"Gerçekten" haber verir 12 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hüseyin GÜLTEKİN

Evlilikte sevgi ve hoşgörünün rolü



İkisinin evlenmeye karar verip nişanlandıklarını işiten birçok insan, böyle bir kararın doğru olmadığını, bu iki gencin fıtraten birbirine uygun olmadığını düşünüp, böyle bir evliliğin isabetli olmayacağına hükmettiler.

Her iki tarafın yakın çevreleri de böyle düşünüyorlardı. Kızı da, erkeği de yakından tanıyan akrabalar dahi, bu iki gencin yapı olarak birbirlerinden çok farklı olduklarını, psikolojik yapı, huy ve mizaçlarının oldukça değişik olduğunu, bu durumun da ileride istenmeyen hallere, hoş olmayan sonuçlara kapı açacağını düşünerek bu iki gencin yanlış bir karar verdiklerini düşünüyorlardı.

Ama bütün bu düşüncelerin hiçbir tesiri, hiçbir kıymeti yoktu. Çünkü İrfan Bey ile Esra Hanım bu işe evet demişlerdi. Evlilik kararı vermeden önce meşrû sınırlar içinde bir araya gelip, birbirlerini yakından tanıyıp, karşılıklı isteklerini orta yere koyup son kararlarını evlilikten tarafa vermişlerdi.

İki gencin bu kararından sonra iki tarafın aileleri de çocuklarının bu isteklerini makul karşılayarak tez elden bir araya geldiler, duâlarla, tebriklerle önce nişan merasimini, kısa bir aradan sonra da düğünü yaptılar.

Bir çok insanın “Bu evlilik olmaz, olsa da yürümez” diye düşündükleri Esra Hanım ile İrfan Beyin evlilik hayatları başlamıştı. Günler haftaları, haftalar ayları kovaladıkça bir çok insanın şüphe ve tereddütle karşıladığı bu evlilik, üzerinden uzunca bir zaman geçtiği halde, herkesin düşündüğünün tersine hemen hemen pürüzsüz bir şekilde, tam bir mutluluk ve huzur içinde devam edip gidiyor.

Elbette bu huzur ortamı kendiliğinden, durup dururken oluşmadı. Her iki taraf da işe fedakârlık yapmakla, feragatte bulunmakla başladılar. Kusurları, hataları değil, güzellikleri, iyi tarafları öne çıkararak işe başladılar. Yanlışları, hataları örterek, birbirlerinin iyi meziyetlerini, güzel hasletlerini öne çıkararak hareket ettiler. Madem bu hayırlı işe anlaşarak beraber karar verdiler, o halde birbirlerini olduğu gibi kabul ettiler. “Gül dikensiz olmaz” kaidesince olması muhtemel kusurlara nazar-ı müsamaha ile, hoşgörü ile bakmayı prensip edindiler. Kusur ve hataları etrafa neşretmeye fırsat vermediler. Başta kendi aileleri olmak üzere karşılıklı bir şekilde dost ve akrabalarla iyi ilişkileri sürdürdüler. Birbirlerinin ailelerine saygı ve sevgide bulunmada gerekli itina ve dikkati gösterdiler.

Evlilik hayatında bu ve benzeri hâl ve davranışların gösterilmesinde ilk adımı hemen her zaman Esra Hanım atarak öncü oldu. Bir taraftan hayat arkadaşı İrfan Beye karşı saygı, sevgi ve itaatte kusur etmeme gayretinde olurken, diğer taraftan da beyinin annesine, babasına ve kardeşlerine karşı sevgide, saygıda kusur etmemeye çalışıyor. Ayrı evde oturdukları halde, müsait zamanlarını kayınvalidelerinin evinde geçiriyor, onlarla haşir neşir oluyor, gerektiğinde onların ev işlerine yardımcı oluyor. Gelinlerinin bu samimî ve sıcak alâkalarını hisseden İrfan’ın anne-babası ve diğer aile efradı da Esra’ya çokça değer veriyor, seviyor, sayıyorlar.

Hanımının başta kendisine, sonra anne ve babasına saygıda, samimiyette kusur etmediğini gören İrfan Bey de hem hanımına, hem de hanımının anne-babasına ve diğer akrabalarına karşı sevgi ve saygıda daha dikkatli olmanın gayretine giriyor.

Böylece bir çok insanın “Bu iki genç denk değil; bu evlilik yürümez” dediği evlilikleri, çok önemli bir problem olmaksızın devam edip gidiyor. Bu huzur ve mutluluğu, her iki tarafın payı ve katkısı olmakla beraber, “Yuvayı dişi kuş yapar” misâli daha ziyade Esra Hanımın hoşgörüsü, samimî yaklaşımı, fedakârlığı sağlamış oldu.

12.10.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sadaka ve ecelin geciktirilmesi



Geda Öz: “Sadaka ömrü uzatır hadisi ile ‘ecel geldiğinde ne bir an öne alabilirler ne de arkaya erteleyebilirler’ âyeti görünürde çelişiyor gibi. Ben teslimiyetle kabul etsem bile, bir soru geldiğinde cevaplayabilmek istiyorum. Açıklayabilir misiniz?”

Doğumdan ölüme hayatımız Allah’ın takdir ve iradesindedir. Fakat bizim sözlü ve amelî duâlarımız da Allah’ın arşına yükseliyor. Hem hayatımızın her noktasında Allah’ın iradesi hâkimdir. Hem de Allah duâlarımızı işitiyor, cevap veriyor, hikmetiyle dilediklerini kabul ediyor; buna göre ecel vaktimizi Kendisi dilediği gibi veya duâlarımızı kabulü çerçevesinde tanzim ediyor. Her hâl ve şartta hüküm ve irade Allah’ındır. Allah’ın iradesi hâkimdir.

İlgili âyetlerden bir kaçını buraya alalım: Kur’ân buyuruyor ki:

“Sizi çamurdan yaratan, sonra da size bir ecel takdir eden O’dur. Kıyamet gününün vakti de O’nun ilmindedir. Hâlâ siz şüphe ediyorsunuz.” 1

“Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da O yarattı.2

“Her milletin bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde onu ne bir an geri bırakabilir, ne de öne alabilirler.”3

“Eğer Rabbin cezayı Kıyamet Gününe bırakmış ve onlar için muayyen bir ecel takdir etmiş olmasaydı, elbette onlar cezalarını hemen buluverirdi.”4

“Onlar kendi üzerlerindeki İlâhî san'at mû'cizelerini hiç düşünmezler mi? Gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri Allah ancak hak ve hikmetle ve tayin edilmiş bir vakte kadar devam etmek üzere yaratmıştır.”5

Bu âyetlerden ecelimizin mukadder olduğunu, yani belirli bir vakte kadar tayin ve takdir edilmiş olduğunu anlıyoruz. Bu; bizim, ecelimizi kendi irademizle uzatma veya kısaltma yetkimizin olmaması demektir. Bu yetki Allah’ındır. Allah dilerse ve bizim amelimiz buna uygunsa uzatabilir. Şu âyet bunu haber veriyor: “O, günahlarınızı bağışlamak ve ölümünüzü belli bir vakte kadar geri bırakmak için sizi imana çağırıyor.” 6 Peygamber Efendimiz’in (asm) şu hadisi de bunu haber veriyor: “Müslüman kişinin verdiği sadaka ömrünü uzatır, kötü ölümü önler.” 7 (Nitekim bu hadis, az önceki âyetle örtüşüyor.)

Bu âyet ve hadisleri bir araya topladığımızda şu neticeleri elde edebiliyoruz:

1- Hayatımızın her noktası Allah’ın elinde, iradesinde ve takdirindedir. Ömrümüz Allah’ın emrine bağlı olarak devam eder. Ecelimiz Allah’ın emrine bağlı olarak gelir.

2- Her şey gibi ölüm de Allah’ın emrini dinler ve Allah’a itaat eder.

3- Ölüm Allah’ın emri olmaksızın hiçbir şekilde meydana gelmez. Allah’ın emri geldiğinde de bir saniye gecikmez. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “Ecel mukadderdir; tagayyür etmez.” 8

4- Ölüm üzerinde Allah’tan başka hiçbir güç kaynağı etkili ve yetkili değildir.

5- Ölüm zamanı kullara kapalı olduğu halde, ölümün Allah tarafından takdir edilmiş, tayin edilmiş ve biliniyor olması, ölümün Allah’ın her şeyi kuşatan ilmince kuşatılmış olduğunu gösteriyor.9

6- Ölümün Allah’ın takdirinde olması, Allah’ın ilminde ve iradesinde meydana gelmesi demektir. Ölüm, Allah’ın ilminde ve iradesinde olduğuna göre, Allah’ın kulunun ameline, salâhatine ve yaşayışına göre ecelini geri bırakması kaderle çelişmez. Bilâkis, kader Allah’ın, hükmünü dilediği gibi icra etmesine imkân verir. Yukarıdaki son âyet bunu bize bildirmektedir.

7- “Sigara ömrü kısaltır” sözü tıbbî bir sonuçtan haber veriyor. Bu söz, insan ömrünün sigara ile sağlıklı devamının imkânsız olduğunu bildiriyor. Fakat kaderin elinde bulunan ölüm saati hakkında herhangi bir hüküm içermiyor. Bu durumda bu sözü, “Sigara sağlıklı ömrü kısaltır. Ömrü sağlıksız hale getirir” şeklinde anlamak gerekiyor.

8- “Sadaka ömrü uzatır” hadisini, “Ölümünüzü belli bir vakte kadar geri bırakmak için Allah sizi imana çağırıyor” âyeti çerçevesinde ele almamız gerekirse; salih amellerimizin meyvesini kimi zaman ve Allah’ın dilemesi halinde “uzun ömür” olarak toplayabileceğimiz anlaşılıyor. Fakat bu elbette Allah’ın bir lütfu olarak gerçekleşiyor. Allah’ın lütfu ve iradesi söz konusu olunca da, bu kader demek oluyor.

9-Ecel saatini ve ölüm vaktini getirmekle ilgili insanoğlu hiçbir şekilde yetki sahibi değildir. Nihayet hayatı Allah yarattığı gibi, ölümü de Allah yaratıyor.

