|
|
Alem, Allah’ın yarattığı ve yaratıcının varlığına ve sıfatlarına delil olan her şeydir. Âlem, sadece cismaniyâta has değildir. Ruhlar âleminden başka bilemediğimiz pek çok mânevî âlemler vardır. (Lem’alar, 2005, s. 669) Ancak bütün bu âlemlerin damı ve tavanı “Arş-ı Âzam”dır. Yani, arş-ı azam bütün âlemleri kuşatmıştır.
Kâinatı içine alan maddî âlemler mânevî ve gaybî âlemler yanında çok küçük kalır. Nitekim Peygamberimiz (asm) “Cehennemden en son çıkacak ve Cennete girecek olan günahkâr mü’mine yüce Allah on dünya büyüklüğünde hususî bir cennet verir” (Prof. Kâmil Miras, Tecrit Tercümesi, 2:844-846) buyurarak ahiret âleminden olan cennetin ne derece büyük olduğuna bir derece işaret etmiştir.
Bediüzzaman hazretleri “Her şeyin bâtını zahirinden daha âlî, daha lâtif, daha kâmil, daha güzel ve daha müzeyyen olduğu gibi, hayatça daha kavî ve şuurca daha tamdır. Zahirde görünen hayat, şuur ve kemâl ancak batından zahire süzülen zaif bir tereşşuhudur. Evet, karnın evinden, cildin gömleğinden ve kuvve-i hafızan senin kitabından nakış ve intizamca daha yüksek ve daha gariptir. Binâenaleyh âlem-i melekût, âlem-i şehadetten; âlem-i gayb, dünya ve ahiretten daha âlî ve daha yüksektir.” (Mesnevî-i Nuriye, 2006, s. 286-287)
Bediüzzaman Hazretleri “İnkılaplar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki alemle münasebettar köprüler lazımdır ki, her iki alem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, alem-i yakaza ile alem-i misâl arasında bir köprüdür. Berzah, dünyayla ahiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misâl, âlem-i cismaniyle alem-i ruhânî arasında bir köprüdür. Bahar, kışla yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılap bir değildir. Pek çok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir” (Mesnevî-i Nuriye, 356) buyurur.
Âlem-i misâl, bu âlemlerden birisidir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Barla Lâhikası’ndaki bir mektubunda ise âlem-i misâli şöyle anlatır: “Âlem-i misal, âlem-i ervahla âlem-i şehadet ortasında bir berzahtır. Her ikisine birer vecihle benzer. Bir yüzü ona bakar, bir yüzü de diğerine bakar. Meselâ, aynadaki senin misalin, sûreten senin cismine benzer; maddeten senin ruhun gibi lâtiftir.” (Barla Lahikası, s. 187)
Bediüzzaman’a göre âlem-i misâl, âlem-i şehadet gibi vücudu meşhuddur, görünür. Tahakkuku bedihîdir, açıktır. Hatta rüya-yı sadıka, keşf-i sadık ve şeffaf şeylerdeki temessülât, bu âlemden âlem-i misâle karşı açılan üç penceredir. Avâma ve herkese bu âlemin varlığını açıkça gösterir. Böylece âlem-i misâlin vücudu, âlem-i ervah ve âlem-i şahadet kadar katîdir. (A.g.e.)
Âlem-i misâl acaib ve garaibin meşheridir, ehl-i velâyetin de tenezzühgâhıdır. Âlem-i asgar olan insan beyninde bulunan kuvve-i hafıza ve kuvve-i hayaliye maddî olarak bir mercimek kadar yer işgal ettiği halde binler sene genişliği olan ve asla bitmek ve tükenmek bilmeyen çok büyük bir yere sahiptir. Aynı şekilde âlem-i ekber olan kâinatta da hayalin hakikati olan bir âlem-i misâl ve hafızanın hakikati olan bir levh-i mahfuz vardır. Hayal ve hafıza bu âlemlere açılan pencerelerdir. Nasıl ki göz bu âlem-i şahadete açılan bir penceredir ve insan bu âlemi onun ile müşahede eder. Aynı şekilde kuvve-i hafıza levh-i mahfuzdan ve hayal âlem-i misalden haber verirler. (Barla Lâhikası, 2006, 549; Lem’alar, 2005, s. 328, 669, 960)
Âlem-i misâl, ahiretin sonsuz ve ebedî manzaralarını teşkil edecek olan misâlî levhaları muhafaza eden bir âlemdir. Bütün dünyada yaşanan hadiseleri ve olayları, her an tazelenen güzel manzaraları, şekilleri ve güzellikleri fotoğrafını alan ve kameraya çeken bir âlemdir. Binler dünya kadar büyük ve geniş hadsiz dünya manzaralarını alarak büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye teşkil eder. Faniyâtın fani ve zâil hallerini fotoğraflayarak sermedî temâşâgâhlarda ve Cennette dünya maceralarını ve eski hallerini seyrettirecektir. (Emirdağ Lâhikası, 2006, s. 493)
Evliyâ-yı azîmeden Muhyiddin-i Arabî’nin (ks) “Fütuhat-ı Mekkiye” isimli kitabında ve “İnsan-ı Kâmil” kitabının müellifi Seyyid Abdulkerim (ks) gibi zâtların kitaplarında haber vermiş oldukları “Kaf dağı, Arz-ı Beyzâ ve Âlem-i Meşmeşe” gibi binler dünya büyüklüğündeki âlemler, âlem-i misâlden oldukları için onların yerleri dünyada bir çekirdek kadar olsa, âlem-i misâlde bir ağaç kadar geniştir. Çünkü bu dünyada yapılan az bir amel ve fiilin âlem-i misâlde timsâli bir ağaç gibidir. Ancak onların sekir halinde gördükleri bu âlemler, âlem-i şehadet ile karıştırıldığı için inkâra sebep olmuştur. “Onlar ehl-i hak ve hakikattirler, hem ehl-i velâyet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler; fakat ihatasız olan hâlet-i şuhudda ve rüya gibi rüyetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşif ve şuhud dahi rüyetlerini o halde iken kendileri tâbir edemezler. Onları tabir edecek, ‘asfiya’ denilen verâset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, kitap ve sünnetin irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmişler.”
(Mektûbât, 2005, s. 134-138)
23.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Dâbbetü'l-arz üzerine-3 |
|
Ankara/Sincan’dan Şaban Sivri: “Kıyamet alâmetlerinden olan Dabbetülarz hakında bilgi verir misiniz? Nedir? Ne değildir? Kur’ân’da, hadislerde ve Risale-i Nur’da bu mesele nasıl işlenmiştir?”
Dünkü yazımızda dâbbetü’l-arz âyetinde bir takım bilinmeyenlerin bulunduğunu ifade etmiş ve bunları şöyle sıralamıştık:
1-Âyette, Allah’ın tahakkuk edeceğini vaad ettiği “Kavl=söz” nedir?
2-Arzdan çıkacağı haber verilen dâbbenin keyfiyeti ve niteliği nedir? Nasıl bir dâbbedir?
3-Dâbbenin konuşmasının keyfiyeti nedir? Dâbbe nasıl, kimlerle ve ne konuşacaktır?
Şimdi bu sorulara sırayla cevap arayalım:
1-Âyet, “O kavl (=söz) başlarına geldiği zaman”1 cümlesiyle başlar. Bu Allah sözünün, insanlığın tümüyle bozulup aleyhlerinde hükmün hak olduğu vakti veya “kıyamet saatini” kastettiğinden şüphe yoktur. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) dâbbetü’l-arzı bir kıyamet alâmeti olarak haber verir.2 Buyurur ki: “Çıkacak olan kıyamet alâmetlerinden ilki, güneşin batıdan doğması ile bir kuşluk vakti insanlara karşı dâbbenin zuhurudur. Bu iki alâmetten biri diğerinden önce vaki olur. Diğeri de onun izi üzerine, hemen akabinde meydana gelir.”3
2-Dâbbetü’l-arzın keyfiyetine gelince; işte bütün merakları üzerinde toplayan ve çokça tartışılan mesele budur. Bu nasıl bir hayvandır? Niteliği ve keyfiyeti nedir?
Dâbbetü’l-arz benzeri tecellîlerin insanlık tarihinde daha önce de meydana geldiğine dikkat çeken Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, Firavun kavmine musallat olan çekirge âfâtının veya kuvvetli bir orduyla Kâbe’yi yıkmak için yollara düşen Ebrehe ordusuna musallat olan ve bir anda koca orduyu yerle bir eden ebabil kuşlarının buna misâl teşkil ettiğini kaydeder. Saîd Nursî bu canlı ve tarihî misâlleri hatırlatarak; insanların bozulmaları, her tarafta fitne ve fesadın kol gezmesi, anarşistliğin, dinsizliğin, küfür ve küfranın dünyaya tamamen hâkim olması, deccal fitnesiyle insanların bilerek, severek ve isteyerek isyana ve tuğyana girmeleri, baştan çıkmaları ve beşerin tüm bu olumsuz başkaldırılarına rağmen emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l münker denilen kötülüklerden sakındırma ve iyiliklere ve hayra yönlendirme çalışmalarının yapılmaması veya tamamen zaafa uğratılması üzerine, bu defa da dâbbetü’l-arzın, şer ve şirretlik içinde yüzen insanlığın ortak korkusu olarak başlarına musallat edileceğini ve şerli insanları perişan edeceğini bildirir.
Saîd Nursî’ye göre o dâbbe, tek bir şahıs değil, bir tür ve cinstir. Çünkü bir tek şahıs ne kadar büyük de olsa, her tarafta herkese yetişmez. Oysa bu dâbbe tüm fitne ve fesat ehlini perişan edecektir. Demek bu, dehşetli bir hayvan türü olacaktır. Buradan, Hazret-i Süleyman’ın (as) asasını kemiren kurtçuktan bahseden âyete intikal eden Bedîüzzaman Hazretleri, bu âyetin işaretiyle bir nevî kurtçuklara benzeyen mikroplar, virüsler ve mikroorganizmalar cinsinden olacak o hayvanın, yani dâbbetü’l-arzın, insanların kemiklerini ağaçlar gibi kemireceğini ve vücutlarında dişlerinden tırnaklarına kadar yerleşeceğini haber verir.
3-Âyette söz konusu dâbbenin “konuşacağının” bildirilmesi, dikkatleri üzerine çeken bir diğer husustur. Bedîüzzaman’a göre bu konuşma, daha çok mesaj ağırlıklı bir konuşmadır, yani bu konuşmada söz dili değil, hâl dili kastedilmiştir. Yani bu hayvan çıkışıyla ve korkunç tahribatıyla zaten konuşmuş olacaktır. Hayvanın konuşma dili, mü’minlerin iman bereketiyle ve sefâhetlerden sakınmaları neticesinde bu dehşetli hayvandan kurtulmalarıdır. Yani mü’minlere zarar vermemekle hâl diliyle konuşmuş olacak; Allah’ın âyetlerine inanmamalarının fesatçıların başlarına bu müessif olayın gelmesine yol açtığını hâl diliyle bildirecektir. Doğrusunu Allah bilir.4
Cenâb-ı Hak cümlemizi ahir zaman fitnesinden muhafaza buyursun. Âmin.
Dipnotlar:
1- Neml Sûresi, 27/82
2- Müslim, Îmân, 249; Müslim, Fiten, 39
3- Müslim, Fiten, 118
4- Said Nursî, Şuâlar, s. 511
23.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İnsan nasıl rızka ve yardıma mazhar olur? |
|
Hz. Sa’dın oğlu Mus’ab der ki: “Bir kısım meziyetleri sebebiyle babam Sa’d, kendini, kendi derecesine ulaşamayanlardan daha üstün görürdü.”
Bu Sa’d, Sa’d bin Ebî Vakkas’tır. Genç yaşta İslâma girmiş, hizmetleri sebebiyle daha hayatındayken Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer gibi Cennetle müjdelenen on Sahabî içerisinde yer almıştı. Birçok zafere imza atan, İslâma büyük hizmetler yapan bu Sahabînin acaba bir kısım meziyetleri sebebiyle kendini derecesinden aşağıda bulunanlardan üstün görmeye hakkı var mıydı?
Hz. Mus’ab devam ediyor: Babamın bu tavrı üzerine Resûl-i Ekrem (asm), “Siz ancak zayıflarınız [onların ihlâs, ibadet ve duaları] sayesinde yardım ve rızka mazhar olursunuz”1 buyurmuşlardı.
Demek Cennetle açıkça müjdelenmek bile kişinin kendisini diğer insanlardan üstün görmesine yetmiyordu.
Kur’ân, Allah rızasından başka birşey düşünmeyen, ama imkânsızlıkları sebebiyle fakir kalmış insanlara gerçek itibarın verilmesini emreder. Bizzat Allah, Resûlüne (asm), Hazret-i Süheyb, Selman, Bilal, Habbab, Ammar gibi fakir Sahabileri kastederek, “Rablerinin rızasını dileyerek sabah akşam Ona duâ edenlerle beraber sabır ve sebat et. Dünya hayatının ziynetini arzulayıp da gözlerini onlardan çevirme” buyurmuş, “Kalbini Bizi anmaktan gafil kıldığımız, hevâ ve hevesine uyan ve işinde aşırılığa kaçan kimseye de boyun eğme”2 emrini vermişti.
Bu fakir Sahabîler Allah katında o kadar değerliydiler ki, Kur’ân’ın ifadesiyle, “Hesap gününü yalanlayan, yetimi itip kakan, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen”3 müşrik ileri gelenleri, bu fakirleri yanından kovmalarını, o takdirde kendisini dinleyeceklerini talep ettiklerinde, “Sabah akşam Onun rızasını dileyerek Rablerine duâ edenleri de yanından kovma… Sakın onları kovup da zalimlerden olmayasın”4 âyeti nazil oluyor, Efendimiz de (asm), asla onları yanından kovmayacağını belirtiyor, Kehf Sûresinin 28. âyeti indirilince de onlarla dizleri dizlerine değecek derecede yakın oturuyor, onlar kalkmadıkça yanlarından kalkmıyor, “Hamd olsun Allah’a ki, ümmetimden bir toplulukla beraber nefsime sabrettirmeyi bana emretmeden beni öldürmedi. Hayat da sizinle, ölüm de sizinle olsun” buyuruyordu.
Bu İlâhî terbiyeden geçen Allah Resûlü (asm), fakirlere, yoksullara böyle davranmakla kalmamış, ümmetine de, “Zayıfları, fakir fukarayı görüp gözetin. Siz ancak zayıflarınız sayesinde yardım görür ve rızıklanırsınız”5 buyurmuşlardı. Onlardan saçı dağınık, keçelenmiş, tozlanmış, kapılardan kovulmuş niceleri vardı ki Allah’a dayanıp “Şu şöyle olacak!” diye yemin etse, Allah onun yeminini yerine getirir, duâsını kabul ederdi.6 Allah Resûlü (asm) insanlar tarafından hor görülüp Allah’a bir hususta yemin ettiğinde yemini hemen yerine getirilen böylesi zayıf ve mütevazi mü’minlerin Cennetliklerden olduğunu da bildirmişti.7
Demek Cenâb-ı Hak zenginlere de onların ihlâs, samimiyet ve duaları sebebiyle rızık vermekteydi. Yardıma, inayete bu sayede mazhar olmaktalardı.
Dipnotlar:
1- Riyazü’s-Salihîn ve Terc., 1:314 (Hadis no: 269; Buharî’den); 2- Kehf Suresi: 28. 3- Maun Suresi : 1-3. 4- En’am Suresi: 52. 5- Riyazü’s-Salihîn ve Terc., 1:314 (Hadis no: 20; Ebû Davud’dan.) 6- A.g.e., 1:98 (Hadis no: 255; Müslim’den.) 7- A.g.e., 1:314 (Hadis no: 250; Buharî ve Müslim’den.)
23.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Ergenekon dâvâsıyla eşzamanlı gerilim |
|
Türkiye'deki terör örgütlerinin birbiriyle irtibatlı olduğu, hatta sıkı–fıkı ilişkiler içinde bulunduğu yönündeki tezler, söylenti ve iddialar giderek kuvvet buluyor.
İşte bakınız. Türkiye'nin batısında (Silivri'de) Ergekon terör örgütünün başı sıkışmaya başladığı aynı anda, Türkiye'nin doğusunda daha etkin olan PKK ve yandaşları harekete geçerek ortalığı savaş alanına çevirdi.
Oysa, bunlar birbirinin hep zıddıymış gibi bir görüntü veriyordu.
Eğer öyle olsaydı, birinin başına belâ geldiğinde, diğerinin sevinmesi, olup bitenleri alkışlaması gerekiyordu.
Demek ki, bunlar birbirinin zıddı falan değil, düpedüz birbirin ikizi, yahut iki gün evvel vurguladığımız gibi birbirinin "matruşka"sı.
