Aslında raftan yeşil portakalları alıp poşete doldururken hiç de ümitli değildim. “Yeşil limon olur, ama yeşil portakal olmaz. Hem olursa, o zaman biz artık hangi renge portakal rengi deriz?” düşünceleri arasında meyveleri tarttırmaya gittim. Kendime sadece denemek için, iki tane yeşil portakal alma hakkı vermiştim. Daha önceden denemek için ikişer tane alıp, daha sonra bağımlısı olduğum mangolara ve Hint ayvalarına göz gezdirdim. Artık mevsim kışa dönmüş, mangonun eski çeşitliliği ve canlılığı kalmamıştı. Ama Hint ayvasına hayır diyemedim. Meyvelerimi aldım, eve geldim. Yeşil portakalın tadıyla büyülendim. “Önyargı” dedim, “böyle bir şey.” Kendimi hep çok az önyargılı görmeme rağmen, baktım ki bende de önyargılar oluşabiliyormuş.
Henüz yeşil portakalın tadıyla mahmurluğum devam ederken, Nil’i taşırırcasına, piramitleri yıkarcasına bir deli yağmur başladı.
Kahire’nin çoğu insanının adımını atmadığı, aslında hayatın gerçeği, bizdeki pazarlar gibi yahut da işportacılar gibi satıcıların bulunduğu bir bölgede, bu hafta burada kurulu bir derneğin 6. yıl dönümü kutlamaları için bazı alış verişler yapmaya gitmiştik. Bana o kadar renkli, o kadar değişik ve heyecanlı geliyordu ki; yolların tozuna, kirine, havanın garip sıcaklığına, susuzluğa, hijyen şartlarına aldırmadan; sadece fotoğraf makinesiz olduğuma hayıflanarak sokakları defalarca turlayabilirdim. Rengârenk balonlar, boncuklar, mumlar, süslemeler, bebekler, mavi-pembe yeni doğmuş bebek şekerleri, düğün süsleri, bebek partisi süsleri (burada bebek 7 günlük olduğu zaman evde bir duâ okutulup, yedi gün partisi yapılıyor), tüller, fenerler, fanuslar her dükkândan başlarını uzatmış durmaktaydılar. Bu coşku ve heyecanı, mağazalarda da aynısı bu mekânın en az 3-4 katı fiyatına satılan eşyaları görünce hayretle dolaşan “ve bir daha mağazalardan alış veriş etmeyeceğine” bir kere daha söz veren ben, deli gibi yağmuru hissedememiştim. Hissetmiş olsaydım, geçen hafta Bursa’da bavulumu hazırlarken ağırlık yapıyor diye şemsiyemi çıkarmazdım. “Anne kaç kere yağmur yağdı ki altı üstü taşındığımdan beri Mısır’a” diye de söylemezdim anneme...
Fakat heyhat, yağmur başladı... O nasıl bir yağmur yâ Rabbî. “Nil yerinden taştı” dedim kendi kendime. Çok şükür ki, arabamız vardı ve arabaya binip eve gidecektik. Hiç bu kadar yoğun bir yağmurla Kahire’yi bir arada görmediğimden olsa gerek, kalbim oldukça rahat, arabaya yerleştim. Ta ki bir müddet sonrasında yollarda memleketten insan manzaraları izlemeye başlayana dek... Ayakkabılarını çıkarmış, pantolonunu dizlerine kadar sıyırmış, yine de sulardan kurtulamamış insanlar... Belediye otobüslerinin camlarından sarkmış, diğerlerini izlemeye çalışanlar... Uzun müddet tabiî yüzme havuzlarının içerisinde yol alıp, normalde 15 dakikalık yolu 2 saat gibi bir mesafede kat ettikten sonra, artık eve yaklaşmış olmanın verdiği rahatlıkla etrafa çok da bakmıyordum. Ta ki arabanın içine hızla su dolmaya başladığını görene dek... Bu trajikomik, Hint filmi misali sahneden nasıl sıyrılacağımı hiç düşünmeden, direkt kovalarla arabadaki suyu boşaltmaya başladım. 40 dakika sonra arabadaki bütün suyu boşaltmış bulunmaktaydık.
Sağ salim eve geldik.
O gün kulağımıza herhangi bir kötü haber gelmedi. Ama bütün nikâh törenlerinin 3-5 misafirle gerçekleştiğini, insanların uçaklarını kaçırdığını duyabiliyordum. Her şeyin sebebinin ülke altyapı sisteminin yağmur yağmadığı gerçeği hesaba katılarak inşa edilmesinden kaynaklandığını da artık herkes dile getirebiliyordu. Bu ülkede yağmur mazgalları yoktu. Kışın kaloriferi olmayan ülkede, yağmur mazgalları da olmazdı tabiî... İlk fırsatta şemsiyemi Kahire’ye getirmeye ve bol bol yeşil portakal yemeye karar verdim.
28.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|