Dipnotlar:

1- En’âm Sûresi: 2, 2- Mülk Sûresi: 2, 3- A’râf Sûresi: 34; Yunus Sûresi: 49; Nahl Sûresi: 61, 4- Tâhâ Sûresi: 129, 5- Rum Sûresi: 8, 6- İbrahim Sûresi: 10, 7- Camiü’s-Sağir, 3/1121, 8- Lem’alar, s. 211, 9- Mektubat, s. 236

12.10.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kâinatın sahibini tanımakla hayat canlanır



NEML Sûresi’nde Hz. Süleyman’la Sebe Melikesi Belkıs arasındaki kıssadan söz edilir. Birgün su bulmakla görevli hüdhüd kuşu kaybolur ve Sebe kavminden haber getirir. Kavmin anlı şanlı, şatafatlı Belkıs isimli bir kadın hükümdarı vardır. Hüdhüd, “Onu ve kavmini, Allah’ı bırakıp da güneşe secde ediyorlarken buldum. Şeytan kötü amellerini kendilerine süslü gösterip onları doğru yoldan alıkoymuş; bir daha da doğru yolu bulamıyorlar” şeklinde bilgi verir.

Hz. Süleyman br mektup gönderir Belkıs’a. Müslüman olmalarını teklif eder.

Çünkü her şeyin sahibi; bin bir çeşit nimetle besleyip büyüten, her şeyi insanın emrine veren Sultan-ı Kâinatı tanımakla iş başlar, hayat anlam ve kıymet kazanır. Onu bulan her şeyi bulur. Onu bulmayan, tanımayanın ise başı belâlardan kurtulmaz.

Belkıs mektubu alınca işin ciddiyetini anlamış, ileri gelenlerle istişare etmiş, bir kısım hediyelerle meseleyi savuşturmak istemişti. Maksadı şuydu: “Acaba Hz. Süleyman gerçekten peygamber midir? Yoksa dünya mal ve mülkünü düşünen saltanat sahibi birisi mi?”

Elçiler geldiğinde Hz. Süleyman demişti ki: “Siz bana mal ile yardım mı edeceksiniz? Allah’ın bana verdiği nimetler, size verdiğinden çok daha hayırlıdır. Hediye ancak sizi sevindirir. Onlara dön ve şunu anlat: ‘Biz onların üzerine, karşı koyamayacakları ordularla geliriz ve onları hor ve hakir olarak oradan çıkarırız.’”

Hz. Süleyman’ın hediyeleri kabul etmemesi Belkıs’a ulaştığında onun dünya mal ve mülkünde gözü olmadığını; hizmetine, dâvetine karşılık hiçbir ücret beklemeden hareket eden samimî bir insan olduğunu anlamıştı. O sırf Allah için hareket etmekteydi. Maksadı bütün insanların yer ve göklerin yaratıcısını tanımalarıydı. Gurur ve kibirli Belkıs’a ise biraz da gürlemek gerekiyordu. Hz. Süleyman bunu da yapmıştı.

Bir süre sonra Belkıs yakınlarıyla birlikte gelecek, imanını açıklayacaktı. Hz. Süleyman onun güçlü bir imana kavuşması için Belkıs’ın gelmeden önce sakladığı tahtını da bir ilim ehline getirttirerek gösterecekti. Bunun üzerine Belkıs imanı izhar edecek, “Senin peygamberliğine dair bundan evvel de bize bilgi ulaştı ve biz Müslüman olduk” diyecekti.

İmansızlık en büyük huzursuzluk kaynağı olduğu gibi dünya büyüklüğünde ebedî bir mülkü kaybetmek, iman ise en büyük huzur ve mutluluk kaynağı; dünya ve ahiret saadetinin temel taşıydı. Bir insana yapılabilecek en büyük iyilik onun imanının kurtulması için gayret sarf etmekti. Hz. Süleyman da elindeki imkânları buna seferber etmişti.

12.10.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Kavramların yeniden tanımlanması…



ABD’deki ekonomik kriz bütün dünyaya dalga dalga yayılırken yeniden tanımlanması gereken kavramlardan bir tanesinin de “zenginlik” olduğu ortaya çıktı.

Papa yaptığı açıklamada malî krizi “İlâhî ikaz” olarak değerlendirip, kariyer ve para üzerine kurulan hayatların kum üzerine yapılan evlere benzediğini söyledi. Hani çocukların sahilde kumdan özenle inşâ ettiği şatoların, rüzgâr ve dalgaların etkisiyle ansızın yerle bir olması gibi para ve kariyer merkezli hayatlar da bu krizle tepe taklak oldu. Süslü ve cazip “çağdaş medeniyet” maskelerinin gizlediği karanlık yüzler teker teker ortaya çıkıverdi.

Sefih medeniyetin çürük temelleri

“Bu medenilerin içi dışa çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir” diyen Bediüzzaman Hazretleri geçtiğimiz yüzyılın başlarında bugünleri de kuşatacak tesbitlerde bulunuyordu. (Bediüzzaman Said Nursî, Rüyada Bir Hitabe, Sünûhat) Sefih medeniyeti “seyyiâtı hasenatına galebe etmiş” (günahları, kötülükleri iyiliklerinden fazla) olarak tanımlayan Bediüzzaman Hazretleri, bu medeniyetin temellerini şöyle sıralıyordu:

Kuvvet, mücadele, menfaat, menfî milliyet, zevk ve eğlence… Bediüzzaman’ın tâbiriyle insanı melek derecesinden köpekliğe (!) indiren beş düstur.

Sefih medeniyetin beşerin yüzde seksenine mutsuzluk getirdiğini, yüzde onunu hayalî saadete kavuşturduğunu, diğer onunu da hayalî mutluluk ve mutsuzluk arasında şaşkın bıraktığını ifade etmiştir ki, yüz yıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen bu tablo değişmemiştir.

Dünya kaynaklarının yüzde sekseninin, yüzde yirmilik bir azınlığın elinde olduğu, geriye kalan yüzde yirmiyi ise insanoğlunun yüzde sekseninin paylaşmaya çalıştığını bugün araştırmacılar ifade ediyorlar. Yani on dilimli pastanın sekiz dilimini iki kişi “aksıra tıksıra, tıkınarak” yerken, geriye kalan iki dilimini sekiz kişi paylaşmaya çalışıyor (!) Sefih medeniyetin beşeri getirdiği nihaî nokta bu!

Oysa ki mutluluk umumî olmalı, bütün insanlığı ya da en azından çoğunluğu kuşatmalı.

Bugünkü tablo bu noktadan çok uzakta! “Sen çalış ben yiyeyim!” felsefesiyle faizlerin tavan yaptığı, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” mantığıyla zulüm ve haksızlığın kol gezdiği, fakirin daha fakir, zenginin daha zengin olduğu günümüz toplumlarında şefkate, merhamete, yardımlaşmaya, dayanışmaya ne kadar da ihtiyacımız var!

Ya İslâm medeniyeti?

İnsanı insan yapan bütün bu değerler “insaniyet-i kübrâ” olan İslâm’da mevcuttur. Bediüzzaman Hazretleri, yazının başlarında zikrettiğimiz “Rüyada bir hitabe” başlıklı bu çok orijinal makalesinde Peygamberimizin (asm) yaşadığı ve emrettiği medeniyetin, sefih medeniyetin sırlarının herkesçe anlaşılmasından sonra inkişaf edeceğini anlatır. Sefih medeniyetin çürük temellerinin yerine sağlamlarının yerleştirilerek insanlığa umumî bir saadet getirileceğini müjdeler. (Bu tesbitten anladığım olayların fıtrî akışının beşeri bu noktaya getireceği. Yani İslâmın güzelliği kavrulan gönülleri fethedecek. Yoksa zorlama ve baskı ile olacak bir inkılab değil! Zaten aşağıda ifade edeceğimiz gibi olayların gidişâtı da o yönde.)

Haklı olanın kuvvetli, fazilet, muhabbet, hürmet, dayanışma ve yardımlaşmanın hâkim olduğu bir medeniyettir İslâm medeniyeti.

“Ümitvâr olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür seda İslâmın sedası olacaktır” tesbiti de yine gaybî bir müjde olarak eserde yer alır.

Dersimiz: Şefkat ve merhamet

Çok ilginçtir. Sefih medeniyetin “tüketiyorum, o halde varım” felsefesiyle şekillenen “çok kazan çok tüket” merkezli hayatından sıkılanlar Batı toplumlarında “gönüllü sadelik” akımını ortaya çıkardılar. İhtiyaçları kadar harcıyorlar, fazlasını muhtaçlara yardım olarak veriyorlar.

New York’taki Trend (TRI) Enstitüsü Müdürü Gerald Celente’ye göre “voluntary simplicity” (gönüllü sadelik) 21. yüzyılın trendi olacak. Celente bunu “Daha gelişkin bir ahlâk arayışı, ruhsal alanda yoğunlaşma çabasının sosyal yaşama yansıması” biçiminde değerlendiriyor. (Aktüel, Mart 1996)

Yine medyada yer alan haberlerden ABD’de hapishanelerde özellikle genç ve çocuk yaştaki mahpusların merhamet ve şefkat duygularını inkişaf ettirebilmek için özel eğitim programları uygulandığını öğreniyoruz. Acı çeken insanların yer aldığı filmler seyrettirilip “Onun yerinde sen olmak ister miydin?” gibi sorularla şekillenen şefkat ve merhamet müfredatı önümüzdeki günlerde okullarda ders olarak konulursa şaşırmamak gerek…

Batı toplumlarında bütün bu gelişmelerin varacağı nihaî nokta fıtrat dininin elmas misal medeniyet esasları değil mi?

Yeter ki biz ümidimizi kaybetmeksizin şevk ve gayretle iman hakikatlerine çalışalım.

12.10.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Risâle-i Nur’un nefsimizi terbiyesi



Çağın insanının başını döndüren müthiş unsurlar var. Başta tabiatperestlik, maddeperestlik ve hedonizm (lezzet ve zevkkoliklik).

İşte Risâle-i Nur, nefsi terbiye için, Tabiat Risâlesi, 21. Lem’a başta olmak üzere, yüzlerce yerde; nefsin hile ve tuzaklarına dikkat çeker. Âyetü’l-Kübrâ ile, Kur’ânî metodu takip ederek, atomdan başlayarak, unsurlara kadar Kadir-i Mutlak’ın sonsuz gücünü ve rahmet eserlerini göstererek nefsimizi terbiye eder.

Bediüzzaman, gayr-i meşrû lezzetlerin hâkim olduğu, terbiye edilmemiş, devamlı kötülüğü emreden; süflî, basit, zararlı, tehlikeli şeylerden lezzet alan ham haldeki nefs-i emmâremizi tedavi ve terbiye etmek, kusurlarını itiraf ile özür ve af dileyip Allah’a sığınmak 1 gerektiğini vurgular.

Gayr-i meşrû, haram yollarda, peşin bir lezzetin yanında binler elem olduğunu Kur’ân hakikatleriyle gösterir, ispat ve izah ederek nefsi de ikna eder. Helâl dairenin keyfe kâfî geldiğini, harama girmeye lüzum kalmadığını, iman dairesinin, bu dünyada dahi bir nev’î Cennet hayatı lezzetini verdiğini de ispat ve izah eder.

Terbiye ve tekâmül sürecinde ferdî ve sosyal olgunlaşma, başarı, huzur ve mutluluk mahiyet itibariyle ibadet, tesbih, zikir, duâ ve ilme bağlı. Böylece, acizliğimizi, fakirliğimizi anlarız. Şefkatli olur, tefekkür ederiz. Farzları yerine getirir, sünnete uyar, günahları terk eder, ibadetlerimizi yapar, özellikle namazı kaidelerine uyarak kılar ve arkasındaki tesbihatı yaparak terbiye ve tekâmül yolunda mesafe kat ederiz.

Fevkalâde bir zekâ ve hâfızaya sahip olan Bediüzzaman; ruhunu, duygularını çok iyi tanıyıp kendisini terbiye ile tekâmül ettirdi, olgunlaştırdı. Çevresindekileri çok iyi anladı. İnsan, nesne ve olayların künhüne/özüne vakıf oldu; derununa nüfûz edebildi. Kendisini ve başkalarını çok iyi gözlemledi; izledi, tanıdı. Her şey arasında mükemmel bir ayırım gücü, yüksek bir ferâset gösterdi. Elde ettiği bilgileri düşünce ve davranışlarına mükemmel bir şekilde yansıtıp kullanabilme becerisini gösterdi. Başarı veya başarısızlığa giden yolları tahlil/analizle çözmeye yarayan tekniği kullandı. Aşk ve şevkle ilme motive oldu. Hârika bir düşünce, zihin, ruh/duygu, inanç/imân gücünü kazanma ve yönlendirme melekesi kazandı. Kısaca, düşünen, akılcı, zihnî zekâsını (IQ), duygusal zekâsını (EQ) ve bütün duyguların birlikte harmanlamasından hâsıl olan “rûhî zekâsını (SQ)” çok iyi geliştirip kullandı.

İşte Risâle-i Nur, bu formasyonu kazanmanın püf noktalarını ve formüllerini vererek muhteşem bir nefis terbiyesi ve kişisel gelişim eseri olur. Baştan sona, iman, ibadet, zikir, ahlâkî değerleri ispat ve izah ederek; aklımızı, kalbimizi tatmin ederek; vicdanımızı, olumsuz duygularımızı mecrâlarına akıtır ve ruhumuzu/duygularımızı, nefsimizi terbiye eder.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 443.

12.10.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




İslam YAŞAR

PAŞA, GOLF VE İHTİLÂL



Ogünlerde memleketin en mühim meselesi anarşi ve terörün durdurulamamış olmasıydı.

Durdurmak bir yana, en ufak bir azalma bile göstermiyor, aksine bir yerlerden cüret alıyormuş gibi her gün biraz daha hızlanarak devam ediyordu.

Gerçi hükümet bu meselede de yapılması gereken her şeyi yapmıştı. Demirel hükûmeti kurulduktan hemen sonra Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulunu toplamış ve anarşinin bir an önce durdurulması için nelere ihtiyaç olduğunu sormuştu komutanlara.

Evren yetki kanunu, araç gereç temini, mühimmat ikmali, malzeme stoku gibi genel istekler dile getirmiş; Demirel de yetki kanununun ilk fırsatta meclise sevk edileceğini, ihtiyaçların da derhal giderileceğini söylemişti.

Hükümet, askerin taleplerini devletin bütün önceliklerinin önüne alarak temin ettiği, demokrasinin kuralları içinde yetkilerinin arttırıldığı, kanun tasarısını meclise sevk ettiği ve aradan makul bir süre de geçtiği halde anarşide bir azalma olmamıştı.

Bunun üzerine Demirel, Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulu toplantısında her komutandan bölgesinin asayiş durumu hakkında bilgi istedi. Komutanlar bazı illerde durumun kontrol altında olduğunu, bazılarında ise gerginliğin devam ettiğini söylediler. Bu cevaplar Başbakanı biraz kızdırdı.

“Bunca tedbire rağmen terör devam ediyorsa, asker üzerine düşeni tam olarak yapmıyor demektir.”

“Bu kanaate nasıl vardınız?”

“Bir yerde hadise oluyor, birkaç yüz metre ilerdeki askerî birlik oraya herkes dağıldıktan sonra geliyor. Hadiseyi çıkaran eşkıyalar kaçtığı için de masum halka baskı yaparak ahalinin güvenini sarsıyor.”

Başbakanın sözünü ettiği hadiselerin muhatapları da orada olduğu halde, onların yerine Evren’in cevap vermesi, memlekette yaşanan bütün hadiselerin Genelkurmay tarafından bilindiği, dikkatle takip edildiği, gerektiğinde taktikler verildiği ve her şeyin olması istenen şekle getirildiği anlaşılıyor, bu hal de Demirel’i tedirgin ediyordu.

“Benim size, ‘Sıkıyönetim ilân edileli yirmi ay oldu. Terör neden durmuyor, yangın neden söndürülmüyor?’ diye sormak görevim.”

“Bütün gücümüzle memleketin yangın yeri haline gelmemesi için çalışıyoruz.”

“Her hadise neticesi ile ölçülür. Neticede yangın henüz sönmemiştir.”

“Buna örnek verebilir misiniz?”

“Meselâ Fatsa hadiseleri.”

“Orada gerekli tedbirleri aldık.”

“Neden müdahale etmediniz?”

“Şimdi mevsim yaz. Fındık dalları yeşil. Eşkıyalar kolayca gizleniyorlar. Hele bir güz gelsin, fındık yaprakları dökülsün, o zaman müdahale eder işlerini bitiririz.”

“Asker işgal edilmiş toprağı kurtarmak için fındık yapraklarının dökülmesini bekleyecek öyle mi?”

“Evet.”

“Hayret!..”

Bu sert ifadeler sessizliği de birlikte getirdi. İki taraf da birbirini bir süre de olsa oyalama ihtiyacı hissettiğinden, hitapların sertleşmesini ve havanın gerginleşmesini istemiyorlardı. Onun için Demirel’in mânâsı halinde gizli olan bir gülüşle ‘fındık yapraklarının sararıp dökülmesi’ ifadesini tekrarlaması, Evren’in de aynı ses tonu ile ‘evet’ derken gayri ihtiyari gülmesine sebep olmuştu.

Komutanların da bu havaya ayak uydurarak gülüşmeleri toplantının seyrini değiştirdi. Ondan sonra başlayan ikram faslı boyunca bu yumuşak hava hem hallere, hem yüz ifadelerine hakim oldu. Anarşiden bahis açmamaya dikkat ederek san'attan, spordan, çevre konularından, sinemalardan, tiyatrolardan söz ettiler.

“İstanbul’da havalar nasıl?” dedi Demirel ilgi beklercesine yanına yaklaşan Üruğ’a.

“Mevsim normallerinde seyrediyor Beyefendi” dedi o da.

“Günleriniz nasıl geçiyor. İşlerinizin yorgunluğunu neler yaparak atıyorsunuz?”

“Akademi sahasında golf topunun peşinde koşarak.”

“Golf alanınız 9’luk mu, 18’lik mi?”

“İkisi de var. Acemiler 9’lukta, ustalar 18’likte oynuyorlar.”

“Tabi siz usta alan oyuncususunuz.”

“Elbette.”

“Önce topa vuruyor, sonra da uzun uzun peşinden koşuyorsunuz demek.”

“Ne yaparsınız, oyunun kuralı bu.”

“Zannedersem tahta başlı sopa ile ancak bir sefer vurabiliyorsunuz.”

“Öyle ama, ilk vuruşu iyi yapamayıp kuma saplanmak veya suya düşme riski de var işin içinde.”

“Riski azaltmak için çelik başlı sopalarla yapacağınız her vuruşu yavaş, hesaplı, plânlı ve ölçülü yapmanız gerekiyor.”

“Siz de bu oyuna pek yabancı değilsiniz anlaşılan.”

“Sopayı ve topu bulsak, vurmasını biliriz elbet.”

“Üçte üç, veya beşte beş yaptınız mı hiç?”

“Hayır, ama beşte altı yaptım.”

“Golf oyununda öyle bir sayı eşleşmesi de mi var?”

“Siyaset golfunda var.”

“Nasıl yaptınız bu sayıyı?”

“Bu makamdan beş sefer gittim, altıncı sefer tekrar geldim.”

“Ben siyaset golfundan pek anlamam.”

“Ben de bu oyunda ustayım işte.”

Onlar ikili, diğerleri ise üçlü-dörtlü gruplar halinde konuşuyorlardı. Kurulda Başbakanın dışında İçişleri, Adalet, Millî Savunma bakanı gibi birkaç sivil kişi daha varsa da, ekseriyeti askerler teşkil ettiğinden, ayak üstü sohbetlerin konusu da tabiî olarak onların ilgi alanlarına giren türlerden seçiliyordu.

Golf de bunlardan biriydi. Zaten siviller arasında pek bilinen bir oyun da değildi. Bilseler bile oynayacak saha bulamazlardı. Askerler bu sahada da imtiyaz sahibi olduklarından, oynamak kadar golf muhabbeti de onların hemen üşüştükleri konulardandı. Onun için konuşulan konunun golf olduğunu anlayan Şahinkaya ve Ulusu da gruplarından ayrılıp Demirel’in yanına geldiler.

“Golf oyununa meraklı olduğunuzu bilmiyorduk sayın Başbakanım” dedi biri.

“Unutmayın, sayın Demirel de Amerika görmüş bir insandır. Bir kişi Amerika’yı görür, hele Pentagon’dan geçer de golfa ilgi duymaz mı hiç” dedi diğeri de.

“Ben Pentagon’a hiç gitmedim ama, yine de golfu bilirim” dedi Demirel.

“Amerika’da sivillerin de golf oynama imkânları var, ama Türkiye’de pek yok.”

“Maalesef.”

“İstanbul’a geldiğinizde Akademiye uğrayın da güzel bir maç yapalım.”

“Neden olmasın.”

“Mevsimini geçirmeyin ama.”

“Ne zaman gelmem lâzım?”

“Eylülden önce gelmeniz gerekiyor.”

“Fazla zamanımız kalmamış anlaşılan.”

Golf muhabbetinin cazibesi diğerlerinin de dikkatini çekince daire bir hayli genişledi. Sohbete yeni katılan komutanlar da bu oyundaki maharetlerini anlatmak için fırsat kollarken Demirel, fındık yapraklarının sararıp dökülmesi ifadelerinin de tesiriyle ‘Eylül’ kelimesini biraz kinâyeli bulup vurgulu söyleyince, golf muhabbeti, ilk vuruşta topu kuma saplanan veya suya düşen acemi oyunu gibi çabucak bitiverdi.

“Askerin kafasında bir şeyler var, ama ne?” dedi kendi kendine komutanları yolcu edip geri dönerken, ‘Fındık yapraklarının solması, Eylül...’ Bunlar rasgele söylenmiş zaman ifadeleri değil. Sadece onların bildiği ve sır gibi sakladığı karar var. Bu halleri ile bir şeyler demek istiyorlar ama ne?”

Aslında haftalardır bir hazırlık hissediyor ama ne olduğunu kestiremiyordu. Bazı generallerle yaptığı husûsi görüşmelerde ağızlarını yoklamış, askerî danışmanının fikrini sormuş, MİT müsteşarı ile uzun uzun konuşmuş ama bir netice alamamıştır.

Bu ve benzeri şüpheleri generallerin hareketleri ile birleşip bir sonuç çıkarmaya çalışırken geldi gazeteciler. Askerlerle aralarında haberleşme hattı varmış gibi, onlar gittikten hemen sonra gelmeleri dikkat çekiciydi.

Gelenlerin her biri, nâmı millî hudutları aşmış, imkânı gazetecilik şartlarının çok dışına taşmış anlı şanlı gazetecilerdi. Kendilerinde hükümet yıktırıp hükümet kurduran gizli bir gücün varlığını vehmettikleri için, Demirel’in itibar ifadelerine pek şaşırmadılar.

“Asker memleketin gidişâtını nasıl görüyor Beyefendi?” dedi içlerinden biri.

Gelen gazetecilerin çoğunun askerlerle olan irtibatlarını bilen Demirel; söyleyeceği her sözün, daha nefesinin sıcaklığı kaybolmadan askerin kulağına gideceğini bildiğinden, onların yanında nezâket icabı söyleyemediklerini bu vesile ile dile getirmeye ve onlara duyurmaya karar verdi.

“Siz nasıl görüyorsanız?”

“Onlarla nasıl bir ortak bakış açımız olabilir ki?”

“Siz yalnız millete değil, onlara ve diğer devlet ricaline de memleketin durumunu gördüğünüz şekliyle göstermeye çalışıyorsunuz.”

“Hal böyle ise pek iyi görünmüyorlar.”

“Aksini söyleseniz şaşardım zaten.”

“Neden Beyefendi?”

“Siz pek değil, hiç iyi göremiyorsunuz da ondan.”

“Biz gazeteciliğin gereği olarak haber verme görevimizi yapıyoruz.”

“Siz gazetecilik değil, felâket tellâllığı yapıyorsunuz.”

“Bunu neye dayanarak söylüyorsunuz?”

“Bu ülkede hiç mi iyi şeyler olmuyor. Anarşinin dışında hangi iş kötü gidiyor veya hükümete geldiğimiz zamanki seviyeyi koruyor?”

“Bazı müsbet gelişmelerin varlığından söz edilebilir.”

“Siz onu burada söylüyorsunuz da, nedense gazetelerinizde yazmıyorsunuz. Gazeteci olarak, aksaklıkların yanında başarıları da nazara vermeniz gerekirken, bir aksaklığı on, on başarıyı bir gösteriyorsunuz.”

“Anarşinin durduğu söylenebilir mi?”

“Tabiî söylenemez. Lâkin belime tabanca takıp ben mi kovalayacağım eşkıyayı”

“Elbette hayır.”

“Bu güne kadar askerin her istediğini yerine getirdiğimiz halde anarşi durdu mu?”

“Durmadı.”

“Peki bakın bugünkü gazetelere. Ülkenin kötüye gidişinin sorumlusu olarak hep sivilleri gösteriyor, siyasetçileri günah keçisi yapıyorsunuz. Onların kabahatlerini binde bir mesabesinde de olsa neden yazamıyorsunuz?”

“Gazetede her şey bizim istediğimiz istikamette olmaz.”

“O halde ‘felâket tellâlı’ sıfatını üzerinize almayacaksınız.”

Bir hayli gergin başlayan sohbet makul bir noktaya gelince devreye diğer gazeteciler girdi. Gazetelerin kadrolarındaki ideolojik yaklaşımlar, menfaat kaygıları üzerinde konuşuldu. Söz döndü dolaştı yine basın, muhalefet, hükümet münasebetlerine geldi.

“Siz canla başla çalışıyorsunuz. İstanbul’daki gazete patronlarının yağdanlıkları ulu orta konuşup yazarak işe çomak sokuyorlar” dedi bir gazeteci.

“Hiç umurunda değil” dedi o da.

“Muhalefet de gazetelerden farksız. Onlar da felâket tellâllığı yapıyor, hükümetin hakim olmadığından söz ediyor.”

“Açık söylüyorum. Ben hükümete talip olmadım. Ara seçimi kazandık, üzerimizde kaldı. Daha iyisini yaparım diyen varsa buyursun gelsin. Hükümette kalmak için en ufak bir gayret sarf etmem, pazarlık yapmam. İsteyen gelsin…..”

Demirel böyle dedikten bir süre sonra isteyenler kahramanlık türküleri eşliğinde geldiler. Geldiklerini de bir bildiri ile halka duyurdular. “Sevgili vatandaşlarım. Türk Silâhlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu'nun verdiği Türkiye Cumhuriyetini koruma ve kollama görevini, yüce Türk milleti adına, emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.”

“Aristo ne kadar haklı” dedi bu teraneleri dinleyenler. Çünkü onun tarih öncesinde söylediği bir söz, yirminci yüzyılın son çeyreğinde Türkiye Cumhuriyeti’nde bir kere daha yaşanıyordu:

“Hükümetlerin alın yazısını tayin edenler, daima silâh taşıyanlardır.”

(İslâm Yaşar’ın, MENHUS RUH romanından alınmıştır)

12.10.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Çıkar aheste aheste



Herkesin bildiği ve şahit olduğu bir gerçeği yeniden hatırlayalım: Alma mazlûmun ahını, çıkar aheste aheste!

“Dünyanın jandarması” gibi davranan, kızınca ülkeri işgal eden, yapılan ikazları hiç dikkate almayan Amerika, şimdi ekonomik krizle kıvranıyor. Tabiî ki dünya bir ‘köy’ haline geldiği için, Amerika’yı etkileyen krizin sadece kendisiyle sınırlı kalması mümkün değil. Aynı kriz, Asya’da Avrupa’ya her yeri etkisi altında bıraktı.

Geriye dönüp baktığımızda Amerika’nın tamamen keyfî davranışlara imza attığını görüyoruz. Sadece Irak ve Afganistan’da yaptıkları bile bunu görmeye yeter. Aynı şekilde, Guantanamo’da yaptıklarını da unutamayız. Amerika bu yanlışları yaparken pek çok kişi ABD’li yöneticileri ikaz etmeye çalıştı. Sadece ‘muhabir’ olarak Irak’tan verdiği haberlerle Amerikalı yöneticileri ikaz et-meye çalışan Robert Fisk’i dinlemiş olsalardı bile, bu kadar hata ve yanlış işlere imza atmazlardı. Kendilerini ‘Batması mümkün olmayan Titanik’ gibi gördüler ve neticede ‘ekonomik kriz’ buzdağına çarptılar.

Tabiî ki Amerika bu yanlışları yaparken pek çok ‘müttefik ülke’ de onların yanlışlarına ses çıkarmadı. Dolayısı ile şimdi onlar da aynı krizle karşı karşıya. Bu noktada “Zulme rıza göstermek, ses çıkarmamak da zulümdür” tesbitini hatırlamak lâzım.

Başta Amerika olmak üzere ‘zengin ülke’lerin başına gelen bu musibetin “ilâhî ikaz” olduğu noktasında fikir birliği var. Bakınız, Nikaragua’nın solcu Devlet Başkanı Daniel Ortega bile, “Tanrı”nın, ABD’yi malî krizle cezalandırdığını söylemiş. Ortega, yaptığı bir konuşmada, ‘’Acımasız savaşlara milyarlarca dolar harcayan dünyanın en güçlü ülkesinde insanların evlerinde kalacak para bulamamasının inanılmaz’’ olduğu şeklinde konuşmuş. (AA, 11 Ekim 2008)

Hatırlamak lâzım, Papa 16. Benediktus da, ABD başta olmak üzere Avrupa piyasalarını da etkile-meye başlayan küresel malî krizi ‘’bir İlâhî uyarı’’ olarak nitelendirmişti. (AA, 6 Ekim 2008)

Dünyanın karşı karşıya olduğu ekonomik krizin büyüklüğü dahi tesbit edilebilmiş değil. Bazıları ‘kapitalizmin sonu’ yorumunu yaparken bazıları da “25 yıldır süren ‘rant düzeni’ bitti. Ortalık toz duman. Zenginler kulübünde sıkıntı had safhada” demekte.

