler nasıl ki birbirlerinin meziyetleriyle iftihar eder, cemaatler de birbirinin müsbet faaliyetiyle iftihar etmelidir. Hatta kendisinin yapamayacağı bir işi kardeş gurubu yaptığından, camialar birbirlerine duâ, teşekkür borçludurlar.
Şahs-ı manevî bir ağaç ise, ağaç sadece kökten oluşmaz. Ağaç; dallar, yapraklar, meyve ile ağaçtır. Meyve için köke; kök için de dallara, yapraklara ihtiyaç vardır. Yani bir uzuv olmadan diğeri de olmuyor.
Ya da camialar birbirini, ortak düşmana (dinsizlik) karşı, bir ordunun hava, deniz, kara gibi kuvvetleri olarak düşünmelidir.
O zaman, birbirinin varlığı için şükür gereklidir.
BİRBİRİMİZİN VARLIĞINDAN HEYECAN DUYMAK
Madem ki vücuttaki her bir zerre, her bir uzuv bütün için anlamlıdır ve hikmetlidir. Öyleyse ehl-i iman siyasetçilerimizi, gazetecilerimizi, yazarlarımızı, bilim adamlarımızı, san'atçılarımızı, devlet adamlarımızı, eğitimcilerimizi, gençlerimizi, hizmet guruplarımızı alkışlarla karşılamalıyız ve onların varlığından heyecan duymalıyız.
Bizde bulunmayan bir kabiliyetin bir başka kardeşimizde olması, bizim elimizin ulaşamayacağı bir hizmeti, bir başka kardeşimizin yerine getirmesi, sonuç itibariyle, bizim de yükümüzü hafifleten bir husustur.
İhlâs düsturları, kardeşimizi büyük görmeyi, önemsemeyi salık veriyor.
RAHATSIZLIKLAR KUR’ÂNî BİR YAKLAŞIMLA
GİDERİLMELİDİR
Peki camialardaki, -bize göre- şahs-ı manevîyi rahatsız eden bir takım yanlışları nasıl tamir etmek gerekiyor?
Burada Kur’ânî bir yaklaşım tarzına ihtiyaç vardır.
İnsan nasıl ki, bedenindeki bir ağrıya bîgâne kalamıyorsa; rahatsızlanan uzvu kesip atamıyorsa; cemaatlerin içerisinde olan yanlışlara da şahs-ı manevînin bîgâne kalması veya o uzvu kesip atması düşünülemez. ‘Belki sağlıklı tedavi nasıl yapılabilir?’, onu bulmak durumundadır.
Bedenin organları birbirinin faaliyetine engel teşkil etmezler. Böyle sonuç verecek adım da atmazlar. Onun için birbirinin kusurunu görüp, tenkit etmek ve çalışma şevkini kırmak yakışıksızdır ve anlamsızdır.
Ehl-i imana yakışan yaklaşım biçimi, Kur’ân tefsiri Risâlelerde geçen, yukarıdaki dokuz emre uygun hareket etmektir.
Burada özellikle, ‘Ve yanlış düşündüğü izzetini,’ maddesi dikkat çekicidir. Bunun üzerinde düşünmeye ihtiyaç vardır. Çünkü pek çok ferdî veya cemaatî problemler bu yanlış düşünülen ‘izzet’ ile ilgili olabilmektedir.
O halde kendi varlığı için başkalarının yokluğunu temenni etmek, hatta onları küçük görmek, onların varlıklarıyla alay etmek; kendine gülmekten, kendiyle alay etmekten ve kendi ayağına vurmaktan başka bir şey değildir. Çünkü beden aynıdır. Bu da bir hamakattir.
Kardeşimizin yanlışı, şahs-ı manevîde bedenin bir yanlışıdır. Onun için bedene zarar vermeden o yanlıştan kurtulmak, -şefkat- acımakla mümkündür.
Ehl-i imana yakışan da budur.
İMÜ’MİNDEKİ KÜÇÜK KUSUR;KÂFİRDEKİ KÜÇÜK YİLİK
Ne acı ki, ehl-i iman safderun bir kısım insanlar, mü’min kardeşinin küçücük bir kusurunu görüp onu büyütüp adavet ederken; ehl-i küfrün küçücük bir iyi halini büyütüp, ona hoşgörü ve muhabbet beslemektedir.
