|
|
Hasan GÜNEŞ |
Medeniyetler çatışması ve kriz |
|
Malûm Batı’da yeni bir ekonomik kriz başladı. Dünyanın Batı merkezli olduğu dönemden bu yana bütün maddî-mânevî krizlerde olduğu gibi Batı’da başlayan bu kriz de dalga dalga dünyayı etkisi altına alıyor. Batı iyi şeyleri hemen paylaşmasa da kötü şeyleri sür'atle paylaşarak kendi zararını nisbî olarak azaltıyor.
Her zamanki şekliyle sanayi, teknoloji ve demokratik açılım gibi değişimlere kırk türlü engel çıkarılırken, menfî ve olumsuz olanları büyük bir hızla dünyayı dolaşıyor, kasıp kavuruyor, memleketlerin altını üstüne getiriyor. Tabiatçılıktan materyalizme, ırkçılıktan menfî milliyetçiliğe, kapitalizmden sosyalizme her türlü akım bütün menfî ve yıkıcı versiyonlarıyla sür'atle gelip yerleşiyor. Onları terk etse de, bizi terk etmiyor.
Ekonomik krizi İnşaallah ucuz atlatırız. Ancak diğer pek çok krizler ve salgın hastalıklar gibi memleketimizi istilâ eden ideolojik akımlar ve Batılı tarzda yaşantı şekli gerçekten de büyük tahribata sebep olmuştur ve krizi, bunlardan bağımsız zannetmek hatadır. Pek çok şeyde olduğu gibi bu krizin kökenlerinde de Batıdan gelen bir medeniyet anlayışının ve hayat felsefesinin olduğunu unutmamak gerekiyor.
Gerçekte Batı’daki her hadiseden fazlasıyla etkilenmenin en önemli sebebi; Batı ile aşırı taklitçiliğe varan bir ölçüde aynı çizgide olmaktır. Etki alanında ve aynı çizgide olanlar elbette “domino etkisi” gibi bir taşın yıkılmasıyla yıkılmaktan ve çökmekten kurtulamayacaklardır.
İslâm dünyası, farklılığı muhafaza edebilseydi, bir kırılma hattı oluşturarak, maddî ve mânevî krizlerin hem kendisini etkilemesini hem de dünyaya yayılmasını ve tahribatını önemli ölçüde engelleyebilir, en azından sönümleyebilirdi. Fakat maalesef, tüketim anlayışından finans sektörüne, silâhlanma yarışından bölgesel hadiseleri çözme mantığına kadar her çare ve projenin Batının bir nev'î taklidi olması sebebiyle çözümsüzlüğün hem kendisini etkilemesine, hem de diğer bölgelere de yayılmasına vasıta oluyor.
Batı uzun süren pazar arama ve pazarları ele geçirme gayretleri sonunda, doymak bilmeyen iştihasına bunun da yetmediğini görünce pazar oluşturmak için tüketimi teşvik etmeye başladı. Kendi ülkesinde tasarrufu teşvik ederken, Asya ve Afrika’da modernleşmenin, çağdaşlaşmanın ya da medenileşmenin ölçüsü olarak gösterdiği lüks yaşantı ve aşırı tüketimi teşvik etti. Tasarruf ve iktisat üzerine kurulu mütevazi fakat izzetli bir yaşantı belki hiç olmayan “bir lokma, bir hırka” suçlamasıyla horlandı ve çağdışı ilân edildi.
Toplumun örnek aldığı vitrindeki şahıslar ve aileler belki de bu “tüketimi teşvik projesinin” gereği olarak lüks yaşantılarını her vesileyle topluma reklâm ediyorlar. Halk yığınları için, varını yoğunu feda ederek onlar gibi tüketmek bir nev'î tatmin sayılıyor ve kendini isbat etmenin aracı olarak görülüyor. Hatta bir kısım dindar insanlar bile kendilerini kabul ettirebilmek için lüks tüketim maddelerine kendini mecbur hissediyor. En sonunda da tüketim yarışı, fertlerden devletlere kadar uzanan bir boyutta maddî-manevî esaretlerle sonuçlanıyor.
İslâm’ın, Batı tarafından hedefe konulmasının en önemli sebeplerinden birisi de; israfı haram kılması ve iktisatlı bir yaşantıyı sağlayacak prensiplere sahip olmasıdır. Bu prensiplerle hem fertleri hem de devleti gayr-i meşrû yaşantıdan ve bir nev'î kölelik olan aşırı borçlanmadan korumuş, izzet ve şereflerini muhafaza emiştir. Zekât gibi prensiplerle de yardımlaşmayı arttırarak gelir dağılımını dengelemiş ve huzuru sağlamıştır.
Osmanlı tarihte Batıya karşı, başta medeniyet anlayışı olmak üzer her şeyiyle alternatif bir güç iken şimdi Türkiye, Batı ile tam bir entegrasyon içinde. Bu sebeple bütün krizleri ve bütün dalgaları derinden hissediyor.
Risâle-i Nur’da geçen “Rüyada Bir Hitabe”de Birinci Dünya Savaşının sonuçları kader cihetiyle incelenirken, Batı medeniyeti ile İslâm medeniyeti mukayese edilir. Batı medeniyetinin, halkın çoğunluğunun saadetine vesile olmadığı, aksine büyük ekseriyetinin sefaletine sebep olduğu izah edilir. Batı, bir çok hadiseden aldığı ders ile o zamandan bu yana halk yığınlarının durumunu kısmen iyileştirse de, hâlâ gelir dağılımındaki korkunç uçurum devam etmektedir. Bir yanda bir kesim yattığı yerden dakikada dünyaları kazanırken halkın büyük ekseriyeti kıt kanaat geçinmektedir. Hatta dünyanın önemli bir kısmı açlık sınırının altında ya da büyük bir sefalet içindedir. Maalesef Türkiye de, gelir dağılımındaki dengesizlikte dünyada ilk üçe girmektedir.
Paranın ve metanın çok küçük bir zümrenin elinde dolaşıyor olması, bütün dünyayı, zaten aşırı bir israf içindeki bu sınıfa bağımlı hale getirmiştir. Onların hataları ve belki de bir çeşit soygun olan krizler, ekonomik faaliyetlerin durma noktasına gelmesiyle ve en nihayet de toplumların daha da fakirleşmesiyle ve uçurumların daha da derinleşmesiyle sonuçlanmaktadır.
Yine Risâle-i Nur’da bahsedildiği gibi bugünkü medeniyet insanın zarurî ihtiyaçlarını dörtten yirmiye çıkarmıştır. Kazançlar, harcamaya yetmediği için de bir sürü gayr-i meşrû davranışların önünü açmıştır. Ahlâkı bozmuştur. Fertlerin bu davranışları, karar mekanizmasında olanlarla, devlet ve milletler arası boyuta taşınmıştır. Bir çok ekonomik kararda, silâhlanma yarışında ve bir çok savaşta bu faktörü unutmamak gerekiyor.
Bütün bunlara rağmen ehl-i iman, âhir zamanın mühim fitne ve imtihanlarından olan ekonomik hadiseleri; iktisat ve kanaatle yaşamak ve prensiplere bağlılıkla daha az bir zararla atlatacaktır İnşaallah...
26.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
ÖRNEK ALINACAK BİR HASLET |
|
Cesaret, güzel haslet.
Cesur, kahraman, yiğit, mert, metin, heybet, mehâbet, şecaat, haşmet, şehamet, ihtişam, muhteşem gibi muteber addedilen sıfatlar ancak bu haslet sayesinde yaşanabilir.
Eğer cesaret şahsî kazanç veya şöhret hırsının inhisarından kurtulur; vatan, millet, cemiyet, insanlık için çalışma, zayıfı koruma, muhtaçlara yardım etme meziyeti hâline gelirse, o sıfatlar bazı zamanlar yaşanmakla kalmaz, ömür boyu taşınır. Hatta, yaşanan zamanı aşar ve ebedîleşir.
Bu hasletin muayyen bir yaşanma zamanı, yeri ve şartı yoktur. Hak, hukuk ihlâl edildiği veya memleket işgale uğradığı takdirde kullanmak vatan ve vicdan borcu hâline gelir.
Bu itibarla, ihtiyaç zuhur ettiği zaman savaş meydanlarından esaret zindanlarına, mahkeme salonlarından hapishane koğuşlarına kadar hayatın her safhasında, her hâl ü kârda kullanılabilir.
Cesaret zahiren ferde münhasır gibi görünse de aslında millî ve nesebîdir. Bazı milletlerde, hassaten hanedan hususiyetli ailelerde ekser fertlerin fıtratları bu hasletle mücehhezdir.
Bu hasletler o ailelerde, cemiyetlerde ve milletlerde nesilden nesle intikal ederek yaşatılır. Şahsî veya millî bir mesele meydana geldiği zaman hasletler onlarda da harekete geçer ve hayat bulur.
Ailelerin ve cemiyetlerin yanı sıra milletler de yetiştirdikleri cesaretli, kahraman ve fedakâr fertler sayesinde huzurlu, mutlu, müferrah bir hayat yaşarlar ve başkalarına örnek olurlar.
O fertlerin kimi savaş meydanlarında gösterir cesaretini, kimi esaret zindanlarında. Kimi düşman akınlarının önünde kahramanca durur, kimi haksızlıklar karşısında merdâne dikilir.
Kimi feleğin kahrına, zamanın cilvelerine metanetle karşı koyar. Kimi bu uğurda hayatını feda eder, kimi hürriyetini. Ama ölenler şehadet mertebesi kazanır, kalanlar esir de olsa hür yaşar.
Yani kimi Malkoçoğlu olur, kimi Köroğlu, kimi Bediüzzaman.
Cesur insanlara yakın olanlar, onları örnek alanlar ve cesaretlerini onlar gibi kullananlar onlar gibi sevilirler, sayılırlar ve takdirle karşılanıp hayırla yâd edilirler.
Onların da kimi Sunguroğlu olur, kimi Ayvaz.
Kimi de Taşköprülü Sadık Bey.
***
Muhammed Sâdık Demirelli.
1902 yılında Kastamonu’nun Taşköprü ilçesine bağlı Kadıköy’de doğdu. Babası binbaşı Mehmed Ali Bey, annesi Necmiye Hanımdır.
Mehmed Ali Bey, bir oğlunun doğduğunu haber aldığı zaman çok sevindi. Onun da ecdadı gibi cesur, mert ve asil bir insan olması dileğiyle oğluna Pilevne kahramanlarından biri olan dedesi Sadık Paşanın adını verdi.
Oğluna dedesinin adını vermesinin, onun sahip olduğu muteber sıfatları taşımasına yetmeyeceğini bilen babası ona, nesiller boyu o hasletleri taşıyan ecdâdına lâyık olacak bir aile terbiyesi vermeye çalıştı. Küçük yaşta Kur’ân-ı Kerim’i okumasını öğretti; ilim, san'at, edebiyat dersleri aldırdı.
Ailesinin bu hassasiyetine ve itinasına, disiplinli, düzenli, intizamlı bir şekilde çalışarak mukabele eden Sadık’ın ruhunda çocukluğundan itibaren cesaret hasletinin yanı sıra şairâne hisler de filizlendi.
Dedesi ve babası, Osmanlı Ordusunda yüksek rütbeli muvazzaf subay olduğundan o da aile geleneğine uyarak askerî okula gitti, Harbiye’de tahsil gördü ise de serazât bir fıtrata sahip olduğundan fazla devam etmedi.
Taşköprü’ye döndüğü zaman da devamlı orada kalmadı. Altında rahvan atı, belinde silâhı, üstünde efe kıyafeti ile dolaştı ve bulunduğu yerde haksızlığa meydan vermeyip zayıfın, fakirin, düşkünün yardımına koştu.
Cesareti ve himmeti Taşköprü ve Kastamonu ile sınırlı kalmadı. Sinop’tan Düzce’ye, Çankırı’dan Adapazarı’na kadar bütün bölgede ağa vasfı ve efe sıfatı ile nam salmaya başladı.
Sâdık Bey, kendi fıtratına sahip cesur, mert, asil insanlarla muhatap olduğu, o hasletlere sahip olan insanlar da onun yanında yer almaya çalıştığı için gittiği her yerde çevresinde iyi insanlar toplandı.
Lâkin onun namda, şanda, şöhrette gözü yoktu. İçinde hep ecdâdına lâyık olma ve onlar gibi vatanın, milletin menfaati için çalışma, zulme, haksızlığa karşı koyma gayesi vardı. Bunu lâyıkıyla yapamadığını düşünerek hep esef etti.
“Ecdâdına bak! Şan salmıştı cihana, hem de dü bâlâ,
Yok artık diyecek söz, hidâyet etsin sana Mevlâ.”
Güzel hasletler taşıma hasretini bu gibi mısralarla terennüm ettiği günlerde geldi yanına arkadaşı Hilmi Bey. O da Sadık Bey gibi mert ve cesur bir insandı. Şehirdeki bazı medreseleri yıktıran valiyi vurmaya giderken, kendisini yanına çağıran Said Nursî’yi tanıyınca kararından vazgeçmiş ve sık sık onun yanına gidip gelmeye başlamıştı.
Hilmi Bey, o hadiseden de bahsedip Bediüzzaman’ın Kastamonu’da olduğunu söyledi. İlk defa duyduğu bu isme karşı ruhunda farklı bir temayül hisseden Sadık Bey, kendisini ona götürmesini isteyince birlikte onun yanına gittiler.
Sadık Bey huzura çıktığında merak içindeydi. Ecdâdında gördüğü ve yaşamaya çalıştığı bütün hasletlerin, onun şahsında şahikalaştığını müşahede edince hâllerine hayran kalıp hizmetine girdi.
O, Said Nursî’den, temayüz ettiği vasfına ve taşıdığı sıfatına münasip emirler vermesini bekliyordu. Eline kitap verilip okuması ve yazması istenince biraz şaşırdı ama yine de yaptı. Risâle-i Nurları okuyup yazdıkça böyle işlerin de fıtratına uygun olduğunu anladı.
Bunun üzerine atından indi, silâhını bıraktı, efe kıyafetini çıkardı. Masanın başına geçti, risâleleri açtı; eline kalem aldı, önüne kâğıt, mürekkep koydu ve okudu, yazdı, anladı, anlattı.
Hayatının artık hep bu şekilde devam edeceğini düşünüyordu. Bundan da memnundu. Fakat sıfatlarını ve vasıflarını kullanabileceği hizmet sahası Kastamonu havalisinde değil de Denizli Hapishânesi’nde açıldı.
Bir Ramazan günü önce Said Nursî’yi aldılar nezarete. Ardından Sadık Beyin, Mehmed Feyzi Efendinin, Çaycı Emin’in de aralarında bulunduğu on beş kadar Nur Talebesini. Said Nursî’yi on beş gün kadar nezarette beklettikten sonra Isparta üzerinden Denizli’ye sevk ettiler. Onu hapishânede daracık, basık, rutubetli bir hücreye hapsetmekle kalmadılar, zehirleyerek öldürmek istediler, öldüremeyince olmadık eziyetlere maruz bıraktılar.
Bediüzzaman’ın kimseyle görüştürülmediği ve çok zorluk çektiği günlerde getirildi Sadık Bey Denizli’ye. O da bir mahkûmdu ama tecrübeli ve asil davranışları sayesinde Süleyman Hünkâr, Mümtaz Acar, Dursun Atmaca gibi hapishanenin dayısı, ağası olan mahkûmlarla dostluk kurdu.
Onların sevgisini ve itimadını kazandıktan sonra ilk olarak Said Nursî’nin etrafındaki katı tecrit halkasını kırdı. Gardiyanları ikna, meydancıları da memnun ederek kendisinin yaptığı yemekleri gönderdi.
Ona günde iki defa birkaç çeşit yemek gönderiyordu. Bir gün ondan “Bir günde iki defa yemek gönderme. Hem her gün gönderme. Çünkü Ispartalılar da gönderiyorlar. Hem tatlı lâzım değil” şeklinde bir pusula gelince iki günde bir göndermeye başladı.
Yemek gönderme işi, aralarında haberleşme hattının açılmasına vesile oldu. Bediüzzaman yazdığı pusulaları ve risâle parçalarını bu yolla Sadık Beye ulaştırdı. O da etrafındaki ekiple bunları çoğaltarak hem diğer koğuşlara ulaştırdı hem de hapishane dışına çıkarılmasını sağladı.
Mahkemede duruşmalar başladığında, Said Nursî’nin müdafaalarını hazırlaması gerektiğini söyleyerek dışarıdan Mümtaz’ın temin ettiği daktiloyu getirttiler. Hapishane idaresinin izniyle onun müdafaalarını ve devletin değişik makamlarına göndereceği dilekçeleri yazmasına yardım ettiler.
Bediüzzaman, mahkûmların talebi üzerine telif ettiği Meyve Risâlesi’nin Lâtin harfleri ile yazılmasına izin verdi. Bazı Nur Talebeleri buna karşı çıktılarsa da Sadık Bey, “Üstad ne dediyse o olur” diyerek müdahale etti ve bazı bahisleri daktilo ile çoğalttılar. Bunu da bir pusula ile ona haber verdiler.
Said Nursî “Hilmi, İhsan, Emin’in, Taşköprülü Sadık’ın mektupları beni çok mesrur eyledi. Hakikaten bu kardeşlerimiz, hapishanede dokuz ayda dokuz sene kadar hizmet-i Nuriyeyi yaparak Isparta kahramanları ile omuz omuza geldiler” diyerek gösterilen gayretleri takdir etti.
Sadık Bey, bu şekilde dokuz ay Bediüzzaman’a hizmet etti, Risâle-i Nurları yazdı ve mahkûmlarla dersler yapıp pek çoğunun namaza başlamasına vesile oldu. Mahkemenin beraat kararı vermesi üzerine tahliye edilince diğer Nur Talebeleri gibi o da memleketine döndü.
Kastamonu ve havalisinde Risâle-i Nur hizmetlerine devam ederken, Üstadı ile irtibatını kesmedi. Sık sık ona mektuplar yazdı. Ondan “Sen yüzümüzü ak ve kalbimizi mesrur eyledin” gibi ifadelerin yer aldığı mektuplar aldıkça memnun ve mesrur oldu.
Ondan gelen her mektup, ruhunu saran tahassürü biraz daha hareketlendirdiği için satırlar, yılların biriktirdiği hasret hislerini teskin etmeye yetmeyince Üstadını ziyarete gitti.
Eskişehir üzerinden Emirdağ’a geldiğinde yerinde duramayacak kadar heyecanlıydı. Huzura çıktığı zaman ayakta durmaya takat yetiremedi ve kendini gözyaşları içinde onun dizlerinin dibine bıraktı.
Said Nursî, birkaç sefer “Kalk kardaşım Sadık Bey” diyerek onu kolundan tutup kaldırdı. Musafaha ve muanaka edip helâllik dilerken o da gözyaşlarına hâkim olamadı ve o rahmet damlaları arasında vuslat faslı başladı.
Zaman uzunca bir süre vuslatın süruru içinde geçti. Hasretler dile getirildi, hizmet hatıraları yâd edildi, namazlar kılındı, dersler yapıldı. Fakat dünya vuslat yeri olmadığından vakit tekrar hicrana meyletti.
Sadık Bey memleketine döndükten sonra da hizmetlerine devam etti. Bu sefer arayı fazla uzatmayıp tekrar ziyaretine gitmeye hazırlandığı günlerde Afyon hadisesi vuku buldu.
Bu hadiseyi duyunca cesareti celâl hâlini alan Sadık Bey, hemen oraya gidip hadise çıkararak hapishaneye girmeyi düşündü. Fakat onun “Aziz, sıddık, hakikatli kardeşim Sadık” hitabıyla başlayan bir mektubunda “Yarın Afyon’a beni gönderiyorlar. Merak etmeyiniz. İnâyet-i İlâhiyenin himâyeti devamdadır” sözlerini hatırlayınca vazgeçti ve hislerini Dalma adını verdiği mesnevîde dile getirdi:
“Her ne ki emretmişse sana Hazret-i Üstad
Hak yolunda uy ona, eyle cihad.”
***
“Sen çek yerine, çekmesin mihn ü elem ol
Üstadına hem gölge ol Sadık, hem kurban ol.”
Mezkûr manzumesinde, Üstadı uğrunda yapmayı düşündüğü fedakârlığı böyle dile getirmişti Sadık Bey. O da Denizli’de şehadetine şahit olduğu Hafız Ali ve tanıştığı Hasan Feyzi gibi Üstadının çekeceği sıkıntıları çekmeyi ve uğrunda ölmeyi dilemişti.
O zaman, bu dileğinin fiilen gerçekleşmesine vesile olacak bir hadise vuku bulmadı ama o, hayatını dâvâsına adayıp ‘Kastamonu’nun yüzünü ak eden’ hizmetlerine devam ederek dileğini mânen gerçekleştirdi.
Hayatının her safhasında, her vesile ile cesaret hasletini kullanarak ihlâsla, samimiyetle ve sadakatle devam ettiği Nur hizmeti onun aklını, kalbini, ruhunu ve yüzünü de nurlandırdı.
1970 yılı baharında ahirete irtihal ettiğinde, yüzünün nuru kabrini aydınlatacak kadar âşikârdı.
Bediüzzaman, mahkûmların talebi üzerine telif ettiği Meyve Risâlesi’nin Lâtin harfleri ile yazılmasına izin verdi. Bazı Nur Talebeleri buna karşı çıktılarsa da Sadık Bey, “Üstad ne dediyse o olur” diyerek müdahale etti ve bazı bahisleri daktilo ile çoğalttılar. Bunu da bir pusula ile ona
haber verdiler.
26.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Hakimlere kim hükmedecek? |
|
Hâl ve gidişimize bakınca, “Et kokarsa tuzlarsın, ya tuz kokarsa ne yaparsın?” sorusuyla karşı karşıya olduğumuz anlaşılır. Ardı arkası kesilmeyen rüşvet iddiaları, sonu gelmeyen ‘çete’leşmeler; cemiyetin temelden sarsıldığını hatırlatmıyor mu?
Son günlerde yakalanan ‘çete’ sayısındaki artış, başarı mı yoksa tahrip olduğumuzun delili mi? Bir yönüyle başarı gibi algılansa da, aslında yıllardan beri süren tahribin cemiyeti ne hâle getirdiğini gösteren bir ‘delil’ olarak anlaşılmalı.
Habere konu olan son rüşvet hâdisesi daha da sarsıcı. İddiâya göre bir mahkeme başkanı/hakim; ‘çete lideri’ ithamıyla yargılanan bir kişiyi, 350 bin YTL karşılığında tahliye etmiş. Üzücü ve sarsıcı olan; bu hadisenin ne ilk olması ne de ‘son olacağı’ noktasında bir kanaate sahip olunmasıdır. Bu güne kadar hiç yaşanmayan bir hadise olmuş olsa; insanlar bir anlık ‘şok’ geçirir ve bir daha olmaması için duâ ederdi. Hatta, “Eh, her sepette ‘çürük elma’ olur, böyle hadiseleri büyütmemek lâzım” denilirdi.
Bu hadise ‘ilk’ olmadığı için kimse böyle düşünmedi. Daha önce de bu büyüklükte olmasa bile rüşvet iddiaları ortaya atılmış, bir kısım insanlar ceza da almıştı. Aynı şekilde, bu hadisenin ‘son olacağı’nı kimse söyleyebilir mi? Keşke böyle bir güvencemiz olsa... Keşke, bundan sonra böyle sürprizlerle karşılaşmasak...
Normal zamanlarda ‘yeri yerinden oynatması gereken’ bu hadiseler, nedense günümüzde ‘sıradan olaylar’ olarak görülmeye başladı. Asıl ürkmemiz gereken de bu kabul ve anlayış! Her konuda günlerce yorum yapan ‘uzman yorumcu’lar bu konuda tek kelime etmiyor. Sebebi, bu ciddî iddialar karşısında bile artık sarsılmaz hale gelmemiz. “Eh, ne olmuş ki? Zaten her yerde rüşvet var. Bundan önce de olmuş, bundan sonra da olur. Bu da unutulur” şeklindeki kabul, mevcut ‘çürüme’nin çok derinlere indiğini gösteriyor.
