Doğru yer, Kemalizm ve hukuk
Genelkurmay Başkanı sayın Başbuğ’un Balıkesir’de yaptığı konuşma ve arkasından ortaya çıkan polemik aslında benim için çok ilginç değil artık bu tür konulara alıştık.
Bir-iki yazar da bu konuya değinmedi değil ama bence sayın Başbuğ’un Balıkesir konuşmasında üzerinde en fazla durulması gereken nokta, üslubundan da vahim olmak üzere, konuşmanın son bölümünde ifadesini bulan ‘herkesin doğru yere davet edilmesi’ meselesi.
Bu davetin altında yatan zihniyet, emin olunuz, üzerinde Aktütün faciasından da çok konuşulması gereken bir konu.
Şayet bu zihniyet aşılamaz, bu zihniyetin diktatoryal bir zihniyet olduğu geniş kitlelerce anlaşılamaz ise işimiz gerçekten kolay değil.
Belki daha da önemlisi ve üzerinde durulması gereken nokta bu zihniyetin çarpıklığı belirgenleşmediği sürece başka Aktütün’lerin yaşanmasının da kaçınılmaz olabileceği.
Sayın Başbuğ’un ağzından bu kadar teknik olarak yanlış ifadeler nasıl çıkabiliyor doğrusu anlamak mümkün değil.
Aklıma iki ihtimal geliyor; birincisi askerlerin aldıkları eğitim, ikincisi ise kişisel olarak tekçi siyasal arayışlara yatkınlık.
Sayın Başbuğ ‘herkesi doğru yerde durmaya’ davet ediyor.
Bu sözün çok iyi irdelenmesi lazım zira kanımca işin özü burası.
Çağdaş hukuk devleti kavramında ‘doğru yer’ diye bir saçmalık olamaz.
Yurttaşın bir davranışı, eylemi, sözü ya geçerli hukuk sistemi içinde suçtur ya da değildir.
Bir eylem, bir pozisyon, bir söz yasalara göre suç ise, zaten mesele yargının işidir, bir eylemin suç olup olmadığı da genelkurmay başkanlarının işi değildir.
Bir ifade, bir eylem şayet suç teşkil etmiyorsa da genelkurmay başkanlarına ya da başkalarına bu yurttaşları yani sözleri, eylemleri geçerli hukuk sisteminde suç oluşturmayan yurttaşları bir yerlere davet etmek asla düşmez.
Hukuk karşısında kimsenin haddini aşmaması gerekmektedir.
Had yani sınır da hukuktur; genelkurmay başkanlarının ‘doğru yer’ anlayışı ve tanımlaması asla değildir, doğru yere davet de hukuk dışı bir kavramdır.
Sözleri, eylemleri suç olmayan yurttaşları ‘doğru yere davet etme’ ancak diktatörlüklerde söz konusu olabilir.
Ya da çağdaş hukuk kavramlarından, anlayışından hiç nasibini almamış kişilerin zihniyet dünyasında.
Bu kadar vahim bir hukuk ve mantık hatasını yapan kişinin ünvanının genelkurmay başkanlığı gibi çok önemli bir ünvan olması işin vahametini daha da artırmaktadır.
Ancak, sayın Başbuğ bunca tecrübesine rağmen bu kadar temelsiz bir ifadeyi basın önünde kullanabiliyorsa, bunun da üzerinde durmak, nedenlerini araştırmak gerekebilir.
Benim bu konudaki naçizane görüşüm sistemin bütününün bir riyakarlık içerdiği doğrultusunda.
Anayasamızın ikinci maddesi demokrasiye, hukuk devletine gönderme yapıyor ama aynı zamanda da başta dibacesinde ve her yerde olmak üzere bir resmi ideolojiye, atatürkçülüğe gönderme yapıyor.
Lafı evirip çevirmeden doğruyu söylemek, bir demokraside, hukuk devletinde anayasal düzeyde bir resmi ideolojinin olamayacağını, olduğu zaman da bizde olduğu gibi sistemik riyakarlıkların ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğunu ifade etmek gerekiyor.
Sayın Başbuğ’un doğru yere daveti ise işte bu resmi ideolojinin deli gömleğine davetten başka bir şey pek değil.
Meseleyi matematik bir mantıkla sergilemek gerekiyor.
Bir hukuk devletinde, çağdaş bir demokraside resmi ideoloji olamaz.