Oysa Müslüman kardeşinde gördüğü ve tenkit ettiği çirkin hal, kâfirin bir vasfı; kâfirde gördüğü güzel hal ise bir mü’min vasfıdır. Bu durum kâfire muhabbeti, mü’mine düşmanlığı netice vermemelidir. Zira her kâfirin her sıfatı küfründen neşet etmek gerekmez. Nerede bulunursa bulunsun bütün güzelliklerde hak dinin izleri vardır.
CEMAATLER DE ARALARINDA İSTİŞARE
ETMELİDİR
İslâm cemaatlerinin aynı çizgi üzerinde omuz omuza verip, yüzler ve binler kuvvet ve kıymetinde değer kazanmaları ve maksatta ittifakı elde etmeleri çok büyük maddî ve manevî kazançları sonuç verecektir.
Çağın hizmet tarzı da budur. Artık kıt'alar, devletler belli amaçlar etrafında istişare etmektedirler ve ‘şahs-ı manevî’ oluşturmaktadırlar.
Her halde bu durum, ‘İslâm devletleri’ ve ‘İslâm cemaatleri’ için de Kur’ânî bir emir anlamında, yapılması gerekli bir zorunluluktur.
HAYAT, BÜTÜN ŞARTLARLA,ADEM İSE BİR
ŞARTIN OLMAMASIYLADIR
Kurumsallaşmış bütün birlikteliklerin, cemaatler ve hatta devletlerin, ortak maksat taşıyan işlerinde istişare etmeleri Kur’ân’ın bir emridir.
Hayat, bütün şartların bir araya gelmesiyle meydana gelirken; adem, yokluk ise sadece bir şartın yerine gelmemesiyle oluşmaktadır.
Durum şahs-ı manevî için de geçerlidir. Bedenin sağlıklı yaşayabilmesi, bütün organların varlığını ve uyumunu gerekli kılarken; başarısızlık, adem ve ölmek gibi durumlar için ise, sadece bir organın çalışmaması yetmektedir.
Mü’minlerin bir bütün halinde kardeş ilân edilmeleri ve kendisi için istediklerini kardeşleri için istemeleri, tam bir şahs-ı manevî örneğidir.
İşte ibadetlerimiz, mü’minlere olan muhabbetin, irtibatın ve bağlılığın gelişmesinin en önemli zeminidir. Uhuvvet ve muhabbet olmadan ictimaî hayatın gelişmesi ve terakkisi mümkün değildir.
“İnsan, İslâmiyet sayesinde, ibadet saikasıyla bütün Müslümanlara karşı sabit bir münasebet peyda eder ve kavi bir irtibat ve bağlılık elde eder. Bunlar ise, sarsılmaz bir uhuvvete, hakikî bir münasebete sebep olur. Zaten hey’et-i ictimaiyenin kemaline ve terakkisine ilk ve en birinci basamaklar uhuvvet ile muhabbettir.” İ.İ., s: 142
Neticede şahs-ı manevînin güçlü olması, mü’minlerin güçlü olması; zayıf düşmesi ise mü’minlerin zayıf düşmesi anlamına gelecektir. Nitekim ordu halinde hücum eden şahs-ı manevî-i dalâlete karşı, yine ordu halinde karşı koymak aklın bir gereğidir.
18.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Yaranamazsın! |
|
Kabul etmek lâzım ki, ‘doğru’yu savunmak her yiğidin işi değil. Bilhassa demokrasinin ‘isimden ve resimden ibaret olduğu’ ülkelerde, doğruyu savunanı ya dokuzuncu köye, ya da onuncu köye göndermeye çalışırlar. Ne yazık ki, tarih, bu hadiselerle doludur.
Bununla birlikte, ‘yanlış’ı savunanlara yaranmak isteyenler de maksatlarına ulaşamaz, tam aksiyle tokat yer. Uzun dönemde yanlışçılara yaranmak isteyenler hatalarını anlar, ama çoğunlukla geç kalınmış olur ve pirinçten de, bulgurdan da mahrum kalınır.