Bilinen, fakat ifade edilmeyen bir gerçeği tekrar hatırlatalım: Bütün dertlerin olduğu gibi, ‘rüşvet’ tehdit ve tehlikesinin çaresi de ‘İslâmın ter ü taze iman esasları’dır!
“Bizim başka çarelerimiz var” diyenler sadece kendilerini kandırabilir. Çünkü adaletle hükmetmesi gereken bir kişiye, ‘kalplere konulan bir yasakçı’dan başka kim hükmedebilir? Mevcut uygulamalarla rüşvet önlenemediğine göre, insanların kalplerine hükmeden bir yasakçı lâzım. Bu da ancak doğru İslâmı bilmekle, ahiret inancıyla, atılan her adımın hesabının verileceği düşüncesiyle mümkün olabilir. Bu inanç ve düşünceyi de ancak İslâmın ter-ü taze iman esasları verebilir.
O halde, yıllardan beri devam eden tahribe son verip ‘tamir’ için çalışmak gerekir. Bunun ilk adımı da; dinden, İslâmdan korkmamak ve ürkmemekle atılabilir. Hem dinden, İslâmdan ürküp; hem de rüşvet gibi toplumu zehirleyen benzer alışkanlıklardan kurtulmak mümkün değil.
Yönümüzü ve yolumuzu iyi seçelim.
Hâkimler Hâkimi Yaratıcımıza sığınalım...
26.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Karar kırılmaları… |
|
Anayasa Mahkemesi’nin Meclis’in başörtüsü yasağına karşı yaptığı Anayasal değişiklikleri iptali “gerekçesi”nin ardından, iktidar partisi hakkındaki “kapatma dâvâsı”nın “gerekçeli kararı”nda da “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” iddiasına en baş örneğin başörtüsünden verilmesi, çarpıcı…
Mahkemenin, sadece “kanun önünde eşitliği” ve “eğitim özgürlüğünü” teyid eden Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde yapılan birkaç kelimelik değişikliğe getirdiği yorum, Türkiye’nin AB yolundaki demokratikleşmesinin âdeta barometresi olmakta.
“Gerekçe”de, tamamen “dinî bir vecîbe” olarak insan haklarının başında gelen ve inancını yaşama hakkının gereği olan başörtüsü “dinsel simge” diye nitelendiriliyor.
Kanunsuz keyfî yasağın kaldırılması,“dinî amaçlı örtünme serbestisi” olarak lanse ediliyor. Dinî özgürlüklerin, “farklı siyasal görüşlere veya inançlara sahip insanlar üzerinde bir baskı aracı oluşturduğu” evhâmıyla çarpıtılıyor. Bu çarpıtmayla, “üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılmasını amaçlayan değişiklikler”, “dinin siyasete âlet edilmesi” olarak görülüyor.
En tuhafı da, yasağın kaldırılmasının, “başkalarının haklarını ihlâle ve kamu düzeninin bozulmasına yol açacağı” iddiasıyla “laiklik ilkesine aykırı” bulunması…
Kısacası göz göre göre bir hakkın engellenmesi savunuluyor; “başı örtülü olmayanları baskı altına alabileceği” vehmiyle kanunsuz keyfî yasağın devamı isteniyor. Başkalarının “eşit eğitim hakkı engellenebilir” faraziyesiyle temel haklar ve hukuk çiğneniyor…
MESELE, “İKTİDAR KOLTUĞU”NA KALMAK MI?
Bu haliyle, Anayasada ve insan hakları sözleşmelerinde deklâre edilen “herkesin kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez hak ve hürriyetler”in başında yer alan inanç hakkı ile eğitim hakkı, ne yazık ki yine yargı mârifetiyle ve yaman çelişkilerle ketmediliyor.
Binlerce başörtülünün eğitim hakkından mahrum edilmesi “onaylanıyor”; hem de her fırsatta “din ve vicdan hürriyetinin teminatı” gösterilen “laiklik” adına…
Ancak kırılma, salt “laiklik ilkesi”nin bu denli hak ve hürriyetlerin engellenmesi istimaliyle kalmamakta; yasağa karşı demokratik irâde zâfiyeti, yasakçıların eline bahaneler ve kozlar sunmakta…
Gerçek şu ki Anayasa Mahkemesi’nin Anayasaya, hukuka ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine bütünüyle aykırı tezatlarla dolu “gerekçe”siyle başörtüsünü yasaklamasını öteden beri “yasal” gören AKP yönetimi, başörtüsü hakkındaki son “gerekçeli karar”da da vâhim kırılma sinyalleri verdi, veriyor…
Hatırlanacağı üzere daha partinin kuruluşunda, Anayasa Mahkemesinin başörtüsünü “çağdışı” sayan “gerekçesi” esas alınarak başörtülü kurucular ve milletvekili adayları kabul edilmemiş; 22 Temmuz seçimlerinde de “yasal yasak var” saptırmasıyla “başı örtülü aday yasağı” konmuştu.
Keza mahallî seçimlerde de yine bu “gerekçe”yle başörtülülerin belediye başkanlığı adaylığı bizzat parti merkezince geri çevrilmiş; seçilen başörtülü meclis üyeleri bizzat iktidar partisine mensup başkanlarca “yasal yasak var” mülâhazasıyla toplantılara alınmamıştı. AKP’li Denizli Belediye Başkanının eşinin 23 Nisan törenlerine katılmak için “yasa gereği” başını açması bunun bir örneği.
En çarpıcısı da AKP hükûmetinin “Leyla Şahin dâvâsı”nda AİHM’e gönderdiği savunmada, başörtüsünü tıpkı yasakçı YÖK ve rektörler gibi, “gerginlik sebebi”, “laikliğe aykırı” ve “siyasî simge” olarak tanımlayıp, yasadışı yasağı “yasalara uygun” bulması…
Özetle “iktidar koltuğunda kalma”ya odaklanan AKP yönetimi, “mayınlı arazi”den hep uzak durmaya didindi. Emânet edilen millet irâdesinin hakkını gözetmedi; ciddî bir demokratik direnç göstermedi…
VÂHİM YANLIŞIN ALTINDA KALINDI…
Ne var ki kanunsuz keyfî yasağı yasayla, dahası anayasayla kaldırma tuzağına düşen siyasî iktidarın bu konudaki kırılmaları devam ediyor.
Öncelikle daha söz konusu “karar” açıklanmadan Başbakan’ın, başörtüsünün “gerekçe”yle “yasaklanması” karşısında, “Uygulamaktan başka çâremiz yok; bu şartlarda siyaseti sürdüreceğiz” demesi, yeni dönemde karar karşısındaki ilk kırılma oldu.
“Gerekçeli karar” sonrasında bunu yeni kırılmalar izledi. Daha önce “Başörtüsü Türkiye’de yüzde birbuçuğun meselesi” diyen Adalet Bakanı Şahin’in, “Anayasa Mahkemesi’nin daha önce YÖK Kanununda yapılan değişiklik, bazı siyasî partilerle ilgili açılmış olan dâvâlarla ilgili verdiği kararlarda zaten üniversitelerde kılık kıyafetle ilgili oluşmuş bir görüşü ve yaklaşımı vardı. Sanıyorum bu konuda da bu görüş paralelinde bir karar verdi” şeklindeki yasadışı yasağı dolaylı bir biçimde “kabullenen” tuzu kuru çetrefilli açıklaması, bunun göstergesi…
Belli ki siyasî iktidar, vâhim yanlışın altında kalmış; bile bile yasaları çarpıtarak yasağı tepeden dayatan “yasakçılar” nezdinde yasağı “yasallaştıran” oyuna gelmiştir.
Gelinen noktada Başbakan, hükûmet ve iktidar partisi sözcülerinin son demde “millî irâdenin üstünde irâde tanımadıklarını” ve bunun “Parlamento irâdesini dışlayan bir karar olduğu”nu söylemeleri, artık neticeyi değiştirmiyor.
“Yasakçılar”ın hukuku, insan haklarını ve özgürlükleri çarpıtan kırılmalarını anladık; peki görevi hak ve hürriyetleri korumak ve geliştirmek olan siyasetçilerin bu kırılmaları neden?
