"Gerçekten" haber verir 14 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

Allah'a ve Resûlüne itaat edin ve ihtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz de elden gider. Sabredin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.

Enfâl Sûresi: 46

14.10.2008


Sosyal çalkantıların menşei iki kelimedir

Beşerin hayat-ı içtimâîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilâlâtın menşei iki kelimedir: Birisi: “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?” İkincisi: “Sen çalış, ben yiyeyim.”

Hakikatli bir rüya-yı hayaliyede, Harb-i Umumînin beşinci senesinde, bir acip rüyada benden soruldu:

“Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiât-ı maliye ve meşakkat-i bedeniye nedendir?”

Rüyada demiştim:

“Cenâb-ı Hak bir kısım maldan onda birHAŞİYE 1 veya bir kısım maldan kırkta bir,HAŞİYE 2 kendi verdiği malından birisini bizden istedi—tâ bize fukaraların dualarını kazandırsın ve kin ve hasetlerini men etsin. Biz, hırsımız için tamahkârlık edip vermedik. Cenâb-ı Hak, müterakim zekâtını, kırkta otuz, onda sekizini aldı.

“Hem senede yalnız bir ayda, yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi. Biz nefsimize acıdık; muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenâb-ı Hak, ceza olarak, yetmiş cihetle belâlı bir nevi orucu beş sene cebren bize tutturdu.

“Hem yirmi dört saatte birtek saati, hoş ve ulvî, nuranî ve faydalı bir nevi talimat-ı Rabbâniyeyi bizden istedi. Biz tembellik edip o namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saati diğer saatlere katarak zayi ettik. Cenâb-ı Hak, onun kefareti olarak, beş sene talim ve talimat ve koşturmakla bize bir nevi namaz kıldırdı” demiştim.

Sonra ayıldım, düşündüm, anladım ki, o rüya-yı hayaliyede pek mühim bir hakikat vardır. Yirmi Beşinci Sözde, medeniyetle hükm-ü Kur’ân’ı muvazene bahsinde ispat ve beyan edildiği üzere, beşerin hayat-ı içtimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilâlâtın menşei iki kelimedir:

Birisi: “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?”

İkincisi: “Sen çalış, ben yiyeyim.”

Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı ribâ ve terk-i zekâttır. Bu iki müthiş maraz-ı içtimâîyi tedavi edecek tek çare, zekâtın bir düstur-u umumî suretinde icrasıyla, vücub-u zekât ve hurmet-i ribâdır.

Hem değil yalnız eşhasta ve hususî cemaatlerde, belki umum nev-i beşerin saadet-i hayatı için en mühim bir rükün, belki devam-ı hayat-ı insaniye için en mühim bir direk, zekâttır. Çünkü, beşerde, havas ve avam, iki tabaka var. Havastan avâma merhamet ve ihsan; ve avamdan havâssa karşı hürmet ve itaati temin edecek, zekâttır. Yoksa, yukarıdan avâmın başına zulüm ve tahakküm iner; avamdan zenginlere karşı kin ve isyan çıkar. İki tabaka-i beşer, daimî bir mücadele-i mâneviyede, bir keşmekeş-i ihtilâfta bulunur. Gele gele, tâ Rusya’da olduğu gibi, sa’y ve sermaye mücadelesi suretinde boğuşmaya başlar.

Ey ehl-i kerem ve vicdan! Ve ey ehl-i sehâvet ve ihsan! İhsanlar zekât namına olmazsa, üç zararı var. Bazen da faydasız gider. Çünkü, Allah namına vermediğin için, mânen minnet ediyorsun, biçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenâb-ı Hakkın malını ibâdına vermek için bir tevziat memuru olduğun hâlde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfrân-ı nimet ediyorsun.

Eğer zekât namına versen, Cenâb-ı Hak namına verdiğin için bir sevap kazanıyorsun, bir şükrân-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeye mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur. Evet, zekât kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan, yahut sair suretlerde verip riyâ ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede? Zekât namına o iyilikleri yapıp, hem farzı edâ etmek, hem sevabı, hem ihlâsı, hem makbul bir duayı kazanmak nerede?

Haşiye-1: Yani, her sene taze verdiği buğday gibi mallardan onda bir.

Haşiye-2: Yani, eskiden verdiği kırktan ki, her senede galiben ve lâakal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle, o kırktan taze olarak on adet verir.

Mektûbât, s. 264-65

zayiât-ı maliye: Malın zayi olması.

meşakkat-i bedeniye: Bedeni sıkıntı, zorluk.

muvakkat: geçici.

tamahkârlık: Açgözlülük.

ihtilâlât: İhtilâller.

cereyan-ı ribâ: Faiz cereyanı.

hurmet-i ribâ: Faizin haram kılınması.

14.10.2008


Meyl-i tekemmül

Yirmi Dokuzuncu Söz’ün “Kıyamet ve mevt-i dünya ve hayat-ı âhiret hakkındadır” başlığı altında İkinci Esasın Üçüncü Medar’ında şöyle bir cümle geçiyor:

“İnsanda olan hadsiz istidâdât-ı mâneviye ve nihayetsiz âmâl ve efkâr ve müyûlat dahi israf edilmeyecektir. Öyle ise; insandaki o esaslı meyl-i tekemmül, bir kemâlin vücudunu gösterir ve o meyl-i saadet, saadet-i ebediyeye namzet olduğunu kat’î olarak ilân eder.”

Zihnim ilk cümleyle ikinci cümle arasında hemen bir bağ kuruyor. Şöyle ki: İnsandaki hadsiz istidâdât-ı mâneviye ve müyulât (meyl-i tekemmül vb.) orada, ebedî mekânımızda kemâl haliyle karşımıza çıkartılacak. Biraz somutlaştırmaya çalışırsak; bu sınırlı âlemde niyet edip yapamadığımız, kalben “bu haktır” deyip belki eteğine dahi ulaşamadığımız fiilleri orada kendimizi yaşar halde bulacağız.

Sözün burasında aklıma bir hadis-i şerif geliyor: “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.” Öyle zaman oluyor ki bizler bazı manzaralar karşısında imkânsızlıklar içerisinde kalıp sadece bir iç geçirme ile, bir âh ile iktifa ediyoruz. Meselâ bir büyükten bahsedilirken onun kırk sene boyunca yatsı abdestiyle sabah namazı kıldığını duymamız bizim gıpta damarımızı harekete geçirip “O kırk sene yapmış, sen de en azından bunu kandil gecelerinde yapabilirsin” dedirtiyor. Ya da bir hikmet lem’ası barındıran sözü işittikten sonra tâcını, tahtını bırakıp dervişliğe soyunan devlet reisini duyunca, bizler de “Sen de her sözü hikmet olan Kur’ân-ı Hakîm yanıbaşındayken onun yaptığının çok küçüğünü dahi olsa yapabilirsin” mânâsını kalplerimizde hissediyoruz. Yani güzele güzel deyip hakkın yanında olma farziyetini yerine getirip bir duâ-yı mânevî ile o büyüklerin hallerinin bizlere de sirâyeti için muntazıran kâmiliyeti talep ediyoruz. Her halde şuurlu bir kulun olması gereken asgarî nokta! Ve ameli yapılamayıp niyet mertebesinde kalan bizler, mezkûr hadisle o fiilin yapılmış olarak hanemize yazılmasını ümit ediyoruz.

Üstad’ın Sözler’deki cümlesine dönecek olursak: “İnsandaki o esaslı meyl-i tekemmül, bir kemâlin vücudunu gösterir.” Nasıl ki midenin açlığı taamı, çatlamış kurak toprak rahmetin varlığını hâl lisanıyla ilân eder; aynen öyle de beşerin kalbindeki meyl-ü tekemmül duygusu dahi bir kemalin vücudunu gösterir. Evet dar-ı bekâda herbirimizin sinesinde bulunan daha iyiyi arama arzusu artık son bulacak, o talep ettiğimiz kemal noktaya Hâkim-i Zülkemâl bizleri ahiret yurdunda kavuşturacak. Ve İnşaallah bu kararsız, sıkıntılı âlemde isteyip de ulaşamadığımız o haller üzere, müstekâr ve zahmetsiz, ebedî olarak Cennet yurdunda yaşayacağız.

Burada bir dakîk sır nazarıma çarpıyor. Âlem-i tegayyür olan şu âlemdeki isteklerimiz âlem-i müstekar olan ahiret yurdunda bizlere nasip edilecek; ama bu dünyadaki niyazımız ölçüsünde verilecek. Bu dünyada kabımızı ne kadar genişletmişsek, orada kabımıza o kadar rahmet dökülecek. Her halde her mü’mine düşen görev, fiilî ve kavlî duâlarla kabımızı genişletmeye çalışmaktır.

Sözlerimi bir yazarın konumuzla alâkalı bir cümlesiyle bitiriyorum: “Her neyi arıyorsanız, biliniz ki siz o’sunuz”...

MURAT KABAKÇI

14.10.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır