İnsan daha anne karnında iken öğrenmeye başlar. Bir takım becerileri oradan öğrendikten sonra dünyaya gelir. Dünyaya geldikten sonra da hızlı bir şekilde öğrenmeye devam eder. Beyinde mercimek kadar bir yer tutan “kuvve-i hafıza”, insanın ömür boyu öğrendiklerini depo eden yüksek kapasiteli bir hafıza kartı gibidir. Yani hafızamız, hayatımızın arşividir. Hayatımız boyunca öğrendiğimiz bütün bilgiler burada depo edilir.
İlkokul yıllarından itibaren tahsil hayatımızda öğrendiklerimizi şöyle bir hatırlamaya çalışsak, acaba bize faydalı olan ne kadar bilgi ile karşılaşırız? Öğrendiklerimizin ne kadarı bugün işimize yarıyor? Hiç sevmediğimiz ve bize zorla dayatılan bazı dersleri, sadece sınıf geçmek için öğrenmek zorunda olduğumuzu bir düşünelim. Bazı dersleri de ezberlemiş ve sınavdan sonra hemen unutmuşuzdur.
Biyoloji dersinde çeşitli böceklerin, kurtların, solucanların vücut yapısını okuduk. Dere kenarında yakaladığımız kurbağanın karnını yarıp, bir cerrah edası ile iç organlarını inceledik. Amipten terliksi hayvana, tek hücrelilerin yapısını öğrendik. Ama bu hayvancıkların vücut yapılarını planlayan, hayatlarını programlayan, onlara hayat ve rızık gönderen bir Yaratıcı’dan hiç bahsedilmedi. Onların bedenlerindeki harika san'atlar anlatıldı, San'atkâr’ı hiç anlatılmadı.
Bir ağacın kökünden, tepe noktasındaki en küçük bir yaprağa ve çiçeğe su ve gıda taşıyan incecik damarlar anlatıldı. Elli metrelik bir ağacın tepesindeki bir noktaya kıl gibi ince bir damar vasıtası ile su pompalamak için bilmem kaç kilogramlık bir basınç gerektiğini okuduk. Bu iş, harika bir mühendislik sistemiydi. Sistemden bahsedildi, bu sistemi kimin tesis ettiği söylenmedi.
Bir çoğunu telâffuz dahi edemediğimiz yabancı kelimelerle, bitki hücrelerinin yapısı ve görevleri öğretildi. Bitki hücresi ile insan hücresi arasındaki farkları sırası ile ezberledik. Koca bir ağacın küçücük çekirdeği içinde ağacın plan ve programının yazılı olduğu söylendi. Ama bu harika programın kim tarafından yazıldığını ve oraya yerleştirildiğini söylemediler.
Suyun canlılar için ne kadar önemli bir madde olduğunu zaten biliyorduk. Okullarda ise, suyun yapısında hidrojen ve oksijen diye iki elementin bulunduğunu, iki oksijen molekülü ile bir hidrojen molekülünün birleşerek suyu meydana getirdiğini, sıfır derece donup yüz derecede kaynadığını öğrendik. Diğer maddeler soğudukça hacimleri küçülüp daha az yer kapladıkları halde, bu kurala aykırı olarak suyun donması ile hacminin arttığını ve genişlediğini, bu sayede denizlerin ve göllerin yüzeylerinde meydana gelen buz kütlelerinin dibe batmadıklarını da öğrenmiş olduk. Fakat bu fizikî kural ve kanunların kim tarafından konulduğu öğretilmedi. Tabiat diye muazzam bir kitabın var olduğu, ilmî ve teknik gelişmelerin bu kitabın okunması ile öğrenildiği anlatıldı ama, tabiat kitabının kim tarafından hangi matbaadan tâb edildiği anlatılmadı.
Tıpta, astronomide, fizikte, kimyada, elektrikte, biyolojide, botanikte, sosyal ve sayısal alanlarda bunlara benzer pek çok bilgiyle kafalarımızı doldurduk. Yetmedi, tarih diye Yunan mitolojilerini, Hint masallarını ve acem hikâyelerini ilâve ettik. Herkülden, Zaloğlu Rüstem’e kadar, doğunun ve batının efsanelerini de birer mâlûmât olarak hafıza arşivimize yerleştirdik. Bu kadar fuzulî ve bir kısmı da muzır malûmat ile doldurulan kafalar, odun yığınları ile doldurulmuş depolara döndü.
Halbuki insanın öğrenmesi gereken en önemli malûmat, kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bilmesidir. Yunus Emre’nin dediği gibi, “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır”. Bir insanın ömür boyu okudukları ve öğrendikleri, kendisini bilmesini sağlamadıysa, o insan cehaletin karanlıklarından kurtulamamış demektir.
Bediüzzaman Hazretleri, fuzûlî bilgilerle kafasını doldurup, aklını ve ruhunu karanlıkta bırakanlara şöyle ders veriyor: “Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faydasız, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faydalı, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîmi Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarifi fenniyen, kıymettar maarifi İlâhiye hükmüne geçsin.” (Barla Lâhikası, s. 57)
Bediüzzaman gibi, dünyaya dönüp bakmayan, sekiz senede sekiz gazete bile okumayan bir ilim ve iman kahramanı dahi, “Ben kafamı teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum” diyorsa, bizlerin kafasında kim bilir ne kadar odun yığınları vardır.
Bu odunlara iman ateşi verip, kafalarımızı ve kalplerimizi nurlandırmaya ne dersiniz?
28.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|