Herkesin muhatap olduğu bir imtihan var ve siyasetçilerin imtihanı da bu noktada başlıyor. İktidara gelen siyasetçilerin, muhalefetteyken vatandaşa söylediklerini unutması çok garip. Ya millete ‘daha fazla hürriyet, daha fazla demokrasi sözü’ vermesinler, ya da lütfen verdikleri sözlere iktidar koltuğunda otururken de sahip çıksınlar.
Son bir ayda yaşanan tartışmalara bakınca, iktidar koltuğunda oturanların ‘şaşırdığını’ söylemek mümkün. Doğru söyleyeni savunmak yerine, yanlış yapanları can-ı gönülden destekliyorlar. Peki, onlar yanlışı yapanları savunuyor diye ‘yanlış’ iş ‘doğru’ oluyor mu?
Nasıl ki iktidara gelmek için milletin reyine, tercihine başvuruluyor; son günlerde yapılan tartışmalar hakkında da vatandaşın reyine müracaat edilmesi düşünülmez mi? Bırakalım iktidara muhalif olanları, bizzat iktidara oy vermiş ve verecek olanlar bu konuda ne düşünüyor? Belki bir referandum yapılmasına gerek yok, ama hiç değilse bir kamuoyu araştırması yapılabilir. İktidar partisi mensupları, kendi partilerinin il ya da ilçe yöneticilerine sorsa, belli bir temayül ortaya çıkar. Ve bu temayül, iktidar partisinin ortaya koyduğu tavrın ‘doğru bir tavır olmadığı’ şeklinde neticelenebilir.
Hani, her kurum ve kuruluşta ‘yanlış yapan’ olurdu. Bu ‘her kurum’a bazı kurumlar dahil değil mi? Madem her kurumda yanlış yapanlar olabilir, o halde topyekûn savunma yapmaya ne gerek var? “Yanlış yapan varsa hesabını vermelidir, verecektir” demek ve bunu gerçekleştirmek çok mu zor?
“Evet, çok zor” diyenler haklı olabilir. Fakat bu ‘zor’u gerçekleştiremedikten sonra Türkiye’nin sıkıntılarını geride bırakması kolay değil. Gerek hükümet ve gerekse sivil toplum kuruluşları, el birliği ile bu ‘zor’un başarılması için çalışmak durumundadır.
İktidar cenahının bunu yapmak yerine, toptan bir anlayışla varsa ‘yanlış’ yapanlara da sahip çıkması tarihî bir vebaldir. ‘Yanlış sorulan soru’lar dahi olsa; bunları kızgınlık ve öfke ile karşılamak çare değil.
Bakınız, şimdiye kadar sorulmayan soruların nihayet sorulmaya başlanması; ‘soru sorma yasağı’ ile bir yere varılamayacağını görmemizi sağlamalıdır. İktidar cenahı, her soruya makul cevaplar vermek durumundadır. Soru sormayı engelleyici bir yaklaşım, sadece yeni ve belki de daha çetin soruların gündeme gelmesine sebep olur.
Türkiye’yi idare edenler, gönül huzuruyla “Sor suali, al cevabı” tavrını sergilemeli...
18.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
AB yine unutuldu |
|
Gül’ün Kopenhag ziyareti öncesinde Türk basınına konuşan Finlandiya Cumhurbaşkanı, hükümetin reformlarla ilgili tavrına ilişkin gözlemini şöyle dile getirmişti:
“ ‘Evet, yapacağız’ diyorsunuz. Bekliyoruz. Yine ‘Evet, yapacağız’ diyorsunuz. Bazan çok çalışıyorsunuz. Ama hiçbir şey yapmadığınız dönemler de var...” (Nur Batur, Sabah, 7.10.07)
Hükümetin reform politikasını çok net çekilmiş fotoğraf berraklığında yansıtan bir tesbit bu.
Gerçekten de hükümet, aksi yöndeki onca iddia ve söylemlerine rağmen AB için uzun süredir hiçbir şey yapmıyor ve hiçbir adım atmıyor.
Ve bu atalet, Brüksel’in müzakerelere başlama tarihini açıkladığı 17 Aralık 2004’e uzanıyor.
O tarihe kadar birşeyler yapıldı. Çıkarılan uyum paketleriyle gerek anayasada, gerekse bazı yasalarda kayda değer değişiklikler gerçekleşti.
Ama sonrasında tam bir gevşeme yaşandı.
