Demokrasi şehidi Adnan Menderes ve arkadaşlarının “demokrasinin Kerbelâsı” Yassıada’da idam edilişleri cinâyetinin sene-i devriyesinde Aydın Menderes’i Ankara’daki evinde ziyaret etmiştik.
Aydın Menderes, 10-15 yaşlarında bizzat şâhid olduğu olayları anlatırken zaman zaman Demokrat Parti milletvekillerinden Giyasettin Emre’nin hâtıralarına atıfta bulunuyordu.
Sohbet, özellikle Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesiyle başlayan, imam hatip okulları, Kur’ân kursları ve yüksek İslâm enstitülerinin hizmete açılmasıyla devam eden, din derslerinin okullara konulmasıyla desteklenen Menderes ve Demokratların dine hizmetleri, din eğitimi ve öğretimine önem vermeleri üzerinde odaklandığında, yakın tarihin demokrasi mücadelesinin destanı olan kahramanca, hâdiseler, Emre’nin hâtıralarıyla te’yid ediliyordu.
Menderes’in Yavuz Sultan Selim gibi Topkapı Sarayındaki Peygamberimize ait Mukaddes Emânetleri abdest alarak büyük bir tâzim ve ihtiramla bizzat sırtlayıp taşıması ve karşısında elpençe divan durup duâ etmesi; o mekânda günün 24 saatinde Kur’ân okutması ve yine tıpkı Yavuz gibi hâfızlar eşliğinde Eyüb Sultan’a taşıması düşüncesi sohbetin konusu olduğunda, hep Gıyasettin Emre’nin hâtıraları sözkonusu olmuştu.
Gıyasettin Emre’nin hayatını demokrasiye, milletin inanç ve mânevî değerlerinin pâyidar olmasına adayan Başvekili merhum Menderes misâli, ömrünü demokratik mücadeleye, inanç ve değerlere hizmette geçiren, hâdiseleri bu nazarla değerlendirip ilerlemiş yaşına rağmen heyecanından ve cehdinden bir şey kaybetmeyen bir Demokrat oluşu, Bedüzzaman’ın Menderes’e ve Demokratlara duâsının açık bir tezâhürü idi…
BEDİÜZZAMAN’LA MENDERES ARASINDAKİ
İRTİBAT HATTI…
Aydın Menderes’le vefat yıl dönümünde anma amacıyla yapılan sohbette teberrüken okuduğumuz ve “Fâtihası”nı Bedüzzaman’dan Menderes’e ulaşan mânevî irtibat hattında bütün Nur talebelerine ve Demokratlara ithafta bulunduğumuz “Sayın Adnan Menderes!” hitabıyla başlayan “Demokrat Nur talebeleri” imzalı lâhika mektubu, merhum Menderes’ten Emre’ye uzanan doğru yolda âdeta bir “beraat” belgesi olmuştu.
Mektuptaki, “Bütün gâyesi vatan ve milletin selâmeti uğruna çalışan ve ders veren Üstadımız Bediüzzaman gibi mübârek ve muhterem bir zâtın Demokrat Partiye yaptığı yardımı kıskanan Halk Partisi ve Millet Partisi elemanları, çeşit çeşit bahane ve eziyet yaparak Üstadımız Bediüzzaman’ı Demokrat Partiden soğutmak için var kuvvetleriyle çalıştıklarına kat’î kanaatimiz gelmiş” cümlesi, dünden bugüne Nur talebelerinin siyasî tesbit ve istikametlerinin hâdiseler nezdindeki ispatının özlü ifâdesiydi.
Merhum Menderes’e, “Sizin gibi, ‘Dinin icâplarını yerine getireceğiz, din bu memleket için hiçbir tehlike teşkil etmez’ diyen bir başvekili ve Demokrat Partisiyi Kur’ân ve İslâmiyet ve vatan hesabına bütün kuvvetiyle ve talebeleriyle, dersleriyle desteklediği”ni bildiren paragrafı, bütün şaşırtmalara rağmen şaşırmayan ve siyasî müşevveşiyete meydan vermeyen Nur talebelerinin haklılığının açık ikrarıydı. (Emirdağ Lâhikası-II,422-423)
Bediüzzaman’ın altı bin sahifeyi aşkın Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur Külliyatının te’lifi ve neşriyle, iman ve Kur’ân hizmetiyle vazife-i hakîkiye”yi yaparken, “vatan, millet ve din nâmına mükellef olduğum büyük vazife” dediği ve “bilmemenin bir özür teşkil etmediği” ictimaî ve siyasî tesbit ve hizmetlerinin açık bir nişânesiydi… (Tarihçe-i Hayat, 490)
Ve Menderes’e “İslâm kahramanı”; dâvâ arkadaşı Demokratlara “İslâmiyete ciddî taraftar mühim zâtlar” övgüsünün işâretiydi. (Emirdağ Lâhikası-II, 449)
MÜLÂKAT, “TÂZİYE”
YAZISINA
DÖNÜŞTÜ
Gıyasettin Emre ile daha önce defalarca arkadaşımız Mehmet Kara ile yaptığımız “Başkent Sohbetleri”nden iktibas edilen hâtıralarla tahkim edilen sohbetin 17 Ramazan’a denk gelen 17 Eylül’de “Aktüalite”de özetlenip yayınlanması üzerine, Anadolu’nun muhtelif yerlerinden birçok okuyucumuz aramış, çoktandır rahatsızlığı sebebiyle ara vermek durumunda kaldığımız Gıyasettin Emre’yle röportajların devamını istemişti.
Doğrusu, aktüel siyasî ve sosyal olayları Menderes’ten, Demokrat Parti’den Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi’ne ulaşan çizgide yakın tarihin ibretli hâdiseleriyle yorumlayan Gıyasettin Emre’nin dünyevî gelişmeleri mânevî mâverayla mezcedip tesbit ve tasdik ettiren sohbetini biz de özlemiştik.
Bundandır ki en son Keçiören’de bir özel hastanede ziyaret ettiğimiz Emre’yi bayram sonrası yeniden ziyaret edip hem okuyucularımız adına geçmiş olsun dileklerimizi iletmek, hem de günümüzde gündem karartmasına tutulan siyasî keşmekeşi aydınlatacak demokrasi mücadelesi ve kararlılık dersleriyle dolu hâtıralarından bir demet derlemeyi plânlamıştık.
Ardından Bediüzzaman’ın Hicrî vefat yıl dönümü olan Ramazan’ın 25. gecesinde Şanlıurfa’daydık. Ramazan’ın mânevî bereketiyle bollaşan ulvî atmosfer içinde peşinden gelen Kadir Gecesi, Arefe ve Bayram günlerinde Anadolu’nun bir çok bölgesi gibi uzun zamandır kuraklıkla kavrulan Urfa’da rahmet üstüne rahmet yağdı. Bediüzzaman’ın târifiyle “taşı ve toprağıyla mübârek olan Urfa ve havalisi”, camilerinden yükselen ezân ve Kur’ân sesleriyle mânevî rahmete de mazhar olmuştu.
“Urfa Mevlidi”nde Dergâh’ın avlusunda münâcât ve duâlarla başlayan, dershanelerde “Leyle-i Kadirde kalbe gelen hakikat”la ve Hutbe-i Şâmiye’deki “İstikbâl yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak ve hâkim, hakaik-ı Kur’âniye ve imâniye olacak” müjdesiyle okunan derslerle devam eden “Âlem-i İslâmın büyük bayramı”nın “Rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle beklentisi” ve ümidi, bir diğer “rahmet” haberiyle buluştu; Gıyasettin Emre’nin Rahmet-i Rahmana kavuştuğu haberi ulaştı…
Ne çâre ki artık “Gıyasettin Ağabey”le yapacağımız mülâkat bir “tâziye” yazısına dönüşecekti. Bayram sonrasına te’hir edilen görüşme ve “son röportaj!” Bayramın son gününde sanki bir başka âleme ertelenmişti. Biz de Demokratlara, dostlarına, yakınlarına “son röportaj!” yerine tâziyetlerimizi sunmak kalmıştı...