26.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
İstersek çiçek açar |
|
Ergenekon dâvâsı, artan terör olaylar, Doğu ve Güneydoğu’da bazı illerde yaşanan olaylar, Anayasa Mahkemesi tarafından açıklanan Anayasa değişikliğinin iptali ve AKP’nin hazine yardımından yoksun bırakılması kararları gibi olaylar gündemimizi meşgul ederken ülkemizde yaşanan bazı sıkıntıları unutuyoruz.
Türkiye’nin her gün değişen gündemi bu sıkıntıları hatırlamamızı zorlaştırıyor. Ama tek olaya kilitlenen ya da kilitlendirilen insanlar bunları görmezden geliyor.
* * *
Ankara Büromuzu ziyarete gelen Bağımsız Eğitimciler Sendikası’ndan bir yetkili bir sorunu hatırlattı. Hakikaten çevremizde çokça görülen, fakat görmezden gelinen bir kesimin sorunları ile ilgili hazırladıkları bir doküman getirdi. Hem de 10 milyondan fazla insanı (aileleri birlikte düşünülürse 30-40 milyon) ilgilendiren bir sorun…
Zihinsel engelli bir öğrencinin yazdığı bir mektupla başlayan örnek bir kampanyadan bahsetmek istiyorum. İşte o mektup: “Ben özel eğitim merkezinde okuyan Buse Bekleyici. Senden bazı isteklerim olacak. Duydum ki sen öğretmenlerin başıymışsın. Bana da yardım eder misin? Arkadaşlarım benimle oynamıyor. Bana kimse güvenmiyor. Bir şey olsa herkes beni suçluyor. Bana çok bağırıyorlar. Annemle otobüse binince bana garip garip bakıyorlar. Ben annemi ağlarken görüyorum. Arkadaşlarım beni doğum günlerine çağırmıyorlar. Yaşantımdan sıkıldım artık. Daha güzel arkadaşlar olan okula gitmek istiyorum. Annem artık ağlamasın…”
Bu mektup, Bağımsız Eğitimciler Birliği Sendikası Genel Başkanı Gürkan Avcı’ya ulaşınca o da etkilenmiş ve kayıtsız kalamamış. Örnek alınacak bir davranış sergileyerek “istersek çiçek açar” kampanyası ile 5 yılda, 5 zihinsel engelli öğretim okulu için kolları sıvamış. Bu amaçla pek çok siyasetçiyi, sivil toplum kuruluşlarını ziyaret ederek kampanya hakkında bilgi verip destek istemiş. İşte bu kampanya, geçtiğimiz günlerde başladı. Avcı, “Çünkü bu çocuklar bir çiçektir, eğer yardım eli uzatılmazsa, bu çiçekler solacak” diyor ve kampanyaya destek bekliyor.
Engelli çocukların eğitim imkânına kavuşması için birçok dernek, vakıf ve federasyon faaliyet yürütüyor. Bağımsız Eğitimciler Sendikası’nın bu kampanya da amacına ulaşmasını temenni ediyoruz.
* * *
Resmî rakamlara göre Türkiye’de 8 milyon 360 bin özürlü yaşıyor. Özürlülerin toplam nüfusa oranı yüzde 12.29. Özürlülerdeki okuma-yazma bilmeme oranı, normal nüfusa göre daha yüksek. Özürlülerde bu oran yüzde 36.33 iken, toplam nüfusta yüzde 12.94’e düşüyor. Özürlü kadınların neredeyse yarısı okuma-yazma bilmiyor. Özürlü nüfusun sadece yüzde 2.42’si üniversite mezunu. İlkokulu bitiren özürlü oranı ise yüzde 41 civarında.
Bedensel engellilerin yüzde 29,5`i, görme engellilerin yüzde 34,9`u, işitme engellilerin yüzde 36,9`u, konuşma engellilerin yüzde 53,1`i, zihinsel engellilerin yüzde 66,9`u, okur yazar değildir. Özürlüler için toplam resmî eğitim kurumu sayısı 744, öğretmen sayısı 6 bin 574, öğrenci sayısı ise 33 bin 036. Türkiye’de bütün engellilerin ancak 0,39’u resmî eğitim kurumlarında eğitim alabiliyor. Bu bakımdan da örnek kampanya sonrasında yapılacak bu okulların önemi çok büyük.
Burada gözden kaçırılmaması gereken bir konu daha var. Bu okullar yapılacak, çocuklar buralarda eğitim görecek. Mezun olduktan sonra yine evlerine mi dönecek? Bu çocuklara iş imkânlarının arttırılması gerekiyor. Zaten sosyal devlet olmanın gereği bu değil mi?
* * *
Küçük Buse’nin mektubunda bir cümle var. “Hayatımdan bıktım artık” diyor. Bu cümle düşünüldüğünde bile bu çocuklara dinî bilgilerin de verilmesinin önemi de ortaya çıkıyor. Fen bilimlerinin yanında dinî bilimlerinde bu okullarda okutulması son derece önem arz ediyor.
Bu konuda Bediüzzaman’ın görüşlerine dikkat çekmek istiyorum: “Ey biçare (çaresiz) hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, belki bir nev'î dermandır. (ilâç, çare) Çünkü ömür bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hem rahat ve gafletle olsa, pek çabuk gidiyor. Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedar (meyveli) ediyor. Hem ömrün çabuk geçmesine meydan vermiyor, tutuyor, uzun ediyor; tâ meyveleri verdikten sonra bırakıp gitsin. İşte, ömrün hastalıkla uzun olmasına işâreten (işâret ederek) bu darbımesel (atasözü) dillerde destandır ki, ‘Musibet zamanı çok uzundur; safâ zamanı pek kısa oluyor.”
(Hastalar Risâlesi, 24)
26.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
İlâhî inayet |
|
Tarihçe-i Hayat’ın Önsöz’ünde Ali Ulvi Kurucu’nun metnini koyup mealini de verdiği çok manidar bir âyet-i kerime yer alıyor:
“Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle—Allah’ı görür gibi ibadet eden mücahitlerle—beraberdir.” (Ankebut: 69)
Kur’ân’da, bu mânâyı farklı boyutlarıyla dile getiren daha birçok müjdeli âyet-i kerime var.
Keza, Kur’ân’ın bu zamana dersi ve mesajı olan Risale-i Nur’da da, söz konusu âyetlere ve yanı sıra, asırlar ötesinden bu hizmete müzahir olan Hz. Ali (r.a.) ile Gavs-ı Geylânî’nin (k.s.) müjdeli mesajlarına atıfla, Nur hizmetinin İlâhî inayet altında olduğunu ifade eden izahlar var.
Bu meyanda, “Nurun birinci muhatabı” Hulûsi Beyin Barla Lâhikası’nda yer alan mektuplarında da bu mânânın işlendiğini görüyoruz.
O mektuplardan birinde Hulûsi Bey diyor ki:
“Allahü Zülcelâlin nihayetsiz kerem ve rahmeti, fazl ve inayetiyle iki kere iki dört kat’iyetinde kat’î kanaatim gelmiştir ki, Hz. Gavs’ın ve onun üstadı İki Cihan Fahri Nebî-i Efhamımız (a.s.m.) Efendimiz Hazretlerinin dua ve himmetleri Hz. Kur’ân’ın şakirdleri üzerinedir.”
Ardından, “Su-i ihtiyarımızla bozmazsak, bu himayet ve sahabet elbette devam edecektir, kat’î kanaat ve imanındayım” diyor Hulûsi Bey.
İrademizi kötüye kullanıp bu manevî himaye ve sahiplenilme mazhariyetinden mahrum vaziyete düşmemenin çaresi, ihlâsın muhafazası.
İhlâs Risalesi’nde, Hz. Ali’nin (r.a.) o mucizevari kerametiyle ve Hz. Gavs-ı Âzam’ın (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, Nur talebelerine bu ihlâs sırrına binaen iltifat edip himayetkârane tesellî vererek hizmetlerini manen alkışladıklarını belirten Üstad, “Hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek o ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz” diyerek bu mânâya dikkat çekiyor (Lem’alar, s. 166).
Hulûsi Beyin, “Ey Üstadımın bu fâni âlemde arkadaşları, İnşaallah ahiret âleminde de yoldaşları olacak aziz ve kıymetli kardeşlerim” hitabıyla seslendiği hizmet ehline tavsiyesi de bu:
“Hz Üstadın gösterdiği yol, aynen Kur’ân’ın cadde-i kübrasıdır; ondan ayrılmayalım, hizmetten kaçmayalım, fütur getirmeyelim. Sermayesi yalan ve yalancılık olan siyaset propagandaları, su-i kesbimizle kazanılan ve bugün tevarüs edilen fena şeylere karşı kaderi ittiham derecesinde muradullaha müdahaleye cesaret etmeyelim.