3 Ekim 2005’te müzakere sürecinin başlaması dahi durumu değiştiremedi. Bu ataletin ilk işaretlerinden biri, sürecin Türkiye ayağını koordine edecek başmüzakerecinin belirlenmesindeki hantallık ve gecikmeyle kendisini gösterdi.
Sonra müzakerelerin teknik altyapısını oluşturacak “tarama”lar başladı. Ama bunlarla ilgili olarak kamuoyunu bilgilendirme zahmet veya tenezzülünde bulunulmadı. Ve geldiğimiz nokta hakkında kimsenin doğru dürüst bilgisi yok.
Bir ara, eğitim ve üniversite başlığında devam eden müzakerelerin, Ankara’dan gelen taleple askıya alındığına dair haberler çıktı ve bunun da üzerinde durmaya hiç kimse gerek duymadı.
2005 ve 2006 öyle geçti. 2007’ye geldiğimizde, cumhurbaşkanı seçimi, askerin 27 Nisan muhtırası, Anayasa Mahkemesinin 367 kararı ve 22 Temmuz genel seçimleri, gündemi doldurdu.
Yeni parlamento, seçimden önce engellenen cumhurbaşkanı seçimini sonuçlandırarak iyi bir başlangıç yaptı. Bilâhare, bundan sonra cumhurbaşkanlarının halk tarafından seçilmesini öngören anayasa değişikliği referanduma götürülerek yüzde 70’in “evet” oyuyla kabul edildi.
Demokrasi adına son derece ümit verici olan bu adımların, AB standartlarında hazırlanmış yeni, çağdaş bir anayasa ile devam ettirilip sağlam bir zemine oturtulması bekleniyordu ki...
O noktada işler çatallaştı. Yeni anayasa projesinde gerek muhteva itibarıyla yürürlükteki ihtilâl anayasasının sistematiğine bağlı kalındığı, gerekse taslağın gündeme taşınmasında yanlış yöntemler izlendiği için, proje doğmadan öldü.
Statükonun yeni anayasa girişimini boğmak için başlattığı tepki kampanyası sürerken terörün tırmandırılması, sınırötesi operasyon tezkeresinin gündeme getirilmesi ve ardından gelen harekâtlar, yeni anayasayı iyice unutturdu.
2008’e ise Başbakanın başörtüsü için yaptığı “Velev ki siyasî simge olsa” çıkışıyla girdik ve bu çıkışın ardından yasağı üniversitelerle sınırlı olarak anayasal düzenleme ile “çözme” girişiminin tetiklediği mâlûm gelişmelerle devam ettik.
14 Mart’ta Yargıtay Başsavcısının AKP hakkında açtığı kapatma dâvâsı, 30 Temmuz’da Anayasa Mahkemesinin kapatma yerine Hazine yardımını yarı yarıya kesme yönünde verdiği ağır ihtar kararıyla sonuçlandı. Bu karar görünüşte AKP’yi kapatılmaktan kurtardı, ama sonraki süreçte devamlı bir baskıya maruz bıraktı.
Aslında böyle bir dâvâ açılmasının da en önemli sebebi, AKP’nin AB reformlarını boşlamış olmasıydı. AYM kararı sonrasında iktidar, bu gerçeği nihayet fark ettiği intibaı uyandıran bir adım atarak, AB Ulusal Programını gündeme getirmeye hazırlandığının işaretini verdi.
Ancak bu işaretin verildiği Ağustos ayının son haftasından bu yana geçen bir buçuk ayı aşkın zaman içinde bu yönde bir gelişme olmadı.
Gelinen noktada, yeni anayasa projesini çoktan rafa kaldırmış olan Türkiye, AB’yi ve ulusal programı değil, terördeki tırmanışı ve küresel finans krizinin yol açtığı kaygıları konuşuyor...