PKK'nın kurucusu, hamisi ve ilk patronu olduğu giderek kesinlik kazanan Ergenekoncuların başı, Türkiye tarihinin en büyük ve en medyatik duruşmasıyla derde girdiği aynı zaman zarfında, Öcalan'a işkence yapıldığı bahanesiyle şurada burada ortaya çıkıp avaz avaz bağıranlar, aslında yapı olarak nasıl bir karakteristik özelliğe sahip olduklarını ilân ediyorlar.
Gerisi tümüyle yalandır, bahanedir, istismar ve kamuflasyon çabalarından ibaret atraksiyonlardır.
Diyarbakır'da toplanan DTP'liler, siyasî ve ideolojik mânâdaki grup kimliklerini konuşturarak ve Öcalan hatırına "Kürt halkı iki gündür sokaklarda" diyerek, aslında Kürt halkına da çok ağır bir isnat ve iftirada bulunmuş oldu.
Evet, hiç şüphe edilmesin ki, hakiki Kürtler, sözde Ocalan hatırına, gerçekte ise Ergenekonculara yarayan o kundaklamalardan ve sokakları cehennem yerine çevirme hareketlerinden bin defa münezzeh ve müberradır.
Biz de, kendi payımıza o fitne körükleyici açıklamaları şiddetle reddediğimizi buradan bütün dünyaya ilân etmek istiyoruz.
Tarihin yorumu 23 Ekim 1921
Malta sürgünleri
Malta adasında sürgünde bulunan İngiliz muhalifi Osmanlı ileri gelenlerinin serbest bırakılmasıyla ilgili anlaşma İstanbul'da yapıldı.
23 Ekim 1921'de İstanbul’da biraraya gelen Ankara hükümeti temsilcisi Hamit Bey ile İngiliz işgal güçleri temsilcisi Sir Rumbold, İngiliz esirleriyle Malta’daki Osmanlı tutukluların değiştirilmesi hususundaki anlaşmayı imzaladılar.
Aynı gün serbest bırakılan Malta sürgünleri, İstanbul yerine doğrudan Anadolu'ya geçmeyi tercih ettiler. Sürgünden kurtulanların ilk durağı (31 Ekim) İnebolu iskelesi oldu.
Zıt muhalifiler
Bügün bağımsız ve küçük bir takımada devleti olan Malta, İtalya'nın güneyinde yer alır.
O tarihlerde bir İngiliz sömürgesi olan Malta, İstanbul'un işgali sonrasında, yani 1919–1921 yıllarında İngiliz muhalifi Osmanlı entelektüeli için tam bir sürgün diyârı olmuş.
Yekûnu 145'i bulan sürgünlerin arasında asker, siyasetçi, idareci, gazeteci, bürokrat, âlim, düşünür gibi farklı meslek ve meşrepten kimseler vardı.
Önemli bir husus da şuydu: Bu kimseler, hem eski İttihatçı, hem de İngiliz muhalifi görünmekle birlikte, aralarında herhangi bir fikir ve inanç müşterekliği yoktu. Hatta, birbiriyle zıtlaşan ve hiç imtizaç edemeyen şahsiyetler de vardı.
Hepsinden ve hemen herşeyden önemli olan husus ise, sürgünlar arasında bulunan bazı şahısların, İngilizlerle gizli bir anlaşmaya varması, gelecekte hem İngilizlerin, hem de müttefik görünen diğer Avrupa devletlerinin istek ve menfaatleri doğrultusunda hareket edecekleri sözünü vermesidir.
Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde ırkçılığı bayraklaştıranların, İslâmî terbiye metotlarını dışlayanların, masonluğa kuvvet verenlerin ve yüzde yüz oranında eski işgal güçlerinin hoşuna gidecek politikaların tatbik edilmesinde aktif rol alanların durumu, kast ettiğimiz acı gerçeğin apaçık bir ifadesidir.
Sürgünler listesi
Malta'ya sürgün edilen tanınmış bazı şahsiyetler şunlar: Eski Şeyhülislâm Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi, gazeteci–politikacı Hüseyin Cahit Yalçın, eski Dahiliye Nazırı İsmail Canbulat, eski müfettiş Şükrü Kaya (ileride Dahiliye Vekili), eski Sadrazam Sait Halim Paşa (Türkiye'ye gelmedi, 7 Aralık'ta Roma'da Ermeni militanlarca öldürüldü), Sait Halim Paşanın kardeşi Bursa valisi Abbas Halim Paşa, H. Rauf Orbay, Kara Vasıf (ileride Tevhid–i Tedrisatçı Maarif Vekili), Cevat Çobanlı Paşa, Ahmet Emin Yalman, Ali Çetinkaya, Mehmet Eczacıbaşı, Süleyman Nazif, M. Kemal'in yakın dostu Abdülhalik Renda, Teşkilât–ı Mahsusa Başkanı Eşref Sencer Kuşçubaşı
* * *
Bu arada, Malta sürgünleri arasında olup daha evvel serbest bırakılan bazı şahıslar da var.
Meselâ, M. Kemal'in "Fikriyatımın atası" dediği Türkçü Ziya Gökalp ile birlikte 39 kişi 28 Nisan'da, yine M. Kemal'in en has adamlarından Ali Fethi Bey (Okyar) 8 Ağustos'ta serbest bırakılmışlardı.
23.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hakikat mesleğinde şahısların konumu |
|
Hakikat mesleğinde hiyerarşik makam, mevki sahiplerine bağlılık yoktur! Bediüzzaman, şahısları aradan çıkarmış, yerine şahs-ı manevi, fikir ve kitap endeksli bir model geliştirmiş. Bunu da, şahsında uygulamalı olarak göstermiştir:
Benim çok kusurlu şahsıma hüsn-ü zanla verdiğiniz makamlar cihetinde değil, belki vazife, hizmet noktasından bakmalısınız… Ben, size nisbeten kardeşim; mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım… Tesânüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevinin fevkalade ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı, bize kafidir.1
Bediüzzaman, azîm evliyadan Hz. Ziyaeddin’nin (k.s.) has müridi olan büyük kardeşi Molla Abdullah’ın, “Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u âzam gibi herşeye ıttılâı var, gel ona bağlan” teklifine şu muhteşem ölçüyü verir:
“Sen mübalâğa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim. Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin. Yani o ünvanla bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa, hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtten birisine iner. Fakat ben, o zât-ı mübâreki senin gibi pek ciddi severim, takdir ederim. Çünkü, Sünnet-i Seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana halis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilâkis daha ziyade hürmet ve takdirle bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin.”2
Nur mesleğinde şahsiyetçiliğin değil, şahs-ı mânevînin geçerli olduğunun delillerinden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
* Risâle-i Nur’da şahıs yok, şahs-ı mânevî var. Ben bir hiçim; Risâle-i Nur Kur’ân’ın malıdır. Kur’ân’dan süzülmüştür. Şeref ve güzellik Kur’ân’ındır. Şahsımla Risâle-i Nur iltibas edilmiş, karıştırılmış; meziyet Risâle-i Nur’a aittir. Ben de, Risâle-i Nur’un talebesiyim. Bir risâleyi şimdiye kadar yüz defa okuduğum halde, yine okumaya muhtaç oluyorum. Ben sizlerin ders arkadaşınızım.3
* Risâle-i Nur mesleği kardeşliktir. Peder ile evlat, şeyh ile mürid arasındaki vasıtalar değildir.4
Diğer önemli bir sebebi de;
* Zaman cemaat zamanıdır. Kuvvet, sevk ve idare şahısların elinde değil; cemaatin, şahs-ı mânevînindir. Risâle-i Nur mesleğinde kerâmete ve şahsa ehemmiyet verilmiyor.5
* Âl-i İmrân Sûresi’nin 159. ve Şûrâ Sûresi’nin 38. âyetleri gereğince Nur cemaatinde istişare ve şer’î meşveret esastır.6
* “Her meselemizde emir, Risâle-i Nur’un şahs-ı manevisini temsil eden has şakirtlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var.”7
* Risale-i Nur hizmetinde, şahıslar değil, şahs-ı mânevî esastır. Benlik, enaniyet, şan, şeref, gösteriş ve makam peşinde koşmamak gerektir.8
* Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı mânevîye göredir. Maddî ve ferdî ve fânî şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.
* Şahısların değil, hakkın hatırını yüksek tutmak; hiçbir hatıra fedâ etmemek gerekir.