Anayasasında hukuk devleti ve demokrasi esas gibi gösterilmekle birlikte her yerde resmi ideoloji kutsanırsa, o ülkelerde, o ortamlarda hukuken suç olmasa dahi bazı görüşler, pozisyonlar devlet memurları tarafından makbul görülmeyebilir ve yanlıştan dönmeleri için yurttaşlara çağrı yapılabilir.
Ama o ülkeler muasır medeniyet kavramından nasibini alamamış ülkelerdir.
Star, 19.10.2008
|
Eser Karakaş
20.10.2008
|
|
Aktütün tartışmasından geriye kalacak olan
Kavga dövüş içinde günler, aylar, yıllar geçiriyoruz. Türban kavgaları, Anayasa kavgaları, cumhurbaşkanlığı kavgaları, rejim kavgaları, asker-hükümet kavgaları, Ergenekon kavgaları, medya-başbakan kavgaları, medya-ordu kavgaları...
Sık sık, enerjimizi birbirimizle kavga etmek yerine daha somut, daha verimli işlere harcasak, dediğimiz oluyor. Ama doğru değil bu. Bunlar verimsiz kavgalar değil; biz bu kavgaları yapmak zorundayız. Bunların hepsi 85 yıldır ertelenmiş hesaplaşmalar ve artık yapılmak zorundalar.
Ve emin olun ki, hiçbiri boşa gitmiyor. Her bir kavgadan, farklılaşmış bir şekilde, farklı bir bilinçle çıkıyoruz. Kim ne derse desin, Türkiye bütün bu kıyasıya kavgalar içinde demokrasisini olgunlaştırıyor.
Lafı Aktütün tartışmasına getireceğim. Bu tartışmada da aynı şey oluyor. Dikkatinizi çekerim; Türkiye ilk defa, yürütülen bir askeri harekatın doğrusunu-yanlışını, eksiğini- fazlasını, hamaseti bir yana bırakıp somut olarak, ince ince tartışıyor. Genelkurmay ilk defa, - tekzip amacıyla da olsa- kendisine yöneltilen eleştiriler üzerine ayrıntılı açıklama yapıyor; bu açıklamaya Taraf Gazetesi’nden karşı açıklamalar geliyor.
Ve kamuoyu pür dikkat bu tartışmanın içinden gerçeği keşfetmeye çalışıyor. İşte olayın asıl önemli yanı budur. Bundan önce olmayan şey budur. Bizi geliştirecek olan, Türkiye’yi geri dönülmez bir biçimde dönüştürecek olan şey budur.
Dağlıca ve Aktütün olaylarıyla birlikte artık terörle mücadelenin askeri boyutu da sivilleri ilgilendiren bir mesele haline gelmiş; toplumsal mercek altına alınmıştır. Bundan böyle oğullarını savaşa gönderenler bu savaşın iyi yönetilip yönetilmediğini, komutanların işlerini iyi yapıp yapmadığını daha yakından izleyecektir. Ordu bundan böyle bu duruma alışmak zorunda kalacak; bu gerçekle yaşamayı öğrenecektir.
Bundan on yıl sonra, geri dönüp baktığımızda, bu olayda bunun dışında her şeyin önemsiz bir detay olarak kaldığını göreceğiz. Bugün bazıları Aktütün faciasının belgelerini sızdıranların Genelkurmay’la hükümet arasında kurulmuş görünen mutabakatı bozmak isteyenler olabileceği tahlilini yapıyor.
Bu tahlil doğru da olabilir, yanlış da... Belgeleri sızdıranlar yapılan askeri hatalara isyan eden dürüst subaylar da olabilir; denildiği gibi ordu-hükümet saflaşması yaratmak isteyen “şahin”lerde...
Ama o belgeler doğruysa bunun ne önemi var? On yıl sonra kimse bu belgeleri kimin ne amaçla sızdırdığını merak etmeyecek. Sadece o belgelerin yarattığı sarsıntı ve dönüşüm kalacak geriye...
Yine bugün bazıları Erdoğan’ın bu olay karşısında takındığı tutumun yukarıda sözünü ettiğim oyunu bozmayı amaçladığını düşünüyor. Kimi arkadaşlarımız keşke Başbakan gazetecilere verip veriştireceğine, Genelkurmay’dan gerekli bilgileri alıp halkın karşısına çıksa ve gerekli açıklamaları kendisi yapsaydı, diyor; kimisi de Başbakan Genelkurmay’a hesap soramıyorsa, görevden alamıyorsa hiç değilse susmalıydı, diyor.