BÜTÜN ENDİŞESİ, DEMOKRASİ
VE MİLLET
DÂVÂSI İDİ…
Hâdiselere tıpkı Menderes’le arasında irtibat kurduğu Üstadı Bediüzzaman gibi “vatan, millet ve İslâmiyet nâmına” bakan Gıyasettin Emre, yaşlı ve hasta haliyle dahi Türkiye’nin gündemini, demokrasi ve mânevî hizmetlere dair gelişmeleri büyük bir ciddiyet ve kararlılıkla tâkip ederdi. Arkasından yakın tarihteki birçok olaya ışık tutan demokrasi mücadelesinin panoraması yüzlerce yazı, dizi dizi röportaj, yakın siyasî tarihin şeref levhası ve ibret vesikası hâtıralar bıraktı.
Zira o millet irâdesini demokratik dirençle söz sahibi yaparak “Yeter artık söz milletindir” diyen, demokrasi mücadelesini inanç ve mânevî değerlere hizmetle tâçlandıran, kendi tâbiriyle, “rey’in ‘nâmus’ olduğu, şimdiki gibi ‘para’ olmadığı” asil bir nesle mensuptu. Dâvâsı uğruna her türlü ezâ ve cefâyı göze alan fedakâr “Demokratlar”dandı. Zulme uğrayan Demokratlarla beraber ikibuçuk yıl Yassıada’da altı ay Kayseri Cezaevinde yattı…
Bir asra yaklaşan hayatı boyunca o hep, Türkiye’nin önünün demokrasi katili darbelerle kesilmemesini, Demokrat Parti ve Adalet Partisi döneminde yapılan barajlar ve fabrikaların aynı hızla devam etmesi, maddî ve mânevî kalkınmanın önünün kesilmemesi halinde Türkiye’nin çok daha ileri bir seviyede olacağını söylerdi.
Tek kaygısı, demokrasi ve mânevî hizmetlerin önünün kesilmesiydi. 27 Mayıs ihtilâlini, 12 Mart muhtırasını, 12 Eylül darbesini ve 28 Şubat “postmodern darbesi”ni yaşamıştı. Darbelere ve demokrasi dışı dayatmalara karşı bir ömür boyunca hep tavır almış, mücadele etmişti…
Sanki Bediüzzaman’ın vefâtından önce, “Kalbe ihtar edilen ictimaî hayatımıza âit bir hakikat”taki, “dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar” mânâsı onda tecelli etmişti. Demokratlara, “maddî ve mânevî câzibedar nokta-i istinad (dayanak noktası) olan hakaik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa (…) Halkçılar ırkçılığı elde edip, sizi mağlûp etmeye bir ihtimâl-i kavî (kuvvetli bir ihtimalle) hissettim ve İslâmiyet nâmına telâş ediyorum” ikazındaki “telâş” âdeta ona yansımıştı.
Bütün endişesi, Bediüzzaman’ın “ihtimal- i kavî” ile haber verdiği demokrasi dışılığın yeniden dayatılması idi. Telâşı, dâvâsı buydu. Meselesi, millet irâdesinin üstünlüğü, demokrasi, hak ve hürriyetler içinde mânevî hizmetlerin yapılması idi…
“SAİD’İME KARIŞMA! İLERDE İSLÂMA BÜYÜK
HİZMET EDECEK”
Aslında Gıyasettin Emre’nin Bediüzzaman’la kadim dostluğu dedesinden tevârüs eder. Dedesinin Bediüzzaman’a ihtimamı ve babasının tavsiyesiyle başlar. O günden beri Bediüzzaman’la “dede dostu” ve “baba muhibbi”dir…
Derin bir hürmet içinde dostluk şöyle başlar: Genç Said, 1889’da henüz çok genç yaşlarda medresesine gittiği Gıyasettin Emre’nin dedesi Molla Fethullah’ın sorduğu bütün kitapları “bitirdim” cevabını verince, hayretine karşı şunları söyler: “İnsan başkasına karşı kendini büyük göstermek için hakikati gizleyebilir. Fakat babadan daha muhterem olan hocasına karşı ancak gerçeği söyler. İsterseniz söylediğim kitaplardan beni imtihan ediniz.”
Hangi kitaptan sorsa cevabını alan Molla Fethullah, “Pekâla, zekâda hârikasınız, fakat hıfzınız nasıldır? Makam-ı Harîrî’den birkaç satırı iki defa okuyarak ezberleyebilir misiniz?” diye kitabı uzatır. Genç Said’in kitabın bir yaprağını bir defa okumakla hıfzedip ezbere okuduğunu gören Molla Fethullah, “Zekâ ile hıfzın bu şekilde aşırı derecede bir kimsede toplanması nâdirdir” diye takdirini belirtir.