Dipnotlar:
1-Emirdağ Lahikası, s. 65. 2-Kastamonu Lahikası, s. 60. 3-Tarihçe-i Hayatı, s. 605. 4-Lem’alar, s.156.; 5-Emirdağ Lahikası, s. 77. 6-Hizmet Rehberi, s. 175. 7-Emirdağ Lahikası, s. 195. 8-Lem’alar, s.159-160.
23.10.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Kara yolculuğu |
|
Başlangıcından bitimine kadar kare kare kayda değer yolculuklar vardır. Dünya durdukça, durmayacak ve bitmeyecek yolculuklar…
Anlatırsanız nefes tükenir, yazarsanız kalem tükenir, beyaz kağıt renklenir, karalanır.
Adı üstünde: Kara yolculuğu...
En küçük otosundan, en büyük otobüsüne, kamyonetine, tırına kadar irili ufaklı vasıtalar; bu yolları geçip giderler, bazen de “geçilmez” yaparlar.
Bu vasıtalara motor, yağ ve petrol lâzım olduğu kadar, insana da can lâzım ki dayanabilsin bu yollarda…
İşte size Avusturya’nın batı ucundan, Wels’ten tâ Van’a uzanan bir şerit. Tam 7 ülke üstünde seyreden bir seyr ü seyahat:
Avusturya, Slovenya, Hırvatistan, Sırbistan, Makedonya, Yunanistan ve Türkiye… Şehirler, kasabalar, köyler gibi yerleşim birimleri ve “yerleşik” olmayan yerler var yol üstünde, yol boyunca…
Şehirler var ki, görmeye; görüp de kalmaya değer yerler:
Zagreb, Belgrad, Niş, Üsküp ve Selanik… Hepsi de görmeye değer, ama senin ne görmeye, ne de kalmaya; ne arzun, ne de zamanın olur…
Bir tek hedefin vardır: İpsala gümrüğünden Türkiye’ye giriş.. Niş’ten sonra Sofya’ya yönelmişsen, Kapıkule’den giriş…
Bazen olur ki, istemediğin halde tutarlar seni, kalırsın kaldığın yerde, hiçbir yere ayrılmadan.. Artık çıkmışsın bir kere, düşmüşsün yollara…
Sadece gümrüklerde bekleyerek geçirdiğin süreleri saatlerle değil, günlerle ifade edebilecek durumlara düşebilirsin… Artık ne çıkarsa bahtına…
İşte kara yolculuğunun bu kara rengi, bu gri rengi ve belirsizliğidir ki; on sekiz sene boyunca bize Viyana-Van arası hava hattını kullandırttı..
Bizi böyle havalandıran, havaya fırlatan macerayı da on sekiz sene önce Niş’te yaşadım.
Tam on sekiz sene önce… Wels’te trenle başlayıp, Niş’te bir başka trenle devam eden, Sofya’da minibüsle başlayıp, Bulgaristan’dan çıkışından Kapıkule gümrüğüne kadar yaya yürüten bir yolculuk.
İki yönlü olan tren biletimin dönüşünü kullandırtmayan ve uçakla dönüşü tercih ettiren bir yolculuk.
On sekiz sene önce, bir kış günü…
Wels’te beni trene bindirip uğurlayan öğretmen arkadaşlarım, “cesur” olduğumu söylemekten kendilerini alamamışlardı. Cehaletin, yani bilmemenin verdiği bir cesaret. “Cahil cesur olur” sözünün yaşanmış bir örneği…
Almanya’dan kalkıp İstanbul’a giden trene Salzburg’da bindim. Bazı vagonlar tıklım tıklım dolu. Ayakta duran insanlar, kapıları kapatmışlar. Bazı vagonlar ise temiz, konforlu ve bomboş. Böyle bir vagona girip oturdum. Yugoslavya’da yapılan kontrolde, “birinci sınıftır” diyerek fark aldılar. Onu sineye çektik. Asıl tedirginlik; bindiğim vagonun, Niş’te ayrılacak olan Atina trenine ait olduğunu öğrenince başladı. Meğer tıklım tıklım dolu olan vagonlar İstanbul trenine aitmiş. Niş’te İstanbul treni ile Atina treni birbirinden ayrılacaklarmış.
Niş’te; trende tanıştığımız Kayserili bir aile ile birlikte, Atina treninden indik, ama İstanbul trenine binemedik. Gözümüzün önünde ayrılıp giden İstanbul treninin arkasından baka kaldık… El sallayamadık. Sekiz saat oracıkta bekledikten sonra, saat 05.00 treniyle Sofya’ya gittik. Orada bir minibüs kiralayarak Kapıkule gümrüğüne vasıl olduk..
O gün bu gündür, zaman zaman dilime takılan bir terennüme engel olamam:
İşte burası Niş’tir, (*)
Acaip bir iniştir..
İnip de, binememek;
Acaba nasıl iştir…
Belgrad’ın 201 km. güneydoğusunda, Nişava Irmağı kıyısında, demiryolları kavşak noktasındadır Niş… Türkiye yolu üzerinde gurbetçilerimizin uğrak yeridir. 2004 yılı Temmuz’unda bir öğlen sıcağında özel otomuzla ailece Niş’ten geçerken, 1990 Aralık’ının Niş macerasını hatırlamıştım.
Bu yolculuğumuzda da, hatırlanacak çok şeyleri maziye havale ettik. Hele Hırvatistan’da, cemaatle eda edilen sabah namazı, yol boyunca piknik tipi molalarımız, fakir Makedonya’nın dağlık yolları, Sırbistan çıkışında bir görevlinin “Komşu, 5 Euro varsa, kontrol yok” demesi unutulacak gibi değildi…
3700 km’lik uzun ve maceralı bir yolu bize kazasız-belasız kat ettiren Rabbimize sonsuz şükürlerimizi arz ederken; aynı yolun dönüşünü düşünerek yine Rabbimize sığınıp, Ondan yardım dilemiştik.
(*) İlkçağda bir Roma kenti olarak kurulan Niş, sırasıyla Bulgarların, Macarların, Bizanslıların ve Sırpların eline geçti. 14. yüzyılda Osmanlı topraklarına katıldı. 1878’de Sırbistan Krallığına bırakıldı. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında işgal altında kaldı. 1992-95 yılları arasındaki Yugoslavya iç savaşından sonra, yine Sırbistan’a ait olarak kaldı.
23.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KAPLAN |
Türk aydınının alkol imtihanı..!! |
|
Çok çetin bir imtihandır bu.
Son bir asrı aşan sıkı bir imtihan!
Bu zaman zarfında alkol; aydınlarımızı
tam anlamı ile perişan etti.
İflâhlarını kesti.
Nefes alamaz duruma getirdi.
Bu şeytan, onları; oyuncak durumuna
düşürdü..
Düşürüyor da…!
Zor iş…
Sıkıntılı.
Tam anlamı ile “belâlı vak’a”!
Ancak:
Aydın geçinen bu meret müptelâlarının gerçekle yüzleşmeleri şart!!
Hem de ne şart…
***
Çünkü:
Müslüman bir toplumda bu belâlı içeceğe yakasını kaptıran bir insanda ciddî anlamda bir problem baş gösteriyor:
Dindarlaşamama problemi..!
Ya da:
Dinden uzak kalma sancısı!
Bu iş, Türkiye’de daha ileri bir boyuta da varabiliyor.
Nasıl mı?:
Açık yürekli olalım!
Doğru konuşalım!
Mertçe…
Kendi insanına, kendi toplumundaki
kişilere ve hatta komşusuna ve daha da ötesi sırf içmiyor diye kendi kardeşine bile “çamurluk yapma” durumu...
***
Peki:
Alkol müptelâsı bu bir grup insan çare
olaraktan neler yapabilirler?!
Ellerinden ne gelebilir bunların?:
Bunun cevabı çok basit.
Hakikaten bu meretin müptelâları gerçekle yüzleşmek istiyorlarsa şu iç muhasebeye kendilerini tâbi tutmaları gerektiği kanaatindeyim:
Ama, yine:
Mertçe…
Açık yüreklilikle, şu iç çatışmalar
esnasında; kendi kendileri ile yüzleşmeliler.
Kendi kendilerine şu soruları
sorabilmeliler:
Bir:
Alkol tüketince; abdest-namaz,
din-iman işleri bir arada olmuyor.
Bunu görünce kendi kendime içkiyi –acaba-
çağdaşlık nedeni saymaya mı çabalıyorum.
Sağa-sola saldırma nedenlerim arasında bir
gün öldüğümde Allah’a hesap verme korkusu mu var. Bu mu beynimi yiyip bitiriyor?
İki:
Yahudiler Yahudi gibi, Hıristiyanlar da
kendileri gibi yaşıyorlar. Peki ben neye
benziyorum.
Cevap:
Yahudi ve Hıristiyanların böyle bir
problemi yok ancak onların Müslüman
olanları bu işleri terk edip harika insanlara
dönüşüyorlar
Çünkü:
Abbasi, Emevi, Selçuklu, Osmanlı;
Boşnak veya Malezyalı hangi Müslüman Allah’ın bu yasağını delmişse dün veya bu gün son derece zor bir duruma düşmüştür.
Allah alkol belasından bizi ve nesillerimizi muhafaza etsin.
Çünkü:
İnançlarımız ile bizim aramıza en derin uçurumu bu meret koyuyor…..!
23.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kadir AKBAŞ |
ANAYASA MAHKEMESİ VE TOPLUMSAL UZLAŞMA |
|
Anayasa Mahkemesi’nin merakla beklenen kararlarından Anayasa değişikliklerine ilişkin kararının gerekçesi önceki günkü Resmi Gazete’de yayınlandı. Gerekçeli karar ayrıntılı bir incelemeyi gerekli kılmakla birlikte, sathi bir nazarla değerlendirildiğinde bu güne dek Anayasa Mahkemesi ve Danıştay tarafından başörtüsü ile ilgili olarak verilen kararların gerekçelerinden çok farklı bir değerlendirmenin yer almadığı söylenebilir.
Gerekçeli kararda başörtüsü/tesettür konusunun kronik bir sorun olarak kabul edilmesi ve bir ilk olarak kararda “Toplumsal sorunların Anayasa’nın açık hükümleri çerçevesinde ve demokratik barışı ve uzlaşıyı esas alan yöntemlerle çözümü”nün önerilmesi göz ardı edilmemesi gereken bir yaklaşım. Toplumun büyük kesiminin sorunun tesettüre ilişkin yasakların bütünüyle kaldırılarak çözümü konusunda uzlaşı içerisinde olduğu bir gerçek. Ancak anlaşılıyor ki Anayasa Mahkemesi bu uzlaşının dışında kalan toplum kesimlerinin de bu uzlaşıya katılmalarını sorunun çözümü açısından kaçınılmaz buluyor. Anayasa Mahkemesi “olasılıklara” öncelik tanımak suretiyle onlarca yıldır süregelen bir mağduriyetin/ mahrumiyetin devamına onay verdi. Mahkeme yasağın devamına, yasağın kalkmasının “farklı yaşam tercihlerine, siyasal görüşlere veya inançlara sahip insanlar üzerinde bir baskı aracına dönüşmesi imkânı”ndan hareketle onay verdi.
Kararda “Bireysel bir tercih ve özgürlük kullanımı olsa da, kullanılan dinsel simgenin tüm öğrencilerin bulunmak zorunda olduğu dersliklerde veya laboratuar ortamlarında, farklı yaşam tercihlerine, siyasal görüşlere veya inançlara sahip insanlar üzerinde bir baskı aracına dönüşmesi olasılığı bulunmaktadır” tespiti yapılırken izah edilemez bir tutum sergilemektedir.
Tesettürlü/ başörtüsü kullanan ve kullanmayan kimseler sadece “dersliklerde veya laboratuar ortamlarında” bir araya gelen insan değildirdirler. Bu insanlar aynı apartmanı, aynı otobüsü, aynı vapuru, aynı hastaneyi, aynı mahkeme salonunu, aynı tapu müdürlüğünü ve daha onlarca resmi ve gayrı resmi mekânı paylaşmakta ve bir araya gelmektedirler. Hayatın hemen her alanını paylaşan bu insanların “farklı yaşam tercihlerine, siyasal görüşlere veya inançlara sahip insanlar üzerinde bir baskı kurduklarına” dair kayda değer bir olumsuzluk yaşanmadığına göre mahkemenin yasağın devamına karar verirken dayandığı en güçlü gerekçe gerçekte sadece “olasılık” olarak kalacak.
Bazılarının “olası” bir baskıya maruz kalabilecekleri endişesi, toplumun eşit bireylerinden bir bölümünün temel hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılmalarını haklı kılamaz. Mahkeme bu yönde haklı bir endişe taşıyor idiyse “baskı aracına dönüşmesi olasılığı”nın ortadan kaldırılması için yasa koyucuya bir yön çizmeliydi. Kararda yer verilen “Toplumsal sorunların Anayasa’nın açık hükümleri çerçevesinde ve demokratik barışı ve uzlaşıyı esas alan yöntemlerle çözümü” küçükte olsa bu yönde iyi niyetli bir adım olarak değerlendirilebilir. Anayasa mahkemesi kararıyla toplumsal uzlaşmaya katkıda bulunabilirdi. Bu fırsat şimdilik kullanılmadı. Ancak mahkeme sorunun çözümünde toplumsal uzlaşının olması halinde, kendisini yasağın devamına karar vermeye götüren “olasılığın” bertaraf olduğuna inanmaya uzak olmadığını ortaya koydu.
23.10.2008
E-Posta:
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bu ne yaman laiklik? |
|
Anayasa Mahkemesinin daha önce aldığı ‘üniversitede başörtüsüne hayır’ anlamındaki kararının gerekçesi nihayet açıklandı. Hatırlanacağı üzere TBMM bir anayasa değişikliği yapmış ve bu değişiklik ile üniversitede devam eden başörtüsü yasağının sona ermesi hedeflenmişti.
Mahkemenin şimdi açıkladığı gerekçe, TBMM’nin yapmak istediği anayasa değişikliğinin iptal gerekçesi. Özetlemek gerekirse mahkeme, üniversitelerde devam eden başörtüsü yasağının sona ermesini en başta laikliğe aykırı buluyor. Mahkememin daha vahim olan iddiasına göre ise, başörtüsü yasağı sona ererse; başörtüsü takanlar, başörtüsü takmayanlara ‘baskı’ yaparmış! Mahkeme bu baskıyı önlemek için başörtüsü yasağının devam etmesinden yana Tabiî ki mahkemenin kararı ‘uzman’larca çeşitli yönleriyle değerlendirilecek. Hadisenin bu yönünü hukukçulara bırakıp, ‘başörtüsü takanlar, başörtüsü takmayanlara baskı yapar’ iddiasının baştan sonra bir ‘şehir efsanesi’ olduğunu söylemek durumundayız.
Aslında karara itiraz şerhi koyan ve karşı çıkan üyeler Haşim Kılıç ve Sacit Adalı, söylenmesi gereken her şeyi söylemiş. Nedense, “bir kısım medya” bu itarazları dikkate almak istemiyor. “Başörtüsü takanlar, başörtüsü takmayanlara baskı yapar, o hâlde başörtüsü takmak yasak olsun” demek hem hukukî değil, hem de Türkiye ve dünya gerçekleriyle örtüşmüyor.
Bunca yıldan beri bu hayâli iddia dile getirilir ve buna göre de iş yapılmaya çalışılır. Peki bu baskı iddiasını doğrulayan bir tek hadise yaşanıyor mu? Değil Türkiye’de, dünyada bile bu iddianın isbatı mümkün değil. Bırakalım hayâli iddialara ve mesela Boğaziçi Üniversitesi’ndeki hadiseye bakalım. Hatırlamak lâzım, üniversitenin açıldığı ilk günlerde, başörtülü öğrencileri içeri almak istemedi. Ne oldu? Bu karara en başta ‘başı açık olan öğrenciler’ itiraz etti. Peki, başı açık öğrenciler o kadar ‘saf’ mı ki, yarın bir gün kendilerine ‘örtünün’ diye ‘baskı’ yapacak arkadaşlarına sahip çıktılar! Ya da onlar bu büyük tehlikeyi görmedi de, Ankara’da sırça köşklerde oturanlar mı bu tehlikeyi gördü?
Bu iddia ‘şehir efsanesi’dir diyoruz, ama belki de ‘şehir efsanesi’ de dememek lâzım. Çünkü ‘efsane’de bile belki bir hakikat payı olabilir. Bu iddia düpedüz vehim ve apaçık bir kuruntudan ibarettir. Vehim ve kuruntu ile bir hakkı gaspetmek hukuk anlayışıyla izah edilebilir mi? ‘İleride baskı yapılabilir’ vehmiyle bugün eğitim hakkını engellemek kime ne kazandırır?
Ne Asya’da ne de Avrupa’da böyle bir laiklik ve hukuk anlayışına yer yok. Vehimler üzerine hüküm bina edilmesi en başta Türkiye’nin itibarını zedeliyor. Bin defa da böyle yanlış kararlar alınmış olsa, bu kararların ‘doğru’ olma imkânı yoktur.
Başörtülü öğrencileri ‘bugün’ mağdur eden bu yasak, ilânihaye devam edemez... Kanunsuz yasak yanlıştır, sona ermelidir...
23.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Etnik provokasyon oyunu… |
|
Aktütün karakolu baskınıyla Ankara’nın tam da “askerî önlemler”in ötesinde, terörle sosyal, ekonomik, siyasî ve psikolojik tedbirleri tartıştığı ve özellikle stratejik müttefik Amerika ve İsrail’in “istihbarat paylaşımı”nın fiyaskoyla sonuçlandığı ve kamuoyunda terörle mücadele yöntemleri için “kral çıplak!” dendiği bir sırada etnik tahrikin tırmandırılmasının maksadı açık…
Güneydoğu’nun bazı kent ve kasabalarındaki provokasyon eylemleri, “fitne”nin hâlâ kol gezdiğinin ve her fırsatı istismar ettiğinin göstergesi.
Özellikle “terör zirveleri”nde, nihayet terörü kökünden kurutacak, terör örgütüne her türlü lojistik desteğini sağlayan unsurların ve ecnebilerin teröre desteği, bölgede uyuşturucu ve insan ticaretinden kaçakçılığa kadar finans kaynaklarının gündeme gelmesi, asıl azmettiricileri yeniden kışkırtıcılığa itti…
Önce Batı’da, Doğulu ve Güneydoğulu vatandaşlara karşı etnik gerginliği tırmandıran olaylar oldu. Peşinden bu gerginlikler çatışmalara çevrilmeye çalışıldı…
Güneydoğu illerinden Karadeniz bölgesine fındık toplamaya giden işçilerin kamyonlarının geri çevrilmesi, otellerde konaklamalarına ve hatta çadır kurmalarına izin verilmemesiyle tırmandırılan gerginlik, provokatif saldırıların asimetrik tahrike dönüşüp karşılık görmesi içindi. Türkiye’nin Batısındaki bu baskılar, Doğuda da karşılıklı baskı ve gerginliği tırmandırmak tuzağını taşıyordu…
HÂRİCÎ İFSAD PROJELERİ
Bu durum terör örgütü için bulunmaz bir fırsattı; iç ve dış ifsad odakları ve işbirlikçileri bu fırsatı iyi değerlendirdi. Bu kırılgan ve her türlü tezgâha teşne ortamda sözkonusu münferit hâdiseler, terörist başının cezaevinde dövüldüğü şâyiasıyla kitlesel eylemlere dönüştürülmek istendi. Başbakan’ın Diyarbakır’a gidişinde Terörist başının tâciz edildiği haberiyle binlerce insanın sokağa dökülmesinin ardındaki fitne, devletin karar mekânizmalarında, Millî Güvenlik Kurulunda hiç konuşuldu mu; bilmeyiz.
Lâkin baştan beri terörü salt güvenlik güçlerinin inzibatî tedbirleriyle önlemenin ötesinde bir şey yapmayan zihniyetin her defasında tıkandığı, son olaylarla meydanda…
Türkiye Cumhuriyeti, nerede yanlış yaptığını bulmalı. Din yerine “menfî milliyetçilik” anlamındaki “ırkçılığı” telkin eden mânevî bağlardan bîbehre “bir Türk dünyaya bedeldir” türü agresif söylemlerle hangi hâricî ifsad projesine hizmet edildiği etraflıca araştırmalı.
Gerçekten bin yıl beraber yaşamış, Yemen’de, Çanakkale’de, İstiklâl Harbinde düşmana karşı birlikte savaşmış, yanyana şehid düşmüş Türklerle Kürtler arasında inanç temelleri üzerine yükselen tarihî, kültürel ve mânevî birlik bağlarını bu denli zayıflatan nedir?
Irkî fitne tohumlarını yeşerten, dinleri, kitapları, kıbleleri, vatanları, bayrakları bir olan insanları, bu birlikten kopartan ve halkı provoke eden saldırıların sebebi bulunmalı…
Terör ve güvenlik zirvelerinde, PKK terör örgütünün hangi küresel bozguncu servislerin taşeronluğunu yaptığı açıkça ortaya konulmalı. Toplumu etnik ve dinî tahrike teşne hale getiren oyunlar deşifre edilmeli…
“ECNEBİNİN POLİTİKASINA ÂLET”
Bediüzzaman’ın yarım asır önce Başvekil Adnan Menderes’e gönderdiği mektuptaki, “İslâmiyetin pek çok kanun-u esasîsinden (temel yasasından) birisi, “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz” âyetinin tefsirinin mânâsı üzerinde durulmalı.
Bu tür “particilik” ve “tarafgirlik”le “bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösterilen, birtek cinayet yüz cinayete çevrilen gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur eden” kışkırtılığa karşı muteyakkız olunmalı.
“Hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehir” ve “hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamak” olan bu fitneye karşı, yegâne çârenin bin yıldır milletin birliğini ve vatananın bütünlüğünü sağlayan İslâm kardeşliği öne çıkarılmalı… (Emirdağ Lâhikası, 534-536)
“Mukaddes İslâm milliyeti” bağını bırakıp, “zâhiren milliyetçilik ve hakikatte ırkçılık damarı”nın, vatana ve millete büyük zarar verdiği ve bin yıldır bebaber yaşayan “hakikî kardeşleri düşmanlığ çevirmek gibi acip bir tehlikeyi” taşıdığı gerçeği artık görülmeli…
Aksi halde, asâyiş ve emniyeti muhâfaza için Bediüzzaman’ın telâş ettiği, “bu mübârek vatana Fransız ihtilâl-i kebîrinin (Fransız Büyük İhtilalinin) tohumlarının ekilmesine yol verilmesi”nden ve “ittifaksızlıktan gelen zaafiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebînin politikasına âlet olunan” akıbetten kurtulmak mümkün değildir.
Yine Bediüzzaman’ın tâbiriyle İslâm kardeşliği yerine, “milletin fakr-u hali nazara alınmadan, bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler verilmesi” de bir fayda vermez. (Emirdağ Lâhikası, 319-320)
Onca şehide, bunca operasyona rağmen, terör örgütünün bazı kentlerde kepenklerin kapatırması, bunun ifâdesi…
“Terör zirveleri”nde ve Millî Güvenlik Kurulunda bu ikazlara kulak verilmeli. Yoksa yine bir netice alınamaz…
23.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Şapla şekeri karıştırmamak |
|
İnsanlar düşüncelerini kelimelerle ifade ederler ve terimlerle, kavramlarla diyaloglarını kurmaya çalışırlar. Düşüncelerini karşıdakine aktarabilmek için arada vasıta olan dilin ya da kelimenin her iki taraf için de ortak anlaşılır bir anlamı olmalıdır. Eğer kullanılan kelimeye/ kavrama/ terime farklı anlamlar yüklenmişse mütekellim makamındaki kişi ile muhatap makamındaki kişinin anlaşması elbette ki zordur hatta imkânsızdır.
Büyük semantik üstatlarından Hayakawa’nın tamamıyla katılmasam da büyük çapta doğruluğunu onayladığım şu sözünü öncelikle aktarmalıyım: “Haydi, terimlerimizi tarif edelim. Ta ki, hepimiz ne hakkında konuştuğumuzu bilelim.” Bu sözün eksikleri de var. Bir kavramı/ terimi tam tarif edemesek de o kavramı pekala kullanabiliriz. Sözgelimi bir golf oyuncusu, golf terimlerini tarif edemese bile pekâla golf oynayabilir. Golf aletlerini kullanabilir. Tabi bir de bunun karşıtı vardır. Onu da hatırlatmadan edemeyeceğim. Bir kişi, bir çok terimi, kavramı tarif edebiliyor diye o kavramın tatbikatını iyi yapıyor; uygulamasını mükemmel icra ediyor diyemeyiz. Velhasıl ı kelam kelimeler insanlara çok çile çektirebiliyor.
Ayrıca Üstad Bediüzzaman’ın “Bir sözü kim söylemiş, kime söylemiş niçin söylemiş ve ne makamda söylemiş?” sorularının cevabını belirlemeden mütekellimin sözünü yorumlamanın yanlışlara yol açacağı uyarısı da gözlerden uzak tutulamaz.
Söz gelimi müşahhas değil mücerret bir kavram olan “Sevgi”yi dillendirdiğimiz, yazdığımız zaman sevgi ile ilgili kanaatimizin kimler tarafından ne kadar doğru anlaşıldığı, benim hangi makamda kullandığım, karşıdakinin hangi makamda ve anlamda anladığı da önemli bir handikap. Birileri kalkıp da sevgi kavramının alt başlıklarından biri olan “Vatanseverlik”ten bahsettiğinde vatan sevgisinin samimiyetini sorgulama babında şöyle bir cümle kurmuş olsa acaba bu cümlelerin sahibini vatanı sevmemekle itham edebilir miyiz? “Vatan ve sevgi konusunda tekelciliğe gidenler var. Sanki hiç kimse onlar kadar vatanını sevemezmiş gibi.. Kimseler vatanı onlar kadar düşünmüyormuş gibi.. Bir takım vatanseverlik adına nutuk çekenlere dikkat edilmeli. Bir çok ihmal onların gözleri önünde oluyor. Birçok yanlışlık onlara her türlü imkân sağlandığı halde oluyor. Bir çok vs. vs.”
Şimdi bu tür cümlelerle vatansever geçinen bir kısım çevreyi sorgulayana “Kardeşim sen nasıl böyle sorgulama yaparsın? Vatan ve millet düşmanlarının ekmeğine yağ sürüyorsun böyle demekle. Yoksa sen onların tarafında mısın? Hani falanca falan büyük şahıslar da o kurumun içinden çıktılar.. Bir zamanlar o çevreye aidiyetleri vardı…” gibi tavırlarla müdahele etmek bize göre şapla şekeri karıştırmaktan başka bir şey değildir.
Önce kavramları sonra cümleleri doğru anlamda, doğru yer ve zamanda kullanmalıyız. Düşünün ki doğru bir davranış, güzel bir ahlakî hasene olan sözgelimi tevazu göstermeyi, alçakgönüllü olmayı eğer dozunda kullanmazsak ifrat veya tefrit sebebiyle zillete veya meskenete dönüştürmek de mümkün. Üstelik dozunda doğru olmakla beraber bunu tam yerinde ve zamanında yapmak gerekir. Sözgelimi bir komutanın kışlasında gösterdiği vakarı ve sert üslubu, evinde misafirlerine veya hane halkına karşı göstermesi; evindeki mülayemeti ve yumuşaklığı kışlada asker neferatına da göstermesi iki doğru kavramı yanlış yer ve zamanda kullanmadan dolayı heba etmesi demektir.
Sahi şimdi biz, vatan, bayrak, millet, laiklik, özgürlük, demokrasi, fikir özgürlüğü gibi kavramları kullandığımızda kimler ne anlama getiriyor bilen var mı?
23.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yine fiyasko olmasın |
|
Ergenekon dâvâsı, izdiham, kargaşa ve kaos görüntüleriyle başladı. Duruşmaların sakin ve düzenli bir ortamda yapılabilmesi için her türlü hazırlık ve organizasyonun yapıldığı yönündeki açıklamalar, ilk gün ortaya çıkan itiş-kakış manzaralarıyla boşlukta kaldı.
Avukatlar dahil, sanık yakınları ve yandaşları ile dâvâyı özgürlük ve demokrasi adına izlemek isteyenlerin adliye binası ve çevresinde böylesine yoğun bir izdiham oluşturacakları hesap edilemedi mi ki, bu görüntülere sebebiyet verildi?
Adliye karşısında çadır kuran İP’liler, demir sopalı bayraklar ve değişik pankartlarla arz-ı endam eden Ergenekon militanları, adalet ve demokrasi adına çeteden hesap sorulmasını isteyen gruplar aynı mekânda bir arada ve iç içe.
Bazı grupların birbiriyle çatışmasını önlemek için dahi başlı başına bir güç takviyesi gerekiyor.
Ve jandarmanın kaostaki rolü tartışılıyor...
Umarız, bu ilk gün aksaklıklarını gidermenin çaresi bulunup tedbiri alınır ve sürecin bundan sonraki aşamalarında bu kargaşa devam etmez.
Dâvânın kendisi başlı başına hassas, kritik ve girift bir nitelik taşırken, bir de duruşma günleri bu kaos tekrarlanırsa işin içinden çıkılamaz.
Elbette ki, demokrasi ortamında herkes kendi tavır ve duruşunu, kanunların belirlediği sınırlar içinde ifade etme hak ve hürriyetine sahip.
Bu durum, Ergenekon dâvâsında lehte veya aleyhte tavrı olan bütün taraflar için de geçerli.
Ama ister sanık yakını ve yandaşı olsun, isterse hakkında dehşet verici iddialar bulunan sanıkların adalet ve demokrasi adına cezalandırılmasını isteyenler olsun, oradakilerin düzen ve güvenlik içinde süreci takip edebilecekleri ortamı sağlamak, yetkililerin görev ve sorumluluğu.
Bunu, böyle karışık ortamlarda fırsat kollayan provokatörlere geçit vermeden başarmak da.
Geçmişte birçok karanlık provokasyonu tezgâhlamakla suçlanan bir örgüt yargılanmakta.
İddianamede anlatıldığı gibi bu niteliğe sahip ve üstelik ahtapot gibi kolları her tarafa uzanan bir örgüt söz konusu ise, yönetici ve mensupları, herhalde, yargılanan 86 kişiyle sınırlı olamaz.
Ki, bunların 40’ı da tutuksuz, yani dışarıda.
Ergenekon, iddianameden yansıyan haberlerin çizdiği cesamette bir örgütse, dışarıdaki militanları eliyle bu kaosu tezgâhlamış olamaz mı?
Keza tam da Ergenekon dâvâsının başlayacağı günlerde terörün tırmandırılmasını, “İmralı’da işkence” iddiaları ile provokatif gösteri ve çatışmaların tahrik edilmesini ve Başbakanın Diyarbakır’da “indirilmiş kepenkler”le karşılanmasını, PKK’yı da Ergenekon’un bir kolu olarak niteleyen iddialar çerçevesinde nasıl yorumlamalı?
Strateji uzmanlarının ısrarla “Canavarın kuyruğu yakalandı, sakın bırakılmasın” uyarısında bulunmaları boşuna değil. Zira öyle bir işe girişildi ki, en ufak bir boşluk ve zaafı kaldırmıyor.
Gerçi Ergenekon dâvâsı, son kertede, Kemalist cenahtaki bir iç kavganın yansıması. Dâvâ ile, dünyadaki ve ülkedeki değişimi okuyamayıp klasik yöntemlerde ısrar eden kanadı tasfiye ederek, Kemalizmi değişen şartlar muvacehesinde koruyup sürdürebilme hedefi öngörülüyor.
Ama öyle de olsa, darbe tertipleri, cinayetler, suikastlar, mafya örgütlenmeleri gibi çok ciddî suçlamaların muhatabı olan söz konusu kanadın tasfiyesi, demokrasi için önemli bir aşama.
Eğer dâvâ süreci sabote edilmez, sulandırılmaz, amacından saptırılmaz ve sonuna kadar götürülüp sorumluları cezalandırılabilir ise...
Ve tam da bu noktada ciddî kuşkular mevcut.
Yıllar önce dâvâ açıldığı halde ilgili devlet kurumları bilgi vermediği için fiyaskoyla sonuçlanan Susurluk dosyasında ve keza yine dâvâ açıldığı halde bilâhare sonuçsuzluğa mahkûm edilen Şemdinli olayında yaşananların Ergenekon’da da tekrarlanmasından endişe duyuluyor.
Böyle bir duruma meydan verilmemesi içinse o örneklerden ders çıkarmış çok farklı, şuurlu ve takipçi bir kamuoyu duyarlılığına ihtiyaç var.