CEBIT kapsamında Bilişim Sanayicileri Derneği TÜBİSAD’ın desteğiyle düzenlenen Avrasya Forumu’na katılmak için İstanbul’a gelen Almanya’nın Niedersachsen Eyaleti Ekonomi Bakanı Walter Hirche de krizi şöyle yorumlamış: “Kriz kapitalizmin sonu değil, bir unsuru olarak görülmeli. Önemli olan krizin sonunda kâra mı zarara mı dönüşeceği konusunu netleştirmek. Bence yaşadığımız bu durumun en büyük göstergesi uluslar arası kuralları poltikadan sonra finansa da kaydırmamız gerektiği dersi oldu. Kriz bir anlamda yenilenmemizi sağlayacak.”

Çok yönlü ve çok neticeli bu krizi tartışmaya daha yeni başladık. Ssöyleyecek daha çok söz var. Ama hepsinin özeti, mazlumların ahını alan kişi ya da devletlerin, neticede aheste aheste bu ‘ağır bedel’leri ödeyeceğidir.

En iyisi ‘ah’ almamak...

12.10.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Hak ve özgürlüklerden geriye dönüş olmaz



Aktütün saldırısı ile ve Diyarbakır’da meydana gelen terör olayları, devletin üst kademesinin terör konusunda alınacak tedbirleri görüşmek üzere sık sık bir araya getiriyor. Bu vesile ile terörle mücadele yasalarının yetersiz olduğu gerekçesiyle yeni tedbirlerin alınması gündemde. Bu tedbirler arasında askerin “adı konulmamış bir Olağanüstü Hal uygulaması” istediği de konuşuluyor.

Kamuoyuna yansıyan bilgilere göre, Genelkurmay ve Jandarma Genel Komutanlığının hükümetten terörle mücadelede zaafa yol açtığı savunulan beş temel konuda yasal düzenleme yapılmasını istediği bildirilirken, talepler arasında OHAL uygulamasını hatırlatan düzenlemeler olduğu gözlerden kaçmadı. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, iki-üç konuda mutabakat sağlandığını, mutabakat sağlanamayan konularla ilgili de önümüzdeki ayın başında yeniden çalışma yapılacağını açıkladı.

Peki bu düzenlemeler arasında neler var? “Ceza Muhakemesi Kanunu kapalı mekânlarda savcı izni olmadan, arama yapılmasını ve buralardaki delil niteliğindeki belgelere kolluk güçleri tarafından doğrudan el konulmasını engelliyor. Bu yasal düzenlemede ‘savcı izni’ şartının kaldırılması isteniyor… Jandarma Teşkilât Kanunu’ndaki hükümler, askerlerin polis kontrolündeki yerlerde operasyon yapmasını engelliyor. Genelkurmay ve jandarma bu yetkinin kendilerine de verilmesini istiyor... Ceza Muhakemesi Kanunu’nda sorgu sırasında avukatın bulundurulması zorunlu. Genelkurmay ve diğer güvenlik birimleri bu uygulamayı, delillerin karartılması ve sorguda delil toplamanın sekteye uğraması sebebiyle sakıncalı buluyor… İl İdaresi Kanunu’nun 11. maddesi, operasyonlarda ve toplumsal olaylarda güvenlik güçlerine sadece önleme ve olayları yatıştırma yetkisi veriyor. Asker ise ‘adlî kolluk’ yetkisi istiyor. Bu yetki tanınırsa asker, somut bir olay olmasa da ‘delil toplama’ gerekçesiyle daha çok operasyon yapabilecek… Gözaltı süresinin uzatılması isteniyor. (Radikal, 7.10.2008)

***

OHAL 1987 yılında 13 ilde başlamış, uygulamaya 2002 yılında son verilmişti. Bu tarihten sonra zaman zaman OHAL uygulamasının yeniden başlaması gündeme getirildi. 2006 yılında bu uygulama gündeme getirildiğinde Başbakan Tayyip Erdoğan, “Böyle bir şeyi duymamış olayım, demokrasi mücadelesi verenler böyle bir şeyi akıllarına bile getirmez. Birileri istiyor diye olağanüstü hal ilân edemeyiz. Biz devlet yönetiyoruz” diye karşılık vermişti.

Haberlere göre, iki yıl aradan sonra uygulama bu sefer askerler tarafından gündeme getirildi. Aktütün saldırısından sonra iki kez toplanan ve önümüzdeki Salı günü de tekrar toplanacak olan Terörle Mücadele Yüksek Kurulu’nda OHAL veya benzeri bir uygulama başlatılır mı bilemiyoruz ama Erdoğan’ın bu beyanları orta yerde duruyor.

AB reformlarından geri adım atmak anlamına gelen OHAL veya benzeri bir yapı istenmesini hayretle karşılamak gerekir. Çünkü, bu yöntemlerin sonuç vermediğini yaşanan acı tecrübelerle ortaya çıkmadı mı? Baskıların çok daha tepki doğurduğunu, terör örgütünün daha da büyüdüğü görülmüyor mu?

Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Hüseyin Yaman, haklı olarak şu soruları yöneltiyor: “1992 yılında Aktütün saldırıya uğradığında OHAL yok muydu? 33 askerimiz Bingöl’de şehit edildiğinde OHAL yok muydu? Hatta daha da ileri gidelim ve 1984 Eruh ve Şemdinli saldırısı olduğunda bırakın OHAL’i, sıkıyönetim yok muydu?” (Zaman 10 Ekim 2008)

Belki taleplerin adı OHAL değil ancak, adı konulmasa da bu düzenlemeleri çağrıştırıyor. Adalet Bakanı Şahin, “OHAL konusu ne olacak?” şeklindeki soruları, “Ben de basında okudum; OHAL’in getirilmesi gibi bir düşüncemiz yok. Ne Genelkurmay Başkanlığımız ne de Silâhlı Kuvvetlerimizin herhangi bir biriminin OHAL talebi de olmadı. Demokratik hak ve özgürlüklerden geriye gidiş olmaz” diyerek güvence veriyor. Bakalım hükümet reformlardan geri dönüş anlamına gelen bu talepleri haklı mı bulacak, yoksa dik bir duruş mu sergileyecek?

Ümit ediyoruz ki, demokratik hak ve hürriyetlerde geri gidiş olmasın. Birçok hukukçu, şu anda terörle mücadelede güvenlik güçlerinin işini zorlaştıran yasal boşluğun olmadığını söylüyor. Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu’nu hazırlayan akademisyenlerden Kültür Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bahri Öztürk, terörle mücadele için yasalarda eksiklik bulunmadığının altını çiziyor.

Unutmamak gerekir ki, özgürlük güvenliğin alternatifi değildir. Özgürlüklerden taviz verilmeden de güvenlik sağlanır. Elbette terörle mücadele edilecektir, ancak bu mücadele demokrasi içinde kalınarak yapılmalıdır.

12.10.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ubudiyet ve hizmet



Cihadla ubudiyet ve takvayı beraber yapmak ve birini yaparken diğerini ihmal etmemek, Peygamber Sünnetini kendi hayatında en mükemmel şekilde fiilen tatbik eden Üstadın önemli ve örnek vasıflarından biri.

Zübeyir Gündüzalp bu hususu Sözler’in sonunda neşredilen Konferans’ında izah ediyor.

Bu izahlar, bolca “namazsız mücahid”in türediği günümüzde ayrı bir önem ve değer taşıyor.

Cihadın amacı ne? Özellikle Peygamberimizin bir sefer dönüşü “büyük cihad” olarak nitelediği nefisle mücadelede hedef, insanın imanını ubudiyetle kuvvetlendirip Rabbine yakınlaşması.

“Küçük cihad” denilen dışa dönük tebliğ çalışmalarındaki amaç ise, diğer insanların kalblerini de aynı mânâlara açmak, onların da imanlarını kurtarıp ubudiyete yönelmelerini sağlamak.

Onun için Üstad, millî mücadele devam ederken gittiği Ankara’da herkesin siyasî olaylara odaklandığı bir ortamda, zemin bulmaya çalışan tabiatçı ve materyalist ideolojiye karşı bir kitapçık yazmayı ve namaza lâkaytlıklarını gördüğü milletvekillerini ikaz etmek için beyanname neşretmeyi herşeyden çok daha önemli görüyor.

Bunun üzerine “Sizi kıymetli fikirlerinizden istifade için çağırdık, ama siz önce namazı gündeme getirerek aramıza ihtilâf verdiniz” diyerek kendisine sitem etmeye kalkan M. Kemal’i “Paşa, paşa! Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır” cevabıyla susturuyor.

Ve bu hassasiyetini hayatı boyunca koruyor.

Savaş yıllarında bile, heyecanlı aktüel hadiselerin, dikkatleri iman hizmetinden alıkoymaması için talebelerini ısrarlı bir şekilde uyarıyor.

“Meyve’nin Dördüncü Meselesi” başta olmak üzere, ilgili bahis ve mektuplar bunun belgeleri.

Ama aynı Üstadın, “Leyle-i Kadir notları” yazımızda nakledilen hatırada geçtiği üzere, Mustafa Sungur’u, Kadir Gecesinde evrad ve ezkârla coştuğu bir sırada çağırıp “Ankara’da milletvekili Tahsin Tola’ya şöyle bir mektup yazman gerekiyor” talimatı vermesi, burada da çok ince bir dengenin söz konusu olduğunu gösteriyor.

İlk bakışta, mübarek bir gecede evrad ve ezkârla meşguliyetin, bir siyasetçiye mektup yazmak gibi “basit, sıradan, önemsiz” gibi görünen bir işten çok daha değerli olduğu düşünülebilir.

Ama Üstad öyle bakmıyor; Sungur’un okumakta olduğu evrad-ezkârı bir kenara bırakarak derhal o mektubu yazıp göndermesini istiyor.