Şöyle ya da böyle davranmış olması, Başbakan’ın ve AK Parti’nin kendi geleceği açısından önemli olabilir; ama emin olun ki, on yıl sonra Başbakan’ın hangi reel politik değerlendirmelerle bugünkü tutumunu aldığı da pek önemli olmayacak. Ne yapılan söz düelloları, ne kullanılan üslup hatırlanacak. Zaman bugün önemli gibi gelen bütün bu ayrıntıları süpürüp götürdüğünde geriye kalan tek şey, “hesap veren ordu” hedefine doğru önemli bir hamle yapmış bir ülke tablosu olacak.
Bugün Türkiye’nin bu kavgadan en karlı biçimde çıkmasını isteyen her vatandaşın yapması gereken şey; kendini hiçbir politikideolojik angajman içinde hissetmeden, bütün önyargılarından ve duygusal bağlantılarından kurtularak gerçeğin, sadece gerçeğin peşine düşmek olmalıdır. Gerçek ne kadar yaralayıcı olursa olsun, üstündeki örtüyü kaldırıp önümüze koyduğumuz andan itibaren iyileşme süreci de başlar
Bugün, 19.10.2008
|
Gülay Göktürk
20.10.2008
|
|
Bir demokraside...
Türkiye demokratik, laik ve giderek artan ölçüde hukuk devleti niteliklerine sahip olursa kendisine atfedilen önem artacak.
Arttığı ölçüde de dünya siyasetinde belirleyici aktörlerden birisi olacak.
Böyle bir ülkenin yöneticilerinin de atmaları gereken ilk adım yönettikleri toplumu güdülecek sürü, azarlanacak sınıf, korkudan tir tir titretilecek kışla, belkemiksizlikten mağdur siyasi parti gibi görmekten vazgeçmek olmalı. Ülkenin genelkurmay başkanı ve onun çizgisindeki başbakanı bu ülkede tebaa değil vatandaşların yaşadığını, demokratik rejimlerde beğenmediğiniz görüşlerin iftira içermedikleri taktirde serbestçe ifade edilmelerinin kural olduğunu, hesap vermenin de demokratik düzenin tüm kamu hizmetkarlarına dayattığı bir yükümlülük sayıldığını unutmamalıdır.
Geçen yılki Dağlıca baskınının ardından dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı kamuoyuna “Bu sonuçları paylaşmak zorunda değiliz. Herkes kendi işine baksa iyi olacak” dememiş olsaydı, o saldırıda şehit olanların ruhuna saygının da gereği olarak eğer varsa yapılmış hataların niteliği kamuoyuyla paylaşılıp sorumlular da cezalandırılsaydı bugün Aktütün’e tepki farklı olurdu.
Dikte ile gazetecilik olmaz
Kaldı ki kamuoyuna hesap vermek bir lütuf da değildir. Bir yükümlülüktür. Eğer Türkiye kendisine saygılı bir demokrasiyse. Böyle bir rejimde de Aktütün baskını hakkında soru sormak vatandaşın hakkıdır. Hele bu vatandaşın oğlu savaşa gidiyor, vergisiyle savaşın masrafları karşılanıyorsa. Bunun PKK’ya destek anlamına geldiğini savunmak eğer suçluluk telaşından kaynaklanmıyorsa insafsızlıktır. PKK kendi çıkarlarını, adlarına konuştuğunu iddia ettiği Kürtlerden daha fazla düşündüğünü daha önce de zaten göstermiş bir örgüttür. Bugünkü eylemleri ve yüksek sayıda sivilin hayatına mal olabilecek şehir terörizmi çabaları bu ülkedeki herkesin canının yanmasına yol açacak felaketlerin önünü açacaktır. Bununla da mutlaka mücadele edilmelidir ve edilecektir de. Ancak terörden beslenen bir örgütün eylemleri karşısında özgürlüklerin askıya alınması tam da örgütün istediği alana girmek anlamına da gelir.
Genelkurmay Türkiye’nin değiştiğini, artık köylü toplumu olmadığını ve sabık bir Genelkurmay başkanının çok isabetli şekilde vurguladığı gibi vatanı sevme tekelinin elinde olmadığını artık kabul etmelidir. Terörün bitmesi vicdan ve ahlak sahibi herkesin hedefidir. Bununla ilgili fikir üretme tekeli kimseye ait değildir.
