Son Aktütün baskınından sonra gelişen olaylar bize göstermiştir ki devlet PKK ve terör belâsını bitirmede tereddüt içerisinde kalmıştır. Ordu, tabiî olarak mücadelenin silâhlı boyutunun detaylarıyla ilgilenirken hükümet ve sivil inisiyatif, problemin sosyal, hukukî, kültürel ve ekonomik boyutlarına eğilmektedir. Mücadelede çeyrek yüzyılın harcandığı bu terör belâsı, zaman zaman zikzaklı bir grafik çizmiş olmasına rağmen hâlâ baş belâsı olma özelliğini sürdürmektedir.
“Kanları yerde kalmayacak, teröristler inlerinde vuruldu, örgütte çözülme başladı, sonları geldi, vb.” söylemler artık deforme olmuş ve ağırlığını, inandırıcılığını yitirmiştir. Meseleye sadece askerî tedbirlerle bakmak ya da sadece bir kimlik özgürlüğü olarak yaklaşmak, elbette ki problemin büyüklüğü karşısında yetersiz ve nafile çaba olarak kalmıştır.
Silâhlı mücadelede yapılan taktik hatalar kadar, silâhsız mücadelede yapılan hatalar da dikkate alınmalıdır. Aksi halde bu tür baskınlar sonrası paniğe kapılmak kaçınılmaz olmaktadır. Panik halinde ise hatalar zinciri peşpeşe gelir. Kişi bildiği doğruları bile şaşırmaya başlar, yanlışlar birbiri arkasınca gelir. Neticede asıl meseleden ya da konudan çok uzaklara düşülerek bir savrulma yaşanır. Artık kaybedilen iğne, düşürülen yerde değil aydınlık diye çok daha başka alanlarda aranır ki bu da mücadele edenleri trajikomik bir duruma düşürür.
Çözümün bir parçası konumundayken problemin bir parçası haline gelirler. Golf oynayan generalin durumu ve onu savunmaya çalışan Genelkurmayın pozisyonu örneğinde olduğu gibi. Artık tartışmalar başka mecralara gittiğinden, savunmalar da başka mecralara gitmiştir. Asıl meselenin yanı sıra bir, ikinci, hatta üçüncü, dördüncü mesele de gündeme oturmuştur. OHAL bile artık sahaya sürüldüğünden konu “Demokrasi mi, jandarma devleti mi?” tartışmalarına kadar uzanabilmiştir.
Meselenin can damarı, ana kaynağı unutulursa çözüm elbette mümkün olmaz. Teferruatta boğulursak elbette ki adı üstünde boğuluruz. Teferruatlara takılmışsak eğer bunları en kısa zamanda halledip yeniden ana meseleye dönmek gerekir. Komutanın istifası, karakolların seyyar hale getirilmesi, takviye, özel tim, OHAL gibi tartışmalar en kısa zamanda ana meseleye katkıları olup olmayacağına bakılarak bir an önce kesin karara bağlanmalı sonra ana meseleye dönülmelidir. Sözgelimi OHAL’in askerî, siyasî, kültürel ve demokrasi açısından önceki yıllarda hiçbir işe yaramadığı tecrübelerle sabit olduğundan bu tür tartışmalara girmek abesle iştigal addedilerek vakit kaybedilmemelidir. Hükümet de panik atak durumuna düşerek askerlere ne isterlerse vermek gibi bir toptancılığa asla tevessül etmemelidir. Unutmamalıdır ki “Savaş, sadece askerlere bırakılacak kadar basit bir iş değildir.”
Ama silâhlı mücadele ne kadar mükemmel yapılırsa yapılsın problemi bitirecek tek çare olmadığı için yaranın kanamaya devam edeceği de açıktır. Bu merhalelere nereden gelindiği, niçin gelindiği üzerinde sağlıklı bir teşhis konmadan sivrisinekleri avlamakla zaman geçirmemiz ve beyhude yorulmamız kaçınılmaz bir acı gerçek olarak orta yerde duracaktır.
Bir yerden bir yere giderken eğer yolumuza taş, kaya, kütük gibi bir engel düşmüş de yolumuzu tıkamışsa ya engeli kaldıracağız ya da yeni bir yol bulup devam edeceğiz. Orada boş boş beklemenin bir anlamı yoktur. Şimdiye kadar ki uygulamalar tatmin edecek derecede olumlu sonuçlar vermediğine göre paniğe kapılmadan, soğukkanlı bir biçimde yeni bir yöntem bulmak en doğru davranış olsa gerek.
Not: Bazı kadirşinas okuyucularım internetteki sitenin yazarlar bölümünde ismimi göremediklerini belirtiyorlar. İsim sıralaması cep telefonlarındaki gibi Batı dilleri alfabesine göre sıralandığından İ, Ü, Ş gibi harflerden önce gelmektedir. Oraya bakılırsa alt taraflarda yazılı olduğunu göreceklerdir. Uzun bir tatile çıktığımdan dolayı yazamadım. Yeni sezonda İnşallah birlikte olmak dileğiyle bera-yı malûmat olarak siz değerli okuyucularıma beyanda bulunmayı görev bildim. Selâm ve duâ ile...
14.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|