18.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Etrafımıza neler oluyor? |
|
Türkiye’nin gündemi teröre kilitlendi. Neredeyse devletin bütün kurumları terörle mücadele ile uğraşıyor. Her gün milletin yüreklerini yakan şehit cenazeleri Türkiye’nin her bölgesine gönderiliyor. Analar, babalar, eşler feryat ediyor “Bitirin artık şu terörü…”
Bunları konuşurken Türkiye’nin etrafında olup bitenler de var. Bir yanda ABD ve müttefiklerinin Irak’a işgali devam ediyor. Irak Başbakan Nuri El Maliki, Irak’ta artık İngiliz askerlerine ihtiyaç olmadığını söylüyor, ancak İngiliz kuvvetlerden “Hemen çekilelim” gibi bir hareketlilik gözlenmediği gibi bir takvim dahi vermiyorlar. Çünkü henüz amaçlarına ulaşmış değiller! Diğer işgalci ABD’de bir taraftan yeni başkanını seçmeye çalışırken, diğer yandan ekonomik krizle boğuşuyor. Irak hükümetinin aylar önce söylediği Amerikan askerlerinin çekilmesi yönündeki takvim belirleme taleplerini dahi reddediyor. İşgal devam ediyor, Iraklılar öldürülüyor. Gözyaşı devam ediyor. Dünya ve Türkiye seyrediyor.
Diğer yandan da Filistin’deki yangın söndürülmüyor. Her gün masum insanlar öldürülüyor. Analar orada da ağlıyor. Gazze Şeridindeki insanlık dramı devam ediyor. Daha önceki gün sırf tanklara taş attığı için 17 yaşındaki bir genç öldürüldü, iki genç de ağır yaralıydı, bunların da vefat haberi geldi. Binlerce insanı katleden İsrail, kurulduğu günden bu yana Filistinlilerin evlerini yakıyor, yıkıyor.
Kendisi gibi Müslümanlara zulüm yapan devletlerden birisi olan Hindistan’a Keşmir’de daha fazla nasıl zulüm yapacağını öğretiyor! İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı, Keşmir’e gizli bir ziyaret yaparak, intifadanın bastırılması için yol gösterdiği ortaya çıktı.
Bir başka zulmü de ise yaralı Filistinlilere uyguluyor. İsrail askerleri, Gazze şeridinde tedavi için gelen Filistinlilere hasta ve yaralılara “ajan” olmaları için baskı yaptığı ortaya çıktı. İnsan Hakları için Doktorlar Örgütü yayınladığı raporda, İsrailli ajanların yaşlı bir Filistinliye “Sen kansersin ve bize yardım etmezsen kanser hızla beynine ulaşacak’ demişler. Yaşlı Filistinliin 8 saat sorgulandıktan sonra İsrail`e girmesine izin verildiği ancak geciktiği için doktorla randevusunu kaçırdığı ve bir sonraki randevu için İsrail’e girebilmek için 2 ay beklediğini açıkladı. Yani İsrail zulüm için hiç bir fırsatı kaçırmıyor. Nerede bir zulüm yapılıyorsa altından onlar çıkıyor.
İsrail zulmü sadece Filistinlilere değil, kendi vatandaşlarına da yapıyor. Geçenlerde gazetelere bir haber yansımıştı. İsrail’de askere gitmeyi reddettikleri için hapis cezasına çarptırılan üç kızdan biri olan eski Mossad şefinin kızı Omer Goldman’ın sözleri İsrail hükümetine ders olmalı. Ancak onlar böyle şeylerden ders alsalardı bu zulümlerine devam etmezlerdi. Goldman, ajan babasına şöyle sesleniyor: “Affet baba, senin İsrail’in için savaşmam…” (Hürriyet, 13.10.208)
* * *
Filistinlileri her durumda taciz eden, insanları öldüren İsrail’de yeni gelişmeler yaşanıyor. Ariel Şaron’un 2006 Ocak ayında geçirdiği beyin kanamasından sonra yerine Kudüs’ün eski belediye başkanlarından Ehud Olmert geçmişti. Rüşvet ve yolsuzluk iddialarından dolayı istifa etmek zorunda kalan Olmert’in yerine ise Şaron’un prensesi olarak adlandırılan Olment hükümetinin Dışişleri Bakanı Tzipi Livni geldi. Cumhurbaşkanı Şimon Peres’den hükümeti kurma görevini alan Livni, Ehud Barak’ın başkan olduğu İşçi Partisi ile önümüzdeki günlerde koalisyon hükümetini kurabilirler.