Demokratik rejime iktidarını borçlu olan bir partinin ve Başbakanın da asıl yapması gereken bu basit gerçekleri hatırlamak olmalıydı. Gazetecilerin mesleklerini nasıl ifa edeceklerini ve nasıl manşet atmaları gerektiğini dikte etmek değil.
Sabah, 19.10.2008
|
Soli Özel
20.10.2008
|
|
Asker-gazeteci ilişkisi
Biz gazeteciler, çok doğal olarak değişik siyasi görüşlere sahibiz. Bu farklılıklarımız da olayları değerlendirmemize kaçınılmaz olarak yansıyor.
Bu farklılıklar, haksız karalamalara, hedef göstermelere dönüştüğü anda zararlı hale geliyor. Maalesef bazı meslektaşlarımız, kurulu düzenin kurumlarını savunurken, eleştirel tutum alanları da bu tür kritik anlarda hedef tahtasına koymaktan mutlu oluyorlar.
TSK liderliğinin gazeteleri ve gazetecileri tehdit etmesi demokratik bir ülkede kabul edilemez. Türkiye’de otoriter gelenek güçlü olduğu için siyasetçileri eleştirirken rahat
hareket eden yazarlarımız iş orduya gelince değişik bir ruh hali içine giriyorlar.
Halbuki, siyasetçiyi eleştirdiğimiz gibi orduyu da eleştirebilmeliyiz. Hele yakın tarihimizde 3.5 askeri darbe yaşamış, faili meçhuller, yargısız infazlar ülkesi haline gelmişsek, bunların önemli bir çoğunluğunun hesabı sorulmamışsa, sorulamamışsa, bu konuda daha eleştirel ve sorgulayıcı bir tutum izlememiz gerekemez mi?
Büyük çoğunluğumuz Tayyip Erdoğan’ı da, Deniz Baykal’ı da, Devlet Bahçeli’yi de istediğimiz gibi eleştirebilirken, ordunun da hatalarını gördüğümüz zaman eleştirmeyecek miyiz? Bakıyorum bazı arkadaşlarımız geleneksel refleksleriyle ortaya çıkıp bu eleştirileri cesaretle dile getiren meslektaşlarını, ‘demokratlıkları sadece orduya karşı’ diyerek böyle kritik bir zamanda eleştireni, düşüncesini söyleyeni hedef alıyorlar.
Türkiye’de askerle siyaset ilişkisi normal demokratik bir ülkeden olandan çok farklı. Ordunun kendi görev alanı dışına çıkarak bütün siyasi konularda müdahil olduğu bir gerçek değil mi?
Ordu siyaset yaptığında kaçınılmaz olarak siyasi eleştirilere muhatap olacaktır. Hemen bütün temel siyasi konularda tavır alıp, siyasi çağrılar yapan bir güvenlik kurumunun, artık bu alanı terk etmesi kendi asıl görevine dönmesi gerekmiyor mu?
Eğer biz gazeteciler, yazarlar, bu konuda askere karşı uyarıcı bir tutum almazsak ülkenin güvenliği daha iyi mi olacak? Bu ülkede yıllarca OHAL döneminde çok sayıda gazeteci hayatını kaybetti. O bölgelerde güvenlik güçlerinin baskıları nedeniyle uzun yıllar doğru dürüst bir haber bile yapılamadı.
Böyle olunca Türkiye’nin güvenliği daha mı sağlam hale geldi? Başta asker olmak üzere güvenlik güçleri daha mı başarılı oldu.
Türkiye’de ne yazık ki askeri darbelerin, OHAL’lerin ürünü olarak gazeteci-asker ilişkisi sağlıksız bir durumda. Asker, daha düne kadar birçok gazeteciyi ve gazeteyi ‘yasak’ kapsamında tutmayı kendisine hak gördü. Hâlâ bu yasakların bir kısmı sürüyor. Tamamen siyasi olan bu tercihe karşı çıkmayacak mıyız?
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu tartışmada gazetecileri hedef haline getirmesi, yayın yasağını koyan, tehditler savunan tutumu desteklemesi, sivil alanı korumak isteyen anlayışı hedef alması, gerçek demokrasiye doğru yaptığımız yolculuğumuzun ne kadar uzun olacağını gösteriyor.
Siyasetin sivilleşmesinin, gazeteci asker ilişkisinin normal demokratik ülkelerdeki
ölçülere gelmesinin kolay olmadığını yaşadıklarımız bir kez daha kanıtladı.
Radikal, 19.10.2008
|
Oral Çalışlar
20.10.2008
|