Ardından İbnü’s-Sübkî’nin dört mezhebin fıkıh usûlünü beyân eden Cem’ül Cevâmî kitabını da günde bir iki saat çalışmakla bir haftada ezberlemesi üzerine, Genç Said’in hâfıza ve zekâsına hayran olan Molla Fethullah, bu dahî genci Hicretin üçyüz senesinde yaşayan Bediüzzaman-ı Hemedanî isimli zâta benzetir; ilk olarak kendisine “Bediüzzaman” diye hitap eder.
Bediüzzaman, bu hâdiseyi yarım asır sonra isimdaşı Bediüzzaman-ı Hemedanî’nin “hârika zekâveti ve kuvve-i hâfızâsı”na işâretle, “Elli beş sene evvel üstadlarımdan Siirtli Molla Fethullah, Eski Said’i ona benzeterek, onun ismini bana vermiş” diye belirtir. (Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, Necmeddin Şahiner, 62-66)
Onbeş - onaltı yaşlarında bulunan Bediüzzaman, bedenen pek çevik ve metîn olduğu gibi, “Saidü’l-meşhur” lâkabıyla yâd edilir. Kendisiyle güreşte yarışmak ve ilmî münâzâra etmek isteyen bütün arkadaşlarına karşı hazır olduğunu ve sorulacak bütün suallere cevap vereceğini, kimseye sual sormayacağını ta o zamandan ilân eder.
Bediüzzaman’ın şöhretinin Siirt ve muhitte şuyû bulması üzerine Molla Fethullah ulemaya, “Bizim medreseye gàyet genç bir talebe geldi, her ne sual ettimse bilâtevakkuf cevap verir. Bu yaşta zekâsına ve ilmine ve fazlına hayran kaldım” diyerek, pekçok metheder. Bunun üzerine, ulema bir yerde toplanarak, Bediüzzaman’ı dâvet ederler. Bediüzzaman, intihab ettikleri bütün suallerine bilâtereddüt cevap verirken, Molla Fethullah’ın yüzüne bakar. Sanki kitaba bakıyor gibi okuyarak cevap verir. Bunu gören ulema, Bediüzzaman’ın hârikulade bir genç olduğuna hükmedip, fazîletini takdir ve sena etmek durumunda kalır. Bu hal etrafta işitilir; ahali, kendisine veliyyûllah derecesinde ihtiram eder ve o nazarla bakar. (Tarihçe-i Hayat, Sayfa 34)
“ÜSTADIMIN TORUNU GELECEK, BENİ
ZİYARET EDECEK…”
Bunun içindir ki Molla Fethullah’ın medresesinde ders veren büyük âlimlerden Hoca Abdülkerim’in bir gün Hocaya hitaben, “Kurban, nedir bunu bu kadar çok şımartıyorsunuz, her kitaptan bir ders verip geçiriyorsunuz? Çok zeki ama böyle olunca şımaracak” itirazı üzerine Molla Fethullah Efendi, “Sen benim Said’ime karışma! O ilerde din-i İslâma büyük hizmetler edecek” diye cevap verir. (Son Şahitler, Necmettin Şahiner, C.II, 49-60)
Ve yine bunun içindir ki Gıyasettin Emre, ilk olarak milletvekili seçildikten sonra Ankara’ya gitmek üzere pederiyle vedalaşırken, “Gittiğin zaman mutlaka benim yerime Bediüzzaman’ı ziyaret et ve benim yerime elini öp, hürmetlerimi bildir” tavsiyesini alır.
Demokrat Parti milletvekillerinden Said Köker ve Ekrem Ocaklı’yla birlikte Emirdağı’nda on beş günden beri rahatsız olan ve kimseyi kabul etmeyen Bediüzzaman’ı ziyaret etmeye gittiklerinde, kapıya varır varmaz genç bir Nur talebesi, “Bediüzzaman Hazretleri misafirlerini bekliyor” der. Gıyasettin Emre ve arkadaşları hemen huzura kabul edilirler.