Bir zamanlar İsrail gizli servisi Mossad için çalıştığını doğrulayan Tzipi Livni’nin, geçmişi çok karışık. İsrail ordusunda görev yapmış, teğmenliğe kadar yükselmiş olan Livni daha sonra İsrail gizli servisi Mossad’da dört yıl görev yapmış. Livni’nin Filistin direnişinin zirvede olduğu sıralarda Avrupa’da bulunduğu ve burada Filistinlilere karşı ölüm operasyonlarına karıştığı söyleniyor. Aslen Polonyalı olan Livni’nin babasının İsrail’in kuruluşunda önemli katkıları olduğu İsrail`in en önemli teröristlerinden biri olduğu da, İsrail`in Filistin yerleşim birimlerini boşaltmada yaptığı terör katliâmlarıyla adını duyuran Irgun’un da operesyon şefi olduğu biliniyor.
Bu bilgileri şunun için verdim. Livni, daha başbakan olmadan “İsrail’in bir Filistin devletiyle bir arada varolabileceği tezinin de en ateşli savunucusu” olduğu pompalanıyor. Sözde çatışmadan çok görüşmeyi tercih ettiği de söyleniyor. Livni, olabildiğince çabuk silâhsızlanmış bir Filistin devleti de kurmak istiyormuş!
İsrail kurulduğu günden bu yana gerek cumhurbaşkanı, gerekse başbakanları kim olursa olsun yayılmacı ve şiddeti gözeten politikaları hiç değişmemiştir. Her zaman zulüm üzerine politikalarını yürütmüştür. Kaldı ki, Livni Olmert’in Dışişleri Bakanı ve geçmişi belli.
Dünya artık bu yalanlara kanmamalı, katliâmlara dur demeli. Zira, orada bir insanlık suçu işleniyor.
18.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Terk edenler ve reddedenler |
|
Neden ‘Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat’ bu ismi kendisine seçmiş ve lâyık görmüştür? Bunun en bariz nedenleri arasında vasatiyeti temsil etmesiyle camiiyyete haiz olmasıdır. Uçların tezlerini itidal çizgisinde toplaması ve adalet potasında eritmesindendir. Ehl-i Sünnet camiiyyet makamındadır. Sözgelimi zıddiyete girmeden sahabe saygısı ile Ehl-i Beyt sevgisini bünyesinde cemetmiştir. Ortak noktada buluşturmuştur. Lâkin bunu yaparken uçlara gitmemiş ve gaip imam gibi suistimale açık vartalara düşmemiştir. Bu bağlamda, Gazali şöyle der: “Bizim gaip imamımız yoktur. Gerçek mânâda tek imamımız Hazreti Peygamber idi, onun irtihalinden sonra kriterimiz, ölçümüz ve imamımız Kur’ân’dır…” Bu ayrıntı gibi duran veya gözüken husus nirengi noktasıdır. Bu Ehl-i Sünnetin, şahısların hakkını yemeden; (Bediüzzaman buna temsilci der) şahısları değil ilkeleri esas alan bir meslektir, paradigmadır. Zaten şahıslar önplana çıktıkça değerler veya ilkeler örselenir ve etkisizleşir. Fikirler fırıldak gibi şahısların etafında dönmeye başlar. Fikirler ve ilkeler şahıs nereye dönerse oraya döner. Modernistlerin değerlerin değil konjonktürün ve zamanının peşinde dönmeleri ve deveran ve seyeran etmeleri gibi. Halbuki ilkeler ve prensipler şahısları izlemez. Bilâkis şahıslar kuralları, ilkeleri izler. Öyle olmasaydı Kur’ân ‘İttehezu ahbarehum ve ruhbanehum erbaben min dunillah’ demezdi. Dolayısıyla mertebesi ne olursa olsun Ehl-i Sünnet kişilerin değil, değerlerin peşinde dolaşır. Zaman zaman uygulamada bunun hilâfına gelişmeler olsa dahi. Bediüzzaman ‘zaman tarikat zamanı değil, cemaat zamanıdır’ derken bunu kastetmiştir. Bu bir uygun yöntem meselesidir, yoksa tasavvufa karşı bir duruş ve tavır değildir. Keza Hasan el Benna tarikat içinde kalıcı olan damara işaretle ‘hakikatu’t tasavvuf’ demiş ve ona sahip çıkmıştır. Yani tasavvufun cevherini ki, kimileri ihlâsa sevk etmesinden dolayı onu dinin özü saymışlardır. Yani tasavvufun ferd dairesinden çıkan hakikat dairesine yükselen değerlerine sahip çıkmıştır, zira onlar İslâm’ın değerleridir. Lâkin bunu yaparken bir şahsın veya zümrenin ilâ nihaye veya körü körüne takibine de karşı çıkmıştır. Bir terbiye mesleği olan tarikatta elbette ki mürebbiye tabi olmak esastır. Bu terbiye kurallarında böyledir. Yoksa fikri bağlamda değil. Bu edep makamında böyledir, yoksa epistomolojik makamda değil. İmam Şafii’nin İmam-ı A’zam’ı kabrine veya türbesine geldiğinde namaz kılarken onun vazettiği kurallara uyması gibi.
