“TERÖR zirveleri”nde demokratikleşmeden cayılması ve özgürlüklerin kısıtlanmasının gündeme gelmesi, Ankara’nın hâlâ bu ince ayırımda doğruyu bulamadığının belirtisi…
Başbakan’dan Meclis Başkanına kadar, terörle mücadelede hukuk kurallarına riâyet edileceğini deklâre etmelerine karşılık, işe hak ve hürriyetlerden başlanması, oyunun yeni baştan sahnelendiğinin göstergesi.
Başta “gözaltı süresinin uzatılması, jandarmanın şehirlerde kolluk kuvveti görevini yapması ve sorguda avukat bulundurulmaması gibi temel hak ve hürriyetleri sınırlayan önerilerin görüşülmesi, mânevî terbiye ile din eğitiminden hiç bahsedilmemesi, Türkiye’nin bunca ibret verici olaya rağmen bölücü teröre karşı hâlâ “yol haritası”nı çizemediğini ortaya koyuyor.
Esasen, bölücü terör, etnik farklılığı bahane ederek vatandaşlar arasında fitneyi telkin etme fırsatını buluyor. Irkçılığın tahrikiyle karşı kışkırtmada bulunarak tahrik ediyor. Böylece Cumhuriyetin ilk yıllarında “dinden tecrid” zihniyetiyle başlayan yeni rejimin tek parti döneminde “milliyetçilik” perdesindeki “ırkçılık” akımının “resmî ideoloji” haline getirilmesi, farklı ırklar üzerinde Türkiye’yi parçalamanın malzemesi haline getiriliyor.
Siyasî iktidarın, asker ve sivil bürokrasinin öncelikle bunun farkına varması lazım. Aksi halde “özgürlükleri kısıtlamak”la başlayan “terörle mücadele yöntemi”, ecnebilerin üflemesiyle oynayan işbirlikçi ırkçı tahrikçilerin eline kozlar verir; terörü daha da azdırır…
“FRENK İLLETİ” FİTNESİ…
1925’te dayatılan “Şark Islahat Plânı”na göre Türkiye Cumhuriyetinin resmî kurumlarının ve okulların yanısıra işyerlerinde hatta çarşıda ve sokakta, başkalarının duyabileceği şekilde Kürtçe konuşmaya para cezası getirmişti. “Kürtlerin Kürtçe konuşmalarının yasaklanması” ve özellikle “kadınların Türkçe konuşmalarının sağlanması” ütopik amacıyla tatbik edilen tepeden inme “anadili yasaklayan” bu yasa, tahrikten başka bir işe yaramadı…
Keza 1934’te “Yurtta dil, kültür ve kan birliği temini” teziyle çıkarılan Mecburî İskân Kanunuyla Türkiye “mıntıkalar”a taksim edilerek ülke, vatandaşların göçe zorlanacağı, zorla iskân edileceği ve boşaltılacağı bölgelere göre bölüştürüldü.
Bilhassa bölgenin eşrafı, doğdukları ve yaşadıkları yörelerinden koparılarak göçebe ve mülteci haline getirildi. Vatandaşların başka bir yerde yurt edinmesi İçişleri Bakanlığının “izni”ne tabi tutuldu. En az on yıl süreyle memleketlerini ziyaret etmeleri ve seyahat özgürlükleri bile engellendi. Hem de “isyanları” önlemek için sözde “kanun” perdesinde…
Bunu bizzat devlet eliyle “dinin yerine “milliyetçiliği” ikame eden baskı ve zorlamalar izledi. Türk milletinin iftihar vesilesi, İslâmdan azâde kılınarak İslâm öncesi Türk tarihine, Etilere, Sümerlere dayatıldı. “Güneş Dil Teorosi”yle “yeryüzündeki bütün dillerin Türkçeden çıktığı” komedisine başvuruldu. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu bu maksatla kuruldu…
Neticede bu “cebrî ve keyfî kanun”un tatbik edildiği dönemde isyanlar daha da arttı. Ecnebiler, ajanlarını devreye sokarak bu tür baskı ve zulümleri alabildiğine istimal ettiler.
Bediüzzaman’ın tâbiriyle, İkinci Dünya Savaşında Avrupa’yı kasıp kavuran ve otuz milyon insanın katledilmesine, şehirlerin yerle bir olup harap olmasına ve bütün bir kıt’anın kan ve gözyaşına boğulmasına sebebiyet veren “Frenk illeti” ırkçılık fitnesiyle parçalanan Osmanlının bâkiyesi vatanın da parçalara ayrılarak ufak lokmalar haline getirilmesi hedeflenmişti…
DİN YERİNE “MİLLEYÇİLİĞİN” İKAMESİ…
Öylesine ki, “dinden tecrid” politikaların ve din derslerinden yoksun eğitimin vâhim neticeleri, yine dinden bigâne ortaya atılan bu “dil ve tarih tezi”yle karşılanmaya çalışıldı. Bunun içindir ki M. Kemal, “Devletimizin dışta ve içte itibarı büyük; memleketi onarıyoruz, her şey ilerlediğimizi gösteriyor” diyerek kedisini metheden Ruşen Eşref Ünaydın’a, “Hayır, yaptıklarımız tehlikede, Cumhuriyet dahil ne yapmışsak!” itirafında bulunmuştu.
“Mânevî boşlukları doldurulamamış, beslenmemiş milletin hangi maddî düzeyde olurlarsa olsun, bir gün çökeceklerini” anlatıp ispatlayan Alman düşünürü Ludwing Büchner’in bir yazısında okuduklarını gösteren M. Kemal, itirafını şöyle sürdürmüştü: “Yazar, bir yerinde, ‘Tarihten, zaferlerden, büyük adamlardan yoksun milletler, maddî imkânları geniş olsa da, ciddî bir sallantıya dayanamazlar, çöküp giderler’ diyor. Birdenbire düşündün; ‘laikiz’ dedik, dinle ilişiğimizi kestik. ‘Cumhuriyetiz’ dedik, rejimimizi tehlikeye düşürmemek için saltanat devrini kötüledik. Kazanılmış büyük zaferleri bile birkaç kelime ile geçiştirmeğe başladık. Lâtin harfleri aldık, yeni kuşakları binlerce yıllık geçmişinin hazinesinden mahrum bıraktık…” (İsmet Bozdağ, Milliyet, 16.11.1974; Aydınlar Konuşuyor, Necmeddin Şahiner, Yeni Asya Yayınları, 210-211)
Lâkin M. Kemal, kendince “Batı’nın bir parçası olmak” hesabına “bunları yapmak zorunda olduğunu” belirtiyor; din dışı tatbikat devam ediyor, netice değişmiyor. Din dışı eğitim ve din yerine milliyeti ikame eden zihniyet, Türkiye’yi büyük bâdirelere sürüklüyor…
Bediüzzaman’ın tespitiyle, “sırf ulum-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almayan” dini dışlayan eğitim sistemiyle, “milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen, uhuvvet-i İslâmiyeyi (İslâm kardeşliğini) tanımayan” zihniyetle İslâmî terbiye zayıfladı. İslâm âlemini parçalayan plân, Türkiye üzerinde de uygulamaya konuldu…
Terörle mücadele için tespit edilen “yol haritası”nda dünden bugüne bu gerçeklere de bakmak lâzım.
Sahi terörle mücadelede din kardeşliği faktörünü neden nazara alınmaz?
16.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|