“Biz abdiz; sebeb-i hilkatimiz (yaratılışımızın sebebi), Seyyidimizi, Yaratanımızı, Râzıkımızı bilmek ve bulmaktır. Hulâsa-i mevcudat olan Peygamberimiz vasıtasıyla inzal ve ikram buyurulan Kur’ân’ın ahkâmına ve o Hazretin Sünnetine tevfik-i harekete bezl ü gayret edelim.
“İşte o Nur elimizde, mürebbî (terbiyeci) yanımızda, muarrif (tarif edici) aramızda. Nurları nâşir (neşreden) mürebbî ve muarrifimizi dinlemeye çalışalım. Biz vazife-i ubudiyeti yapalım, netice-i mükâfatı Hâlık-ı Rahîmimize bırakalım, Yekdiğerimize en büyük yardım olan duayı da esirgemeyelim.” (Barla Lâhikası, s. 474-5)
Ehl-i hizmetin her zaman ihtiyaç duyduğu son derece önemli ikaz ve hatırlatmalar bunlar.
Var ediliş ve yaratılış gayemizi hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmadan; en birinci vazifemizin önce kendi imanımızı kurtarıp sonra başkalarının imanına kuvvet verecek şekilde çalışmak olduğunu şuuraltımıza yerleştirerek; şahsî kemalâta odaklanıp hizmeti ihmal hatasına düşmeden ubudiyet-hizmet bütünlüğünü muhafaza ederek; “hizmette hırs-neticeye kanaat” düsturuyla; boş tartışma, dedikodu ve çekişmelerle zaman ve enerji kaybetmeden; gelip geçici rüzgârlara kapılıp sarsılmadan; ana hedefleri hiçbir zaman gözden kaçırmadan; Allah’ın verdiği ömür sermayesini son âna kadar ihlâs ve istikamet çizgisinde en iyi şekilde değerlendirme çabası içinde yola devam etmek şiarımız olmalı.
İlâhî inayetin artarak devamı buna bağlı.
26.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Tonybee’den Bayrou’ya |
|
ÜNLÜ tarihçi Arnold Toynbee modernizm döneminde ve Osmanlı sonrasında İslâm âleminin durumunu Roma ile Yahudilerin ilişkileri bağlamında tahlil eder. En azından İngilizlerin ve Amerikalıların bakış açıları buna yakındır. Müslümanlar sadece Yahudilere değil aynı zamanda ilk Hıristiyanlara da benzemektedirler. O ayrı bir fasıldır lâkin Faruk Şen günümüzde Almanya’da yaşayan Türklerin durumunun İkinci Dünya Savaşı ve öncesindeki Yahudilerin durumuna benzediğini ifade etti. Türkler ve Müslümanlar Avrupa’nın yeni Yahudileri veya paryaları olarak takdim edildi. Faruk Şen, İshak Alaton’a ithaf ettiği yazısında şunları söylemektedir: “Büyük kıyım sonrasında Yahudilerden arındırılmaya çalışılan Avrupa’da, 5 milyon 200 bin Türk, ‘yeni Yahudiler’ hâline gelmiş bulunuyor. 47 yıldır yaşlı kıt’anın orta ve batısını da kendine yurt edinen insanlarımız aralarından 45 milyar Euro ciro yapan 125 bin girişimci çıkardıkları hâlde, farklı ölçek ve görünümlerde de olsa Yahudilerin karşılaştıkları ayrımcılık ve dışlamalara maruz kalıyorlar…” Oysa ki Yahudiler ne acılarını ne de sevinçlerini başkalarıyla paylaşırlar. Bernard Lewis çok uzak olmayan bir geçmişte yaptığı bir konuşmasında Türklere, Almanya’da yaşadıklarını Yahudilerin yaşadıklarına benzeterek duygu sömürüsü yapmamalarını salık vermişti. Yahudi trajedisini istismar etmemelerini öğütlemişti. Şahin Alpay gibi bazı yazarlar işin bu yönüne temas etmişlerdi. Yine Yahudiler acılarının tek ve yekta olmasını isterler. Bu bağlamda da daima Ermenilerin kendilerine benzetilmesine karşı çıkmışlardır. Tarih zaviyesinden benzer veya benzemez ama onlar acılarını gölgeleyecek başka bir acıya tahammül edemezler. Zira bazı Yahudi yazarların da ifade ettikleri gibi artık bu uluslar arası ilişiklerde ve her açıdan kazandıran bir sektör hâline gelmiştir.
***
Faruk Şen, bu tesbitinde elbette ki haksız veya yalnız değildir. İngiltere’den de onu teyid eden resmî bir ses yükseldi. İngiltere’nin ilk Müslüman bakan yardımcısı Şahid Malik, ülkede giderek yükseldiğini söylediği İslâm karşıtlığına sert eleştiriler yöneltti. Malik, Müslümanların büyük bölümünün kendilerini “Avrupa’nın Yahudileri” gibi hissettiğini ifade etti. Bakan yardımcısı medyada ve genel olarak toplumda Müslümanların başka hiçbir azınlığın kabul edemeyeceği derecede hedef alındığından ve aşağılanmalarından şikâyet etti.
Demek ki, Toynbee’nin zikrettiği gibi Batı’ya yerleşmiş Müslümanlara Roma yaklaşımı veya muamelesi uygulanıyor. Onun ötesinde İslâm âleminin bütünleşmesine yönelik engeller de Roma’nın Yahudi politikasının bir devamıdır. Maalesef Müslümanlara yönelik yeni Roma olan ABD’nin bu politikasında en yakın müttefiki ve ortağı da ne yazıktır ki, kadim Yahudilerin fiziki varisi İsrail’den başkası değildir. İşin içinde böyle de bir garabet vardır. Bundan dolayı Bernard Lewis, Faruk Şen’e katılmayacağı gibi Şahid Malik’in bu şehadet ve tanıklığına da iştirak etmeyecektir. O katılmasa da yaşanılanlar bir vakıadır. Bununla birlikte artık yeni Roma çökerken yeni ilişki modelleri de gündeme geliyor ve teklifleri de yağıyor.
***
Bu yeni tekliflerden birisi Toynbee tezinin panzehiri olan Charles San Bayrou’nun teklifidir. Bu teklif tabi-metbu ilişkisi değil ortaklık ilişkisi öngörmektedir. Bu ilişiklerin ekseni değişmelidir. Bayrou, Toynbee’nin zikrettiği ve Bush doktrini hâline gelen: “Ya benimlesin ya da karşımdasın’ anlayışının terk edilmesi gerektiğini savunuyor. Paris Jeostratejik Etüdler Gözlemevi Müdürü olan Bayrou yeni bir ilişki dönemi arefesinde bulunduğumuzu ifade ediyor. Bakış açısını şöyle özetliyor: ‘Bugüne kadar Müslümanlara ya mücadele edilmesi gereken aşırılar nazarıyla baktık ya da onlardan kimliklerini değiştirmelerini ve körü körüne Batı’ya tabi olmalarını istedik. Artık bu kalıp ilişkiler döneminin sonuna geldik.” İslâm’ın kendi değerlerini muhafaza ederek modernizmi absorbe edecek ve massedecek kudrette haiz olduğunu da hatırlatıyor. İslâm’ın geçmişi çağdaş malzemelerle yeniden üretme ve inşa etme gücüne haiz olduğunu da söylemekten kendini alamıyor. Bayrou, Ebu Zabi’de BAE Stratejik Araştırmalar ve Etüdler Merkezi’nde yapmış olduğu bu kapsamlı konuşmasında İslâm dünyasında görülen aşırı akımların sebebini de dine değil siyasî gelişmelere bağlamıştır. Buna dair Filistin meselesiyle birlikte Irak ve Afganistan işgallerini misâl vermiştir. Bayrou, cihad ile bir takım aşırı eylemlerin de birbiriyle karıştırılmaması gerektiğini ve Batı’nın sıkça bu hataya düştüğünü kaydetmektedir. Cihadın kuralları olan bir savunma biçimi olduğunu ve gelişigüzel hareketlere ve eylemlere müsaade ve izin vermediğini hatırlatmaktadır. Bayrou bunun da ötesinde dünyanın medeniyet çeşitliliğine muhtaç bulunduğunu ve kesinlikle İslâm medeniyetinin bir zaruret olduğunu ve maddî medeniyeti dizginlemek ve dengelemek için dünyanın İslâm’ın manevî iklimine ve kimliğine ihtiyaç duyduğunu ifade etmektedir. Fransa’da 6 milyon Müslümanın yaşadığını hatırlatan Bayrou aynı zamanda İslâm’ın resmî müfredat kapsamına alınmasını ve okullarda okutulmasını da talep etmektedir. İslâm’ın doğru algılanması için buna ihtiyaç doğduğunu hatırlatmaktadır. Bayrou bir Batı mefhumu ve kavramı olan laikliğin genele teşmil edilemeyeceğini ve bütün dünyaya tamiminin de doğru olmadığını ve İslâm’ın zaten din ile dünyayı ayırmadığından bundan müstağni olduğunu ve bu farkıyla da beşeriyet için bir zenginlik kaynağı olduğuna parmak basmaktadır. Bayrou konuşmasında aşırılığın ve Batılılaşmanın panzehirinin İslâm olduğunu dile getirmiştir.
NOT: Fehmi Huveydi’nin mugalataları başlıklı yazımızda Kardavi konusunda Dünya Bülteni ve benzeri sitelerin biraz tek yanlı yayınlar yaptıklarına temas etmiştik. Dünya Bülteni’nden yetkili arkadaşlar arayarak meseleyi tashih ve tavzih ettiler. Yapılan yayınların dengeli ve tarafsız olduğunu örnekleriyle ifade ettiler. Keyfiyeti okurların bilgilerine arz ederiz.
26.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Şahs-ı mânevî, ‘müsbet hareket’le yaşar |
|
Müsbet hareket nedir?
Şahs-ı manevînin yaşama şartlarından belki de en önemlisi, ‘müsbet hareket’tir. Bu, Yirminci Lem’a, İkinci Sebep’teki ehl-i imanın dikkat etmesi gereken ‘dokuz emir’den de birincisidir.
Müsbet hareket, doğruluğu aşikâr olan, kanun ve nizama uygun hareket, Allah’ın emrine uygun hareket, tahripkâr ve tecavüzkâr olmayan, yapıcı ve tamir edici tarzda olan; mizan, adalet ve insafa uygun harekettir.
Toplumun hangi kademesi ve statüsünden olursa olsun, insan sürekli bir denge hali içerisinde olmak mecburiyetindedir. Bunun başlama noktası da kişinin nefsidir. Sonra ailesi, akrabaları, milleti ve kâinat gelmektedir.
Anne ise; eşine, çocuklarına karşı, amir ise; emri altındakilere karşı, öğrenci ise; diğer arkadaşlarına ve öğretmenlerine karşı, çocuk ise; ona sunulmuş eşya ve mahlûkata karşı hep bir denge halinde olması gerekir. Dengenin ve kontrolün bozulduğu ve bozduğu noktada insan bulunmaktadır. İmtihan için verilmiş bu denge ve kontrol hali imtihan için verilmiş ve sınır konmamış akıl, gadap ve şehevî kuvvelerin ifrat ve tefritten vasata çekilmesiyle olur. Vasat hali ise, Kur’ân ve sünnetin ta kendisidir.
Müsbet hareketin
ibadetle bağlantısı nasıldır?
Müsbet hareketin iki temel dinamiği: Adalet ve ibadettir. Adalet ve ibadet iç içedir. Biri diğerinin lâzımıdır. Adalet, Allah’a ibadetle başlar. Daha sonra insan ve çevre hakkı gelir. İnsan Hukukullaha riayet ettiği zaman insan ve çevre haklarına saygılı olur.
Müsbet hareketin ibadetlerle bağlantısı ise şu şekildedir. Meselâ namaz; namaz ibadeti, inanılanın yapılması, değerin yaşanması, sözün yerine getirilmesini insana öğretir. Namaz aynı zamanda meşrû olana yönelmenin gerekliliğini, meşrû olmayana karşı ret tavrı alınmasının ifadesidir. İnsanın kendini vakte ayarlamasıyla, zaman bilincini, gurup halinde yaşaması gerekliliğini, birlik ruhunu yaşatarak öğretir. Hatta bütün mahlûkatla beraber. Çünkü insan, mahlûkatın tespihlerini namazda Allah’a sunar.
Meselâ oruç; insandaki aşırı duyguları en etkili biçimde disipline etmenin ifadesidir. Oruç, nefisteki aşırı duyguları dengeleyen ve ruhu tekâmül ettiren bir ibadettir. Görmediği Rabbini görüyormuş gibi inanan, inancının gereği, hiç kimsenin olmadığı yerde yemeyip oruç tutan insan, benzer konumda da aynı inançla hareket edecektir. Sadece yemek içmek değil, şehevî hislerini de kontrol edecektir. Oruç, ona iffeti öğretir. Helâl bile olsa her şeyin bir zamanı olduğunu ihtar eder. Sabır kuvvetini geliştirir. Tok açın halinden anlamaz, bunu bizzat yaşatarak öğretir. Sosyal empati kazandırır.
Zekât; toplum içinde müsbet hareketi yaşatan en önemli ibadetlerden biridir. İnsan, veren elin üstünlüğünü zekâtla idrak eder. Kendisinden daha düşük olanlara merhamet duyguları gelişir. Kazanılanın tamamının kendine ait olmadığını, topluma karşı malî yönden de sorumlu olduğunu hissettirir. Aç gözlülük ve tama gibi kötü duygu ve düşüncelerden kurtarır.
Kısacası insan, ibadetin sağladığı iç disiplin ile iffetli, hikmetli, şecaatkâr yani adaletli ve ahlâklı davranış sergiler. İşte bu davranışlar da müsbet harekettir.
Kur’ân ve Peygamberimizin hayatı, müsbet hareketin muhteşem örnekleriyle doludur. Rahmet peygamberini küçük yaştan beri tanıyan ve son anına kadar yanında bulunan Hz. Ali, O'nu (asm) şöyle tavsif etmektedir: “O daima güler yüzlü idi. Yumuşak huylu idi. Esirgemesi, bağışlaması boldu. Katı kalpli değildi. Kimseye bağırıp çağırmazdı. Kötü söz söylemezdi. Bir şey hakkında hoşnutsuzluğunu açığa vurmazdı. Hiç kimsenin ayıp ve kusurunu araştırmazdı. Hiç kimseye hakkında sevaplı ve hayırlı olmayan söz söylemezdi.”
O sadece insana değil, diğer mahlûkata karşı da müsbet tavır içindeydi. Öyle merhamet ve şefkat timsaliydi ki bitkilere, hayvanata, cansız eşyaya dahi muhabbet nazarıyla bakardı. Sahabeleriyle bir gün savaşa giderken, yolları üzerinde uyuyup kalan bir ceylan yavrusunu uyandırmamak için, arkadaşlarını yavru uyanıncaya kadar bekletmişti.
Müsbet hareket, kime, nasıl ve ne ölçüde
olmalıdır?
Hoşgörü bir müsbet harekettir. Fakat her şeyin bir ölçüsü ve sınırı olduğu gibi hoşgörüde de ölçü, müsbet harekettir. Dinimiz, kime, nasıl davranmamız konusunda bize birçok tavsiyelerde bulunur.
Meselâ, ehl-i küfür insanlarla beraber yaşıyorsak veya yaşamak zorunda kaldıysak, onlara karşı nasıl bir müsbet hareket sergileyeceğiz?
Müşriklerle aynı şehri paylaşmış bulunan Peygamber Efendimiz, bu konuda yine en güzel örnektir. En azılı kâfirlerden olan Ebu Cehil, Peygamberimizin insanları İslâm’a dâvetine engel olmak için, “Bu adamı dinlemeyiniz. O sizi atalarınızın dininden vazgeçirmeye çalışıyor” derken, Peygamber Efendimiz dönüp onun yüzüne bile bakmıyor ve tebliğine devam ediyordu.
Yine müşrik oldukları halde bir vadide alay etme kastıyla ezan okuyup gülüşen gençleri, Peygamber Efendimiz (asm) hiç öfkelenmeden onları yanına çağırmış, o sohbet-i Nebevinin iksiriyle birkaç saat içinde Müslümanlığı seçmişlerdir.
Ehl-i kitaba karşı müsbet hareket nasıl olmalıdır?
Peygamberimiz ashabını, Mekke müşriklerinin zulmüne karşı, Hıristiyan ve adil bir hükümdar olan Habeş kralı Necaşi’nin yanına göndermiştir. Yine Medine’den geçmekte olan bir Hıristiyan kafilesini Mescid-i Nebevi’de ağırlamış ve onların bu mescitte ibadet yapabileceklerini söylemiştir.
Ehl-i kitapla hiçbir zaman diyaloğunu kesmemiş olan Peygamber Efendimizin müsbet hareket düsturlarını esas alan Bediüzzaman, ehl-i kitaptan olan Hıristiyanlarla diyalog kurmak gerekliliği üzerinde durmuştur.
Allah’ı tanıyan ve ahireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla medar-ı niza noktaları münakaşa etmeyin ve onlarla dinsizliğe karşı ittifak edin demiştir.
Müslümanın, Müslümana karşı müsbet hareketi nasıl olmalıdır
Kur’ân ve peygamber, insanlara hiçbir zaman toptancı bir anlayışla yaklaşmamıştır. Mü’minleri ve müşrikleri açık ve kesin bir ayırımla, ahdinde samimî olanlar ve ahdini çiğneyenler diye ayırmıştır.
Ehl-i kitabı gayr-i müslimlerden ayırmıştır. Ehl-i kitabın içinde Hıristiyanları, Yahudilerden ayırmıştır.
Mü’minlere gelince artık bir ayırım söz konusu değildir. Çünkü ‘mü’minler ancak kardeştir’ emri belirleyici olmuştur. Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle mukabele et. O takva sahipleri ki, bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir.
Bediüzzaman, Uhuvvet Risâlesi’nde Müslümanın Müslümana karşı nasıl müsbet hareket etmesine dair ölçüler verir. Mü’min kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, lütufla ıslâhına çalışır.
Müsbet hareket için lâzım olan en önemli esaslardan biri de, ‘hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez’ âyetine dayanarak, mü’mindeki bir cani sıfat yüzünden diğer masum sıfatları mahkûm edilmez. Bu sebeple mü’minlerin birbirlerinin hatalarını örtmesi tavsiye edilir. Gıybet, iftira ve su-i zan gibi alçak silâhlara baş vurulmaması, neh-yi İlâhîdir.
Cemaatlere karşı müsbet hareket nasıl olmalıdır?
Kur’ân ve sünnete uymak şartıyla birbirlerini tenkit etmemek, kusur ve ayıplarıyla meşgul olmamak gerekir. Birbirlerinin hizmetlerine en güzel yardımcı ve duâ edici olmalıdırlar.
Bediüzzaman Said Nursî’de
müsbet hareket örnekleri
Müsbet hareketin bu asırda nasıl olacağını, asrın müceddidi Bediüzzaman’ın kendisi bizzat göstermiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkarılan bazı kanunları benimsememiş fakat teslim de olmamıştır. Bir kanunu reddetmek başkadır, o kanunla amel etmemek başkadır diye izah etmiştir. Meselâ şapka kanunu çıktığında bu kanunu onaylamamış, fakat onaylamadığı bu kanunu da şiddete baş vurarak düzeltme çabasına girmemiştir. Çünkü şiddete baş vursaydı bir cani yüzünden çok masum zarar görürdü. ‘Mesleğimizde bir kuvvet var fakat bu kuvveti asayişi muhafaza etmek için kullanmalıyız. Dahilde niza ve kavga olmaz.’ diyerek bir müsbet hareket örneği sergilemiştir.
Mehmet Akif’in şu mısraları sanki Bediüzzaman’ı anlatmaktadır:
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem / Gelenin keyfi için kalkıp geçmişe sövemem
Biri ecdadıma saldırdı mı boğarım -boğamazsın ki- / Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Kanayan bir yara gördüm mü, yanar ta ciğerim. / Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım /Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım.
Bu şiirin anlattığı gibi Bediüzzaman zalimi alkışlamamış, hatta zalimler için yaşasın Cehennem demiştir. İslâm âleminin kanayan yaralarına ciğeri yanmış, ‘âlem-i İslâm’a inen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum’ demiştir. Yine Akif’in dediği gibi:
Yumuşak huylu isem kim demiş uysal koyunum / Kesilir fakat çekmeye gelmez boynum.
Bediüzzaman, müsbet hareket içerisinde, hiçbir zaman çatışmaya girmemiş, ama şer güçlerle uzlaşmada da bulunmamıştır. Bediüzzaman’ın müsbet hareket çizgisinde iktidara göz dikmek, güç odaklarıyla iş birliği içerisinde olmak gibi bir teşebbüs olmamıştır. Onun amacı, insanları dünyevî ve uhrevî hayatını kurtarmak olmuştur. Hatta başımdaki saçlarım adedince başım olsa, her gün biri kesilse, imana ve Kur’ân’a feda olan bu baş, zındıkaya eğilmeyecektir demiştir. Tıpkı Hz. Peygamberin(asm), ‘Vallahi bir elime ayı bir elime güneşi verseniz ben bu dâvâmdan vazgeçmem’ sözü gibi.
Birçok insanın tahammül edemediği zulümler, tazyikler, hapisler, zehirlenmeler karşısında imandan gelen tevekkül, teslim ve muhabbet esaslarına dayanarak o kötü halleri lehine çevirmiştir. Hapishanelere medrese-i Yusufiye nazarıyla bakmış, hastalık ve mûsibetlere dinî olmamak şartıyla her bir dakikası onlar, yüzler sevap kazandıran bir bakışla sabır içinde şükür etmiştir. O kendisine zulmedenlere karşı hiçbir zaman intikam alma niyetiyle bakmamış, hatta evlerindeki masum çoluk çocukları yüzünden bedduâ bile etmemiştir.
O, ‘Bizim vazifemiz müsbet harekettir, menfi hareket değildir. Rıza-yı İlâhiyeye göre sırf hizmet-i imaniye yapmaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.’ demiştir.
Bu satırlardan da anladığımız kadarıyla iman hizmeti yapmak bir müsbet harekettir. Hatta insanoğluna yapılabilecek en büyük yardımın ifadesi, en büyük müsbetin simgesidir. Yine bu satırlardan şunu da anlıyoruz ki, asayiş müsbet bir iman hizmetiyle yapılır. Nur hizmetinin ulaştığı kimseler, problem olmak şöyle dursun asayişin manevî bekçileri olmuştur.
Yine şunu anlıyoruz ki, müsbet hareketle bu iman hizmetimizi yaparken, bize sıkıntı verenlere karşı, müsbet tavır olarak, sabır ve şükürle mükellefiz.
Müsbet hareket imanla olur
Netice olarak, müsbet hareket ancak imanla mümkündür. Hukukullahı yerine getirmeyen bir insandan, insanlık âlemine ve çevreye karşı nasıl bir müsbet hareket beklenebilir?
Bununla birlikte sadece ‘ben iman sahibiyim’ demek de yeterli değildir. İmanın kişinin kendisine, ailesine, akrabalarına ve insanlık ailesine yansıyan boyutlarının ortaya çıkma zorunluluğu vardır. Yani iman, ibadetle, adaletle, ahlâkla, sevgiyle, barışla, hoşgörüyle sosyal hayatta varlığını gösterebilmelidir.
Bu vatanda yaşayan hepimiz aynı vücudun azaları gibiyiz. Beğenmediğimiz organlarımız da bizim. Bunları varlığımızdan söküp atamayız.
Hepimiz aynı geminin üzerinde yolculuk yapmaktayız. Gemiye gelecek bir zarar, hepimize dokunacaktır. Bu zararları def etmek, Kur’ânî ölçüler içeren müsbet hareket düsturlarıyla olacaktır. Müsbet hareket denen şey ise, genel itibariyle Resul-i Ekrem (asm)’ın 63 yıllık hayatıdır.
26.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|