***
Ehl-i Sünnet akaid alanında da nas ile tevil arasına dengeyi gözetir. Onun denge arayışı dinamiktir ve vasatiyetinin bir tezahürüdür. ‘Ve’l cemaat’ yani cem ve camiiyyet makamında yine hassas dengeleri gözeterek sahabe ile Ehl-i Beyt sevgisi arasında sağlıklı ilişkiler kurar. Bu bağlamda dağıtıcı ve uç değil, toplayıcı, toparlayıcı ve kaynaştırıcı ve merkezdir. Bundan dolayı 14 yüzyıllık dilim içinde ümmetin ekseriyetini temsil etmiştir ve etmektedir. Bunun karşısında ise her türlü renkten rafizilik geleneği vardır. İmam-ı Zeyd aynen Ehl-i Sünnet çizgisinde olduğu gibi Hazreti Ebubekir muhabbeti ile Ehl-i Beyt temsilciliğini böğründe barındırma ısrarı yüzünden taraftarlarınca terk edilmiştir. İmam Zeyd Hazreti Ebubekir ve Ömer gibi sahabilerle birlikte Ehl-i Beyti bir arada tutunca yani çem makamında davranınca cemaatın iki yakasına da sahip çıkınca yandaşları onu terk etmişler ve yalnız bırakmışlardır. O da Hasan el Basri’nin Vasıl bin Ata’ya söylediğinin bir benzerini onlara söyler: Rafadtumuni. Beni reddettiniz. Hasan Basri de :”İ’tazele anna’l Vasıl/ Vasıl bizi terk etti” demiş idi. Bu hadiseden sonra Vasıl ve taraftarları ‘Terk edenler grubu/Mutezile’ olarak anılmıştır. Onlarla huruç edenler (karşı çıkanlar/Hariciler) aynı noktada (sahibi kebire, büyük günah işleyenin durumu) ana gövdenin omurgasından kopmuşlar yani cemaatı terk etmişlerdir. Zeyd bin Ali de eski taraftarlarına bu itizalcı ve ayrımcı ve redci yaklaşımlarından dolayı inşikak ehli olduklarına işaretle: “Rafadtumuni’ demiştir. Bu ifadesinden dolayı da eski taraftarları rafiziler yani reddedenler olarak anılmıştır. Dolayısıyla İmam-ı Ali’ye arşı çıkarak harici damgası yiyenlerle İmam Zeyd’e karşı çıkarak Rafızi damgası yiyenler aynı damarı temsil ederler. Bunda şüphe yok.
Ehl-i Sünnet çizgisi ise insaf çizgisi olarak hizipleşmeden berî ve uzaktır. Zira hakikat dinamiktir. Hakikat maniheistlerin tasavvuruyla statik değildir. Bundan dolayı İmam-ı A’zam en azından kalben ve maddeten İmam Zeyd’i desteklerken bu dualist yapıları yüzünden Şiileri (taraftarları) onu terk etmiştir. Bu tarihî hadisatta göstermektedir ki, Ehl-i Sünnet çizgisi sofistike, esnek ve dinamiktir. Diğerleri ise statiktir. Eskilerin ‘fi’l cehaleti rahatun’ dedikleri gibi statik çizgide kafa konforu vardır. Dolayısıyla diğer çizgilerin insanları bir iki slogan üzerinden kitleleri dondurur ve sürüleştirir. Hakikat fırkalar üstüdür bu açıdan her ne kadar Ehl-i Sünnet tanım için bir fırka olarak anılıyorsa da o fırkalar üstüdür zira o bir bütün olarak cemaatü’l müslimindir. Ortak paydadır.
18.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|