Demek ki o gece o mektubun yazılması, hizmetin gereği ve maslahatı açısından, evrad ve ezkâr okumaktan çok daha önemli ve öncelikli.

Evrad okumak, şirket-i maneviyenin sevap hanesini zenginleştirmek gibi genel bir sonucu olsa da, netice olarak şahsî kemalâtla ilgili bir husus.

Ama hizmetin başkentteki meselelerini takiple vazifeli bir milletvekiline yazılacak mektup, hizmetin selâmetini ve bütün o şirket-i maneviye mensupları ile iman hizmetinden haberdar edilmeyi bekleyenlerin hukukunu ilgilendiriyor.

Onun için de, Kadir Gecesinde bile, şahsî evrad ve ezkâr okumalarının önüne geçebiliyor.

Üstadın Afyon hapsi mektuplarından birinde yer alan ifadeler de bu bakımdan çok manidar.

Üç Ayların idrak edildiği bir mevsimde, “Bu günlerde kısmen müdafaatla zihnen meşguliyetimden teessüf ederken kalbe geldi ki: O iştigal dahi ilmîdir; hakaik-ı imaniyenin neşrine ve serbestiyetine bir hizmettir, bu cihette bir nevi ibadettir” diyor Üstad (Tarihçe-i Hayat, s. 512).

Bina edildikleri hakikat zemini ve dayandıkları adalet ölçüleriyle dünya hukuk fakültelerinde okutulması gereken tarihî birer vesika niteliğindeki müdafaaların, hem ilmîlikleri cihetiyle, hem de iman hakikatlerinin neşir ve serbestiyetine hizmet için hazırlanmış olmaları açısından “bir nevi ibadet” olarak vasıflandırılmaları çok ilginç.

Sonraki devirlerde bu mânâyla örtüşen her çeşit yazı, makale, neşriyat gibi çalışmaları da bu kategoride mütalâa etmek yanlış olmasa gerek.

Yeter ki, niyet ve eksen iman hizmeti olsun.

12.10.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

RAHMET-İ RAHMANA KAVUŞAN BİR ASİL DEMOKRAT



Demokrasi şehidi Adnan Menderes ve arkadaşlarının “demokrasinin Kerbelâsı” Yassıada’da idam edilişleri cinâyetinin sene-i devriyesinde Aydın Menderes’i Ankara’daki evinde ziyaret etmiştik.

Aydın Menderes, 10-15 yaşlarında bizzat şâhid olduğu olayları anlatırken zaman zaman Demokrat Parti milletvekillerinden Giyasettin Emre’nin hâtıralarına atıfta bulunuyordu.

Sohbet, özellikle Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesiyle başlayan, imam hatip okulları, Kur’ân kursları ve yüksek İslâm enstitülerinin hizmete açılmasıyla devam eden, din derslerinin okullara konulmasıyla desteklenen Menderes ve Demokratların dine hizmetleri, din eğitimi ve öğretimine önem vermeleri üzerinde odaklandığında, yakın tarihin demokrasi mücadelesinin destanı olan kahramanca, hâdiseler, Emre’nin hâtıralarıyla te’yid ediliyordu.

Menderes’in Yavuz Sultan Selim gibi Topkapı Sarayındaki Peygamberimize ait Mukaddes Emânetleri abdest alarak büyük bir tâzim ve ihtiramla bizzat sırtlayıp taşıması ve karşısında elpençe divan durup duâ etmesi; o mekânda günün 24 saatinde Kur’ân okutması ve yine tıpkı Yavuz gibi hâfızlar eşliğinde Eyüb Sultan’a taşıması düşüncesi sohbetin konusu olduğunda, hep Gıyasettin Emre’nin hâtıraları sözkonusu olmuştu.

Gıyasettin Emre’nin hayatını demokrasiye, milletin inanç ve mânevî değerlerinin pâyidar olmasına adayan Başvekili merhum Menderes misâli, ömrünü demokratik mücadeleye, inanç ve değerlere hizmette geçiren, hâdiseleri bu nazarla değerlendirip ilerlemiş yaşına rağmen heyecanından ve cehdinden bir şey kaybetmeyen bir Demokrat oluşu, Bedüzzaman’ın Menderes’e ve Demokratlara duâsının açık bir tezâhürü idi…

BEDİÜZZAMAN’LA MENDERES ARASINDAKİ

İRTİBAT HATTI…

Aydın Menderes’le vefat yıl dönümünde anma amacıyla yapılan sohbette teberrüken okuduğumuz ve “Fâtihası”nı Bedüzzaman’dan Menderes’e ulaşan mânevî irtibat hattında bütün Nur talebelerine ve Demokratlara ithafta bulunduğumuz “Sayın Adnan Menderes!” hitabıyla başlayan “Demokrat Nur talebeleri” imzalı lâhika mektubu, merhum Menderes’ten Emre’ye uzanan doğru yolda âdeta bir “beraat” belgesi olmuştu.

Mektuptaki, “Bütün gâyesi vatan ve milletin selâmeti uğruna çalışan ve ders veren Üstadımız Bediüzzaman gibi mübârek ve muhterem bir zâtın Demokrat Partiye yaptığı yardımı kıskanan Halk Partisi ve Millet Partisi elemanları, çeşit çeşit bahane ve eziyet yaparak Üstadımız Bediüzzaman’ı Demokrat Partiden soğutmak için var kuvvetleriyle çalıştıklarına kat’î kanaatimiz gelmiş” cümlesi, dünden bugüne Nur talebelerinin siyasî tesbit ve istikametlerinin hâdiseler nezdindeki ispatının özlü ifâdesiydi.

Merhum Menderes’e, “Sizin gibi, ‘Dinin icâplarını yerine getireceğiz, din bu memleket için hiçbir tehlike teşkil etmez’ diyen bir başvekili ve Demokrat Partisiyi Kur’ân ve İslâmiyet ve vatan hesabına bütün kuvvetiyle ve talebeleriyle, dersleriyle desteklediği”ni bildiren paragrafı, bütün şaşırtmalara rağmen şaşırmayan ve siyasî müşevveşiyete meydan vermeyen Nur talebelerinin haklılığının açık ikrarıydı. (Emirdağ Lâhikası-II,422-423)

Bediüzzaman’ın altı bin sahifeyi aşkın Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur Külliyatının te’lifi ve neşriyle, iman ve Kur’ân hizmetiyle vazife-i hakîkiye”yi yaparken, “vatan, millet ve din nâmına mükellef olduğum büyük vazife” dediği ve “bilmemenin bir özür teşkil etmediği” ictimaî ve siyasî tesbit ve hizmetlerinin açık bir nişânesiydi… (Tarihçe-i Hayat, 490)

Ve Menderes’e “İslâm kahramanı”; dâvâ arkadaşı Demokratlara “İslâmiyete ciddî taraftar mühim zâtlar” övgüsünün işâretiydi. (Emirdağ Lâhikası-II, 449)

MÜLÂKAT, “TÂZİYE”

YAZISINA

DÖNÜŞTÜ

Gıyasettin Emre ile daha önce defalarca arkadaşımız Mehmet Kara ile yaptığımız “Başkent Sohbetleri”nden iktibas edilen hâtıralarla tahkim edilen sohbetin 17 Ramazan’a denk gelen 17 Eylül’de “Aktüalite”de özetlenip yayınlanması üzerine, Anadolu’nun muhtelif yerlerinden birçok okuyucumuz aramış, çoktandır rahatsızlığı sebebiyle ara vermek durumunda kaldığımız Gıyasettin Emre’yle röportajların devamını istemişti.

Doğrusu, aktüel siyasî ve sosyal olayları Menderes’ten, Demokrat Parti’den Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi’ne ulaşan çizgide yakın tarihin ibretli hâdiseleriyle yorumlayan Gıyasettin Emre’nin dünyevî gelişmeleri mânevî mâverayla mezcedip tesbit ve tasdik ettiren sohbetini biz de özlemiştik.

Bundandır ki en son Keçiören’de bir özel hastanede ziyaret ettiğimiz Emre’yi bayram sonrası yeniden ziyaret edip hem okuyucularımız adına geçmiş olsun dileklerimizi iletmek, hem de günümüzde gündem karartmasına tutulan siyasî keşmekeşi aydınlatacak demokrasi mücadelesi ve kararlılık dersleriyle dolu hâtıralarından bir demet derlemeyi plânlamıştık.

Ardından Bediüzzaman’ın Hicrî vefat yıl dönümü olan Ramazan’ın 25. gecesinde Şanlıurfa’daydık. Ramazan’ın mânevî bereketiyle bollaşan ulvî atmosfer içinde peşinden gelen Kadir Gecesi, Arefe ve Bayram günlerinde Anadolu’nun bir çok bölgesi gibi uzun zamandır kuraklıkla kavrulan Urfa’da rahmet üstüne rahmet yağdı. Bediüzzaman’ın târifiyle “taşı ve toprağıyla mübârek olan Urfa ve havalisi”, camilerinden yükselen ezân ve Kur’ân sesleriyle mânevî rahmete de mazhar olmuştu.

“Urfa Mevlidi”nde Dergâh’ın avlusunda münâcât ve duâlarla başlayan, dershanelerde “Leyle-i Kadirde kalbe gelen hakikat”la ve Hutbe-i Şâmiye’deki “İstikbâl yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak ve hâkim, hakaik-ı Kur’âniye ve imâniye olacak” müjdesiyle okunan derslerle devam eden “Âlem-i İslâmın büyük bayramı”nın “Rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle beklentisi” ve ümidi, bir diğer “rahmet” haberiyle buluştu; Gıyasettin Emre’nin Rahmet-i Rahmana kavuştuğu haberi ulaştı…

Ne çâre ki artık “Gıyasettin Ağabey”le yapacağımız mülâkat bir “tâziye” yazısına dönüşecekti. Bayram sonrasına te’hir edilen görüşme ve “son röportaj!” Bayramın son gününde sanki bir başka âleme ertelenmişti. Biz de Demokratlara, dostlarına, yakınlarına “son röportaj!” yerine tâziyetlerimizi sunmak kalmıştı...

BÜTÜN ENDİŞESİ, DEMOKRASİ

VE MİLLET

DÂVÂSI İDİ…

Hâdiselere tıpkı Menderes’le arasında irtibat kurduğu Üstadı Bediüzzaman gibi “vatan, millet ve İslâmiyet nâmına” bakan Gıyasettin Emre, yaşlı ve hasta haliyle dahi Türkiye’nin gündemini, demokrasi ve mânevî hizmetlere dair gelişmeleri büyük bir ciddiyet ve kararlılıkla tâkip ederdi. Arkasından yakın tarihteki birçok olaya ışık tutan demokrasi mücadelesinin panoraması yüzlerce yazı, dizi dizi röportaj, yakın siyasî tarihin şeref levhası ve ibret vesikası hâtıralar bıraktı.

Zira o millet irâdesini demokratik dirençle söz sahibi yaparak “Yeter artık söz milletindir” diyen, demokrasi mücadelesini inanç ve mânevî değerlere hizmetle tâçlandıran, kendi tâbiriyle, “rey’in ‘nâmus’ olduğu, şimdiki gibi ‘para’ olmadığı” asil bir nesle mensuptu. Dâvâsı uğruna her türlü ezâ ve cefâyı göze alan fedakâr “Demokratlar”dandı. Zulme uğrayan Demokratlarla beraber ikibuçuk yıl Yassıada’da altı ay Kayseri Cezaevinde yattı…

Bir asra yaklaşan hayatı boyunca o hep, Türkiye’nin önünün demokrasi katili darbelerle kesilmemesini, Demokrat Parti ve Adalet Partisi döneminde yapılan barajlar ve fabrikaların aynı hızla devam etmesi, maddî ve mânevî kalkınmanın önünün kesilmemesi halinde Türkiye’nin çok daha ileri bir seviyede olacağını söylerdi.

Tek kaygısı, demokrasi ve mânevî hizmetlerin önünün kesilmesiydi. 27 Mayıs ihtilâlini, 12 Mart muhtırasını, 12 Eylül darbesini ve 28 Şubat “postmodern darbesi”ni yaşamıştı. Darbelere ve demokrasi dışı dayatmalara karşı bir ömür boyunca hep tavır almış, mücadele etmişti…

Sanki Bediüzzaman’ın vefâtından önce, “Kalbe ihtar edilen ictimaî hayatımıza âit bir hakikat”taki, “dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar” mânâsı onda tecelli etmişti. Demokratlara, “maddî ve mânevî câzibedar nokta-i istinad (dayanak noktası) olan hakaik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa (…) Halkçılar ırkçılığı elde edip, sizi mağlûp etmeye bir ihtimâl-i kavî (kuvvetli bir ihtimalle) hissettim ve İslâmiyet nâmına telâş ediyorum” ikazındaki “telâş” âdeta ona yansımıştı.

Bütün endişesi, Bediüzzaman’ın “ihtimal- i kavî” ile haber verdiği demokrasi dışılığın yeniden dayatılması idi. Telâşı, dâvâsı buydu. Meselesi, millet irâdesinin üstünlüğü, demokrasi, hak ve hürriyetler içinde mânevî hizmetlerin yapılması idi…

“SAİD’İME KARIŞMA! İLERDE İSLÂMA BÜYÜK

HİZMET EDECEK”

Aslında Gıyasettin Emre’nin Bediüzzaman’la kadim dostluğu dedesinden tevârüs eder. Dedesinin Bediüzzaman’a ihtimamı ve babasının tavsiyesiyle başlar. O günden beri Bediüzzaman’la “dede dostu” ve “baba muhibbi”dir…

Derin bir hürmet içinde dostluk şöyle başlar: Genç Said, 1889’da henüz çok genç yaşlarda medresesine gittiği Gıyasettin Emre’nin dedesi Molla Fethullah’ın sorduğu bütün kitapları “bitirdim” cevabını verince, hayretine karşı şunları söyler: “İnsan başkasına karşı kendini büyük göstermek için hakikati gizleyebilir. Fakat babadan daha muhterem olan hocasına karşı ancak gerçeği söyler. İsterseniz söylediğim kitaplardan beni imtihan ediniz.”

Hangi kitaptan sorsa cevabını alan Molla Fethullah, “Pekâla, zekâda hârikasınız, fakat hıfzınız nasıldır? Makam-ı Harîrî’den birkaç satırı iki defa okuyarak ezberleyebilir misiniz?” diye kitabı uzatır. Genç Said’in kitabın bir yaprağını bir defa okumakla hıfzedip ezbere okuduğunu gören Molla Fethullah, “Zekâ ile hıfzın bu şekilde aşırı derecede bir kimsede toplanması nâdirdir” diye takdirini belirtir.

Ardından İbnü’s-Sübkî’nin dört mezhebin fıkıh usûlünü beyân eden Cem’ül Cevâmî kitabını da günde bir iki saat çalışmakla bir haftada ezberlemesi üzerine, Genç Said’in hâfıza ve zekâsına hayran olan Molla Fethullah, bu dahî genci Hicretin üçyüz senesinde yaşayan Bediüzzaman-ı Hemedanî isimli zâta benzetir; ilk olarak kendisine “Bediüzzaman” diye hitap eder.

Bediüzzaman, bu hâdiseyi yarım asır sonra isimdaşı Bediüzzaman-ı Hemedanî’nin “hârika zekâveti ve kuvve-i hâfızâsı”na işâretle, “Elli beş sene evvel üstadlarımdan Siirtli Molla Fethullah, Eski Said’i ona benzeterek, onun ismini bana vermiş” diye belirtir. (Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, Necmeddin Şahiner, 62-66)

Onbeş - onaltı yaşlarında bulunan Bediüzzaman, bedenen pek çevik ve metîn olduğu gibi, “Saidü’l-meşhur” lâkabıyla yâd edilir. Kendisiyle güreşte yarışmak ve ilmî münâzâra etmek isteyen bütün arkadaşlarına karşı hazır olduğunu ve sorulacak bütün suallere cevap vereceğini, kimseye sual sormayacağını ta o zamandan ilân eder.

Bediüzzaman’ın şöhretinin Siirt ve muhitte şuyû bulması üzerine Molla Fethullah ulemaya, “Bizim medreseye gàyet genç bir talebe geldi, her ne sual ettimse bilâtevakkuf cevap verir. Bu yaşta zekâsına ve ilmine ve fazlına hayran kaldım” diyerek, pekçok metheder. Bunun üzerine, ulema bir yerde toplanarak, Bediüzzaman’ı dâvet ederler. Bediüzzaman, intihab ettikleri bütün suallerine bilâtereddüt cevap verirken, Molla Fethullah’ın yüzüne bakar. Sanki kitaba bakıyor gibi okuyarak cevap verir. Bunu gören ulema, Bediüzzaman’ın hârikulade bir genç olduğuna hükmedip, fazîletini takdir ve sena etmek durumunda kalır. Bu hal etrafta işitilir; ahali, kendisine veliyyûllah derecesinde ihtiram eder ve o nazarla bakar. (Tarihçe-i Hayat, Sayfa 34)

“ÜSTADIMIN TORUNU GELECEK, BENİ

ZİYARET EDECEK…”

Bunun içindir ki Molla Fethullah’ın medresesinde ders veren büyük âlimlerden Hoca Abdülkerim’in bir gün Hocaya hitaben, “Kurban, nedir bunu bu kadar çok şımartıyorsunuz, her kitaptan bir ders verip geçiriyorsunuz? Çok zeki ama böyle olunca şımaracak” itirazı üzerine Molla Fethullah Efendi, “Sen benim Said’ime karışma! O ilerde din-i İslâma büyük hizmetler edecek” diye cevap verir. (Son Şahitler, Necmettin Şahiner, C.II, 49-60)

Ve yine bunun içindir ki Gıyasettin Emre, ilk olarak milletvekili seçildikten sonra Ankara’ya gitmek üzere pederiyle vedalaşırken, “Gittiğin zaman mutlaka benim yerime Bediüzzaman’ı ziyaret et ve benim yerime elini öp, hürmetlerimi bildir” tavsiyesini alır.

Demokrat Parti milletvekillerinden Said Köker ve Ekrem Ocaklı’yla birlikte Emirdağı’nda on beş günden beri rahatsız olan ve kimseyi kabul etmeyen Bediüzzaman’ı ziyaret etmeye gittiklerinde, kapıya varır varmaz genç bir Nur talebesi, “Bediüzzaman Hazretleri misafirlerini bekliyor” der. Gıyasettin Emre ve arkadaşları hemen huzura kabul edilirler.

“Ben çoktan beri rahatsızdım. Fakat sabahtan beri, bir ferahlık duymuştum, ama nerden bileyim ki, benim üstadımın torunu gelip beni ziyâret edecek” diyen Bediüzzaman, “Gıyas! Gıyas!” diye kendisini kucaklar. Öğle namazını beraberce kılarlar, ikindi namazından sonra ayrılırlar. Ancak arabalarının tekerleri peşpeşe patlar, bir türlü Emirdağ’dan çıkamazlar. Çünkü Üstad, “Sabah namazından sonra Gıyasettin bana gelsin!” demiştir…

EMRE’NİN ANLAMLI BİR HÂTIRASI…

Bediüzzaman, birçok lâhika mektubunda belirttiği gibi, Ezân-ı Muhammedînin ilânının Demokrat Parti’ye büyük bir mânevî kuvvet hükmüne geçtiğini açıkça belirtir.

“Evet, Nur talebelerinin siyasetle alâkaları olmaz. Yalnız îman hakîkatlarıyla bütün hayatları bağlıdır. Şimdiye kadar gizli komiteden, siyaseti dinsizliğe ve zındıkaya âlet edenler, istibdâd-ı mutlakla mâsum ve mazlûm Nurcuları ezdiler” tesbitini yapan Bediüzzaman, “İnşaallah bir sebep çıkar o istibdâdı kıracak” niyâzından sonra, “Demokrat çıktı, bir derece kırdı” notunu düşer.

Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur’un mütecâviz dinsizlere karşı haklı tarafa “yardımcı” olduğunu, “dost olduğunu” ve “ihtiyat kuvveti” hükmünde bir “nokta-i istinad” olduğunu yazar.