“Ben çoktan beri rahatsızdım. Fakat sabahtan beri, bir ferahlık duymuştum, ama nerden bileyim ki, benim üstadımın torunu gelip beni ziyâret edecek” diyen Bediüzzaman, “Gıyas! Gıyas!” diye kendisini kucaklar. Öğle namazını beraberce kılarlar, ikindi namazından sonra ayrılırlar. Ancak arabalarının tekerleri peşpeşe patlar, bir türlü Emirdağ’dan çıkamazlar. Çünkü Üstad, “Sabah namazından sonra Gıyasettin bana gelsin!” demiştir…
EMRE’NİN ANLAMLI BİR HÂTIRASI…
Bediüzzaman, birçok lâhika mektubunda belirttiği gibi, Ezân-ı Muhammedînin ilânının Demokrat Parti’ye büyük bir mânevî kuvvet hükmüne geçtiğini açıkça belirtir.
“Evet, Nur talebelerinin siyasetle alâkaları olmaz. Yalnız îman hakîkatlarıyla bütün hayatları bağlıdır. Şimdiye kadar gizli komiteden, siyaseti dinsizliğe ve zındıkaya âlet edenler, istibdâd-ı mutlakla mâsum ve mazlûm Nurcuları ezdiler” tesbitini yapan Bediüzzaman, “İnşaallah bir sebep çıkar o istibdâdı kıracak” niyâzından sonra, “Demokrat çıktı, bir derece kırdı” notunu düşer.
Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur’un mütecâviz dinsizlere karşı haklı tarafa “yardımcı” olduğunu, “dost olduğunu” ve “ihtiyat kuvveti” hükmünde bir “nokta-i istinad” olduğunu yazar.
Gıyasettin Emre’nin anlattığı Yüksek İslâm Enstitüleri Kanununun çıkarılması hâtırası, bu açıdan Demokrat Parti’nin dine ve din tedrisatına verdiği hizmetin açık göstergelerinden biri. Emre bu meseleyi şöyle anlatır:
“1958’de Yüksek İslâm Enstitüsünün kurulması ile ilgili milletvekillerinden bir yasa tasarısı geldi. Tasarı Meclis’e hazırlanıyor, hangi bakanlığı ilgilendiriyorsa o bakanlığa gidiyordu. O bakanlık o tasarı üzerinde çalışmalar yapıyor, gerekirse bazı düzeltmelerde bulunuyordu.
“Milletvekili olduğum dönemde hep Maarif Encümeni’nde (Millî Eğitim Komisyonu) görev yaptım. Bu teklif yapıldığında Ağrı Milletvekili Celâl Yardımcı Millî Eğitim Bakanı idi. Bu teklif Bakanlığa gidip döndüğünde bazı değişikliklerin yapıldığını gördük. Teklif ‘Yüksek İlâhiyat Enstitüsü’ olarak Komisyona geldi.
“Meclis Maarif Encümeni Başkanı Rize Milletvekili Ahmet Morgül’dü. Morgül’e, ‘Biz Yüksek İslâm Enstitüsü olarak teklif etmiştik. Eğer İlâhiyat Enstitüsü ise zaten İlâhiyat Fakültesi var. Meselâ, burada iki tane Alman karı-koca öğretim üyesi var. Biz bu şekilde teklif ettik ki, burada Müslümanlar ders versin. Burada İslâm öğretilsin’ dedim.
“Komisyonda görüşmeler yapılırken Demokrat Parti’nin komisyon üyeleri CHP’li milletvekilleri ile birleştiler. Ahmet Morgül’e, ‘Bunu te’hir ettir’ dediler. Morgül, ‘Ben nasıl te’hir edeyim? Komisyon üyeleri söz alsınlar, konuşsunlar, vakit geçsin, te’hir edeyim’ diye bir taktik uyguladı.
“Ben komisyon salonundan ayrılıp iki profesör milletvekili ile karşılaşıp komisyonda konuşmalarını istedim. Bu milletvekilleri Rize Milletvekili Osman Turan ile Hamdi Ragıp Atademir’di. Bu iki milletvekili konuşmaya başladılar, konuşmalar uzayınca komisyon toplantısı da ertelendi…
12.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|