23.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Aşırılıkla suçlayana bakın |
|
İRAN rejimi nedense laik karakterli Sünnî rejimleri İslâmî karakterli olanlardan daha çok seviyor. Çünkü işine geliyor; laikler hem işini kolaylaştırıyor ve propaganda malzemesi kazandırıyor, hem de onları rakip olarak görmüyor. Ziya ul Hak’tan Taliban’a kadar her tondaki Sünnî karakterli İslâmî rejimler İran’ın hedefi olmuş ve husûmetini çekmiştir. Taliban’ın Şiîlik noktasında hassasiyeti dikkate alındığında belki Tahran’ın öfkesi de bir dereceye kadar anlaşılabilir. Lakin Ziya ul Hak gibilerini de gizli veya açıktan hedef almaları Şiîliğin dikotomik ve kutuplaştırıcı etkisindendir. Şiî ve Sünnî paradigma tamamen birbirine zıttır. İran Dışişleri Bakanı Manuçehr Muttaki’nin, Taliban’ın İngiltere tarafından ‘bileği bükülemez ve yenilemez bir güç’ olarak tanımlanması ve tasvir edilmesinden sonra, bu hareketle diyalog kurma ve hükümete dahil etme çaba ve teklifleri karşısında kendisini tutamamış ve bu hususta Batılıları uyaran zehir zemberek bir açıklama yapmıştır. Manuçehr Muttaki’nin bu yöndeki açıklamaları dikkatlice incelendiğinde görülecektir ki, bu ifadeler daha önce kaleme aldığım “İran’ın yerini Pakistan mı alıyor?” yazımın tasdiki ve izdüşümü mahiyetindedir. Amerikan yönetimi Afganistan’daki Taliban’a zeytin dalı uzatırken, Pakistan’dakiyle sonuna kadar savaşılmasından yanadır. Zira Pakistan kaybedildiğinde nükleer bir güç kontrolden çıkmış olacaktır. Pekâlâ İran’a ne demeli? Batılı ülkeleri bu hususta diyalog konusunda uyarmış ve ‘Rüzgâr eken fırtına biçer’ şeklinde bir yaklaşım sergilemiştir. Muttaki, Batılıların Afganistan, Pakistan ve Orta Asya’daki aşırılıkla başa çıkamayacaklarını ileri sürmüştür. İran, Afganistan’da da kirli bir politika yürütmektedir. Kimi kaynaklar hem Amerikalıları zorlamak ve kendisine ram etmek için Taliban’a silâh yardımı yaptığını, hem de diyaloğa karşı çıktığını hatırlatmaktadır. İran’ın amacı bir taşla iki kuş vurmak ve tarafları birbirine düşürerek kırdırmak ve karşılıklı olarak yıpratmaktır. Irak ve Afganistan’da hem direnişçiyi, hem de işgalciyi destekleyerek şimdiye kadar kazançlı çıkmıştır. Aslında bu yönüyle geçmişte Amerikalıların yaptığı politikayı uyguluyor. Tavşana kaç, tazıya tut politikası. Ve Batılı ülkelere Afganistan dosyası konusunda kendilerine belirli şartlar karşılığında yardımcı olacağını vaat etmektedir. Ateşi yaktıktan sonra itfaiyeci rolüyle sahneye çıkıyor. Benzeri politikayı Irak’ta da icra etmiştir.
***
Taliban rejimi ayakta iken Hatemi, Taliban’ı ‘gerici ve İslâm’ı temsil etmeyen bir anlayış’ olarak takdim etmişti. Esasında Tarık Hamd’ın da sorduğu gibi bugünkü Nejad rejimi Taliban’dan çok mu ılımlıdır, yoksa nükleer silâhlar peşinde koşan çılgın bir molla figürünü mü temsil etmektedir? Hatemi ‘Sünnî’ kökenli Taliban için aşırı ve gerici ifadesini kullanırken, elbette ki Nejad’a sadece kızmaktadır. Ama hiç bir zaman Nejad ve benzeri yerli figürler için ‘gerici ve yobaz unsurlar’ dememiştir. Bu da en azından çifte standartını göstermektedir. Onun ötesinde İran meseleye tamamen mezhebî zıtlık perspektifinden bakmaktadır. UPI Almanya Muhabiri Stefan Nicola, 8 Ekim 2008 tarihli ‘Iran an ally Afghanistan?’ başlıklı yazısında İran’ın, Taliban liderliğinde Afganistan’da bir Sünnî otorite istemediğini yazıyor. Dolayısıyla İran bölgesel zaferleri ve çözümleri bloke ediyor ve Mollaların Protokolleri yazarlarına göre İran, Irak, Suriye ve Lübnan ve Körfez’le birlikte bölgeyi tamamen kontrol etmek istiyor. ABD ise, bu kontrolün önündeki bariyerleri yıktı. Bu açıdan günümüzde Şiî prensiplerine dayanan veli-yi fakih devleti Safevîlerden daha geniş alana yayılma potansiyeli taşımaktadır. Zira ABD ve Batılıların yardımlarıyla bölgede karşısında duracak bir güç kalmamıştır. Kitleler ise politikalarının ahlâka dayanıp dayanmadığına bakmıyor. İsterse Makyavelli’in en iyi temsilcisi olsun şâşâlı olduğu müddetçe ona Kardavi’nin dediği gibi meftun olabiliyor. Aydınlar bile böyle olunca avamın propaganda ağına düşmesi ve av olması işten bile değil. Stefan Nicola’nın yazdığına göre, Batılılar yeniden yükselişe geçen ‘Taliban belâsından’ kurtulmak için şimdi yine Tahran’ın ipine tutunuyor ve cankurtaran simidine binmeye hazırlanıyorlar.
***
İran, doğu komşusu Afganistan’da gelişen aşırı akımlardan ve Taliban’ın yükselişinden şikâyet ederken onun bölgesel müttefiki ve mezhebi kankası Suriye Lideri Beşşar Esad da Erdoğan’ın da katıldığı dörtlü zirveden beri Trablusşam kaynaklı aşırılıktan ve tekfircilerden yakınıyor. Tekfirciler diyerekten İran’la aynı dili kullanıyor. Ve bu aşırılığın Lübnan’la birlikte Suriye’yi de tehdit ettiğini savunuyor. Kimilerine göre bunun sebebi Hizbullah ve İran’ın Lübnan bağlantısı üzerindeki dikkatleri başka yöne kaydırmak ve yine Sünnî kesimleri günah keçisi yapmak. Bu hususlarda İran çok mahir. Makyavelli’ye bile külahını ters giydirir. Suriye rejimi 2003 ile 2005 yılları arasında yoğun bir biçimde sınırlarının Irak’taki direniş için kullanılmasına göz yummuştu. O zaman direnişçiler nedense aşırılıkla yaftalanmıyorlardı. Şimdi ise onları aşırılıkla suçlamaya başladı. Burada Suriye bir taşla iki kuş vurmak istiyor. Birincisi, aynen model aldığı Putin’in Güney Osetya ve Abhazya’yı bahane ederek Gürcistan’a saldırması gibi Suriye de Trablusşam kapısından Lübnan’a geri dönmek istiyor. Trabluşşam’ı Güney Osetya gibi görüyor. Bunun için de bahanesi oradaki radikal oluşumlar veya teşekküller. Zaten geçmişte de Trablusşam’a giderek İsrail hesabı namına 1983 yılında buradan Arafat’ı atmış ve Sünnî şevketini ve iradesini kırmışlardı. Beşşar, müşterek tehditten bahsediyor. Aşırılık edebiyatıyla da Batı’dan Lübnan’a yeniden müdahalesinin ideolojik icazetini kazanmaya çalışıyor. Gerçekten de Beşşar çok uyanık. İsrail’le uzlaşma karşılığında pekâlâ yeniden Lübnan’a dönüşüne izin verilmesine fit (razı) olabilir. Bu noktada Trablusşamlılar heyetler halinde Şam’a akın ederek Suriye’ye yönelik bir düşmanlıklarının olmadığını ispata çalışıyorlar. Trablusşam’daki olaylarla alâkalı olarak Lübnan’daki Hizbullah Alevi ittifakı Cemaat-ı İslami’nin eski milletvekillerinden Halid Dahir’in yakınlarından olduğu ileri sürülen Abdulgani Cevher’i suçluyorlar. Dahir ise olaylarla bir alâkasının olmadığını ve Abulgani Cevher isminde birisini tanımadığını ama geçmişte Abdunnasır Cevher isminde bir kişiyle münasebetinin olduğunu, ikisi arasında sadece isim benzerliği oluğunu ifade etmektedir. Geçek şu ki, İran propaganda maksadıyla İslâm dünyasına ‘radikal’ yüzünü, Batı’ya da ‘ılımlı’ yüzünü göstermeye çalışmaktadır. Dolayısıyla bu dağılımda Sünnî hareketlerin henesine aşırılık düşerken İran’ın sahasına piru pak ılımlılık düşmektedir. Bu itibarla, pazarlık adresi olarak kendisini gösteriyor. Eskiler bu durumla ilgili olarak, ‘bari dinime dahleden Müsülman olsa’ derdi. Belki bugün onun yerine şöyle söylemek daha doğru olur: İtidal çizgisini tarif eden ve ona delalet edene bakın. Bari mutedil olsa...
Sonuç olarak, makro dairede Suriye-İran beraberliği Lübnan’da mikro dairede Alevî-Hizbullah ittifakına sahne oluyor.
23.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|