Gıyasettin Emre’nin anlattığı Yüksek İslâm Enstitüleri Kanununun çıkarılması hâtırası, bu açıdan Demokrat Parti’nin dine ve din tedrisatına verdiği hizmetin açık göstergelerinden biri. Emre bu meseleyi şöyle anlatır:

“1958’de Yüksek İslâm Enstitüsünün kurulması ile ilgili milletvekillerinden bir yasa tasarısı geldi. Tasarı Meclis’e hazırlanıyor, hangi bakanlığı ilgilendiriyorsa o bakanlığa gidiyordu. O bakanlık o tasarı üzerinde çalışmalar yapıyor, gerekirse bazı düzeltmelerde bulunuyordu.

“Milletvekili olduğum dönemde hep Maarif Encümeni’nde (Millî Eğitim Komisyonu) görev yaptım. Bu teklif yapıldığında Ağrı Milletvekili Celâl Yardımcı Millî Eğitim Bakanı idi. Bu teklif Bakanlığa gidip döndüğünde bazı değişikliklerin yapıldığını gördük. Teklif ‘Yüksek İlâhiyat Enstitüsü’ olarak Komisyona geldi.

“Meclis Maarif Encümeni Başkanı Rize Milletvekili Ahmet Morgül’dü. Morgül’e, ‘Biz Yüksek İslâm Enstitüsü olarak teklif etmiştik. Eğer İlâhiyat Enstitüsü ise zaten İlâhiyat Fakültesi var. Meselâ, burada iki tane Alman karı-koca öğretim üyesi var. Biz bu şekilde teklif ettik ki, burada Müslümanlar ders versin. Burada İslâm öğretilsin’ dedim.

“Komisyonda görüşmeler yapılırken Demokrat Parti’nin komisyon üyeleri CHP’li milletvekilleri ile birleştiler. Ahmet Morgül’e, ‘Bunu te’hir ettir’ dediler. Morgül, ‘Ben nasıl te’hir edeyim? Komisyon üyeleri söz alsınlar, konuşsunlar, vakit geçsin, te’hir edeyim’ diye bir taktik uyguladı.

“Ben komisyon salonundan ayrılıp iki profesör milletvekili ile karşılaşıp komisyonda konuşmalarını istedim. Bu milletvekilleri Rize Milletvekili Osman Turan ile Hamdi Ragıp Atademir’di. Bu iki milletvekili konuşmaya başladılar, konuşmalar uzayınca komisyon toplantısı da ertelendi…

12.10.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Cezayir’den Kosova’ya…



Tarihe yeni bir utanç kaydı daha düştük ve vesikası daha bıraktık. Sırf Müslüman olmasından ötürü 100 yıl gecikmeli olarak bağımsızlığına kavuşan Kosova’yı cezalandırma sırası Sırplardan ve Slavlardan sonra Müslümanlara geçti. Cezayir’de de böyle olmuştu. Cezayir 130 yıl Fransız işgali altında kaldıktan ve milyonlarca şehit verdikten sonra 1962 yılında nihayet bağımsızlığın kıyısına gelmişti. Türkiye o zaman eski bir eyaleti olan Cezayir’i yüzüstü bırakmış ve NATO ve Batı kulübü ile birlikte davranmış ve BM’deki oylamada Cezayir lehinde oy kullanmamıştı. Bu bizim tarihî bir utancımız oldu ve Kıbrıs’ta bunun yansımalarını gördük. Halbuki Cemal Abdunnasır bir tağiye olmasına rağmen Malik Binnebi gibilerini Mısır’da ağırlamış ve bağımsızlık mücadelesinde Cezayir’e silâh ve mühimmat temin etmiştir. Gerçi Türkiye’nin resmî tavrının dışında gayri resmî olarak Menderes hükümeti tarafından Cezayir’e silâh ve mühimmat yardımı yaptığı ileriki senelerde ortaya çıktı. İşin başka boyutları olduğu da görüldü. Bunlar belki acımızı biraz dindirebildi ve hafifletti, ama dost-düşman kritik zamanlarda belli olur. Asıl destek kritik zamandadır. Bu itibarla, Cezayir acımız bugüne kadar pek dinmedi.

Geçtiğimiz günlerde yine böyle bir ayıba elbirliğiyle imza attık. Sırplar Kosova’nın bağımsızlığını hazmedemiyorlar. Halbuki Karadağ’ın bağımsızlığı hazmettiler. Ve sonunda Portekiz, Karadağ ve Makedonya gibi eski Yugoslavya’yı oluşturan bağımsız cumhuriyetler de Kosova’nın bağımsızlığını tanıdılar. Bu yönde desteğini esirgeyen tek kitle maalesef Müslümanlar ve İslâm dünyası oldu.

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu, Sırbistan’ın Kosova’nın bağımsızlık kararıyla ilgili olarak Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı’ndan tavsiye kararı alınması yönündeki talebini onayladı. Sırbistan tarafından 192 üyeli Genel Kurul’a sunulan karar tasarısına 77 “evet”, 6 “hayır” oyu çıkarken 77 ülke de çekimser oy kullandı. Türkiye, oylamaya katılmadı. Tasarıda, “Kosova’nın tek başına aldığı bağımsızlık kararının uluslar arası hukuk kurallarına uygun olup olmadığı” konusunda Uluslararası Adalet Divanı’ndan görüş talebinde bulunuluyor. Kosova’nın bağımsızlığını metin bir şekle savunan 6 ülkeden birisi ABD idi. Bu ülkeler arasında Türkiye ve İslâm ülkeleri de olmalıydı. Ama maalesef İslâm ülkeleri karşı kitlenin, yani Sırbistan’ın yanında yer aldılar. Türkiye ise oylamaya hiç girmedi ve rengini belli etmedi.

Oylamada ABD ile Arnavutluk ve Pasifik’teki 4 küçük ada ülkesinin “hayır”, 27 üyeli Avrupa Birliği üyelerinin çoğunun çekimser oy kullandığı, Güney Kıbrıs, Romanya, Yunanistan ve İspanya’nın ise Sırbistan’a doğrudan destek verdiği görüldü. Sırbistan Dışişleri Bakanı Vuk Jeremiç, oylamanın ardından yaptığı açıklamada kararın kabulünden duydukları memnuniyeti dile getirerek, “Bugün uluslar arası hukuk açısından önemli bir gün” ifadesini kullandı. Kosova yönetimi ise, “Kosova’nın bağımsızlık meselesinin çözümlendiğini ve geriye dönüşün olmayacağını” savundu. Kosova “Cumhurbaşkanı” Fatmir Seydiu, “Başbakan” Haşim Taçi ve “Dışişleri Bakanı” İskender Hüseyni, BM Genel Kurulu kararı üzerine yayımladıkları ortak bildiride, “Sırbistan’ın Kosova ve bölgede istikrarın sağlanmasına yardımcı olmak istemediğini” ifade etti.

***

Maalesef 55 İslâm ülkesinden sadece 5 İslâm ülkesi Kosova’nın bağımsızlığını tanıdı. Kosova’nın kaderi aslında Filistin meselesinin kaderi gibi. Filistin devleti bir iki kez ilân edildi ve pek tanıyanı olmadı. Kosova da 1992 yılında tek yanlı olarak bağımsızlığını ilân etti ve o vakit sadece Malezya ve Pakistan Kosova’nın bağımsızlığını tanıdı. O sıralarda henüz Sırp işgali kalkmadığından bağımsızlığını tanıyanlar sınırlı kaldı. 1998’de Sırp işgalinin kalkmasının ardından fiilî ve hukukî olarak Kosova bölgesi bağımsızlığına adım attı. Ve NATO’nun müdahalesinden 10 yıl sonra 17 Şubat 2008 tarihinde Kosova yeniden bağımsızlığını ilân etti. İşte bu ilândan sonra bütün Arap ülkeleri bağımsızlık ilânını sessizce karşıladılar. Geçiştirdiler demek daha doğru olur. İran gibi büyük İslâm ülkeleri de buna dahil. Hepsi Kosova yerine Rusya ile ilişkileri yeğlediler ve hareket ederken onun gözünün içine baktılar. Yeni Kosova’yı tanıyan ilk İslâm ülkesi Türkiye oldu. Sonra Arnavutluk, Senegal, Afganistan gibi ülkeler dünyanın en yeni İslâm ülkesi Kosova’yı tanıdılar. Elbette bağımsızlık ilânında Amerikalıların çıkarları var. Ama Nejad, Maliki hükümetine ‘Amerika gidici ondan dolayı güvenlik anlaşmasını imzalamayın’ diyorsa aynı gerçek Kosova için de geçerlidir. ABD çekildiğinde onun mirası Müslümanlara kalacaktır. Kaderin cilvesi ve hükmü budur. Lâkin Nejad gibiler Kosova’yı Amerikan karşıtlığından değil Rus dostluğundan dolayı tanımıyorlar. Yeni oluşan Sırp-Arnavut denklemi İran gibi kimi Müslüman devletlerin uyguladıkları Ermeni-Azeri denklemine ne kadar da benziyor! İslâm dünyasının Kosova’yı yüzüstü bırakması siyasî bir ar ve ayıptır. Onu yüzüstü bırakıp da Filistin dâvâsının bayraktarlığını yapanlar şüphesiz ikiyüzlülük yapmaktadırlar. Sırpların bu hususta en fazla itimat ettikleri blok Araplardır. Sırplar BM’de yaptıkları gibi Arap Birliği’nden de Kosova’yı tanımamasını istemektedirler. Arnavutları da en fazla hayrette bırakan durum budur.

Araplar, Türkiye karşısında nasıl Rumları dikkate alıyor ve KKTC’yi bugüne kadar tanımıyorlarsa Kosova’ya da aynısını yaptılar. Kosova’nın bağımsızlığını tanımayanlar bağımsız yaşamayı hak etmiyorlar. Vaktiyle Türkiye’nin Cezayir’e yaptığını bugün Cezayir de dahil Araplar Kosova’ya reva görüyorlar. Yuh olsun…

12.10.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır