|
|
Hüseyin EREN |
İktisat bereketi |
|
İhlâs ile iktisat arasında yakın bir ilişki var, birbirini destekleyen ve tamamlayan bir bütünlük… İktisat ihlâsa götürür, iktisatsızlık ise ihlâsı söndürür, hırsı netice verir… Hırs ise hissîdir, nefsidir, vahye zıttır…
Hırsı olan hasaret eder, varı da bitirir, maksut damına çıkamaz, rızayı kazanamaz… Kanaat eden hazineyi bulur, geçim yükünü ciddî hafifletir… Çalışmanın neticesine razı olur, memnun olur, isyan etmez, yarın daha çok çalışır… Her gün daha çok çalışma duâsı gün gelir kabul olunur, bereket hazinesini bulur, kalbine sekine gelir, şükür hisleri daha da kuvvetlenir… Nimetler üzerindeki in’âm edeni devamlı görmek ona daima tevhid üzere yaşamayı öğretir, tevhid teslime, teslim tevekküle, tevekkül her iki cihan saadetine kavuşturur…
“Tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir hazine ve servettir ki hiçbir şey ile değişilmez” Tevekkül, kanaat ve iktisat basamakları en büyük bir kuvvet, en metin bir nokta-i istinat olan ihlâs kulesine çıkartır… Kanaatsiz müsrif, acelecilikle merdivenlerden düşer, maksut damına çıkamaz, hayat hayıflanmayla geçer, dünya mamur olmadığı gibi ahiret de tehlikeye girer…
Her on beş günde bir İhlâs Risâlesini okumayı tavsiye eden Bediüzzaman, bütün hayatı boyunca mühim bir sünnet olan iktisat üzere yaşamış, ihlâsa komşu eylediği İktisat Risâlesini de bazen beraber okunmasını istemiştir… Modern diretmelere fikren meydan okuduğu gibi şahsî hayatıyla da meydan okumuştur…
“Ne ile geçiniyorsun?” diyenlere “İktisat bereketiyle” demiştir… Her gün kabaran ihtiyaç listesiyle yüz yüze gelen bizler nasıl geçiniyoruz acaba? İktisat hayatımızın neresinde, ihlâsla beraber el ele yürüyor mu caddelerde, sokaklarda, vitrinleri nasıl bir his dünyasıyla seyrediyoruz?
Sadeliğin güzelliğine kanaat etmek bu zamanda zor mu? Müsrifliğin bitiriciliğinde yok olmaktan daha kolay olsa gerek kast üzere yaşamak, hayatı verenin kasdı ve izniyle, almak ve vermek, kazanmak ve harcamak…
Zamanı, ebediyetin sahibi adına kullanmak, dimağı tefekkür hikmetiyle doldurmak, duyguları şükür şevkiyle şenlendirmek; hayatı ihlâs ile hayatlandırmak olsa gerek… Kısa hayat iktisatla kullanıldığında öyle bereketlenir ki, ebedî saadeti kazandırır…
Kâinat, iktisat ve israfsızlık üzere dönüyor, kâinat kuvvetindeki ihlâsı kazanmak ise fıtrata kanaat etmeyi gerektiriyor…
Hangi galaksi, hangi zerre vazifesinde fütur gösteriyor? Vazifesini tam bir teslimiyet ve kanaatle, sâfî bir ubudiyet ihlâsla yapıyor… Kâinatın kalbindeki kastı iyi okursak kalbimiz ihlâsla dolar, kısa hayatın bereket hazinesiyle sonsuz saadeti kazanabiliriz, Rahman ü Rahim ve Hâkim’in izniyle…
Bu hafta bir şeyler yapalım İhlâs ve İktisat Risâlelerini kâinatı seyrederek, hayatımızla karşılaştırarak birlikte okuyalım, ihlâs ve iktisat kardeşliğini diğer haftalara taşıyalım… Göreceğiz ki taşımakta zorlandığımız hayat kolaylaşacak, geçim hafifleyecek, gönlümüz gülecek.
14.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Sünnette iktisat etmek 1 |
|
Nuray Hanım: “İktisat nedir? İktisat etmek güzel midir, yoksa cimrilik demek midir?”
Sözlükte tutumlu olma, tasarruf, biriktirme, aşırılıklardan uzak durma, orta yolda olma, itidal üzere olma, uygun davranış ve hareket, ekonomik davranma mânâlarına gelen iktisat, dinimizin önemle üzerinde durduğu ve teşvik ettiği bir güzel davranış biçimidir, bir ahlâkî ve ekonomik güzelliktir.
İktisat cömertliğe, hayra, ikrama ters olmadığı gibi; cimrilik ve mal düşkünlüğü anlamlarında da değildir.
Kur’ân iktisatlı ve tutumlu olmayı, aşırılıklardan kaçınmayı ve orta yoldan gitmeyi teşvik eder: “Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinden onlara indirileni (Kur’ân’ı) doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden, hem de ayaklarının altından yerlerdi (yeraltı ve yerüstü servetlerinden istifade ederek refah içinde yaşarlardı). —Onlardan aşırılığa kaçmayan (iktisatlı, mutedil) bir zümre vardır; fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!” 1 Bir diğer âyette ise; “Onları sağ salim karaya çıkardığımız zaman bir kısmı orta yolu tutarlar”2 buyurulmuştur. Peygamber Efendimiz de (asm), “İktisad eden, aile belâsı çekmez” buyurmuştur.3
“Yiyiniz, içiniz; fakat israf etmeyiniz”4 âyetinin tefsirinde yedi nüktede iktisadı işleyen ve iktisat etmenin sünnetteki önemini ders veren Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın iktisadı kesin bir dil ile emrettiğini, israftan kaçınmayı da açık biçimde yasakladığını bildirir. Bediüzzaman’ın iktisatla ilgili harika risâlesini burada özetlemeye çalışalım:
Birinci Nükte: Cenâb-ı Hak insanlara verdiği nimetler karşılığında sadece şükür istiyor. İsraf ve savurganlık ise, şükre zıttır. Çünkü Allah’ın nimetlerini saçıp savurmak, onları hafife almak demektir. Oysa iktisat, yani tutumlu olmak, mânevî bir şükür demektir ki, Allah’ın nimetlerine karşı ticaretli bir hürmet ve saygı mânâsı taşımaktadır.
İkinci Nükte: Cenâb-ı Hak insan vücudunu muntazam bir saray suretinde yaratmıştır. Ağızdaki dil, bu vücut sarayının kapıcısı; âsab ve damarlar, telefon ve telgraf telleri, mide de efendisi hükmündedir. Vücut sarayının hâkimi ve efendisi olan mideye gönderilen rızık hediyesi, dil denen kapıcının denetiminden geçmektedir. Aslında saray hâkimi olan mideye yüz derecelik kıymette bir rızk geliyorsa, bunda dilin hakkı sadece beş derecelik bir bahşiş olmalıdır.
Zeytin, peynir, yumurta gibi gıda ve vitamin deposu olan hediyelerde dilin yüzde beşlik bahşiş hakkı fıtrî biçimde verilmiştir. Mideye yüzde doksan beşlik gıda ve vitamin hakkı da yeterli biçimde verilmiştir. Bu maddeler hem mideye yararlı, hem de çok pahalı değildir.
Oysa baklava gibi aslında çok da gıda yükü taşımayan, fazlası mideye de, vücuda da zarar ve ihtilâl veren ve ağızda çiğnendikten sonra öncekilerle maddî plânda eşitlenen çeşitlerde ise dile verilen bahşiş, oran itibariyle midenin hakkından fazla olmaktadır. Dilin bu bahşiş arsızlığı cebin ekonomisine de dokunmaktadır.
Bu durumda yalnız dilin tad alma zevkini okşamak için, aslında mideye ve vücuda çok da yararı olmayan baklava gibi maddelerden çok almak hem hikmete zıt, hem de iktisada zıttır. İktisad, en yararlı olanı mümkün olan en ucuza almaktır. Yoksa en zararlıyı en pahalıya almak iktisat değil, israftır. İşte Kur’ân’ın hoş görmediği davranış budur.
İktisat ve kanaat, Allah’ın hikmetine uygun davranmaktır. Konumuzla ilgili olarak söylemek gerekirse; iktisat, dili kapıcı hükmünde görmek ve bir saray kapıcısının hakkı ne ise dile de o kadar bahşiş ve değer vermektir. Nitekim burada yapılan israfta dil çabuk tokat yemekte, midede karışıklık ve ihtilâl çıkarmakta, mide hakikî iştihasını kaybetmekte ve kapıcının lezzet aşkı yüzünden vücud sarayı hasta olmaktadır.
Üçüncü Nükte: Dil, şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Ve bu kapıcı, kendi lezzeti hatırına birçok israfa da kapı açmaktadır.
Oysa şükredenler için dil, Allah’ın rahmet mutfaklarının leziz ürünlerini tadan bir müfettiş ve bir bakan derecesinde bir makama sahiptir. Dil, yiyecekler sayısınca ölçücüklerle Allah’ın nimet çeşitlerini tanır, tadar, tartar, ölçer, biçer ve bir mânevî şükür mesajı halinde mide ile beyne haber gönderir. Mesajı alan mide ile beyin de Allah’ın eşsiz nimetlerini takdir etmesi ve değerlendirmesi için hiç zaman kaybetmeden kalbe, akla ve ruha mesajlar gönderir. Akıl, kalp ve ruh ise şükür için yine dönüp dile müracaat ederler ve dilin konuşma yeteneği ile Rabb-i Rahîm’e şükrederler. Böylece dil hem müfettiş, hem de şükredici vasfıyla midenin üstüne çıkar. Yani şükreden dil, makam ve derece itibariyle mideyi geçer.
Bu durumda; 1- İsraf etmemek, 2- Allah’ın nimet çeşitlerini tadıp tanıyarak sırf şükür vazifesini yerine getirmek, 3- Meşrû ve helâl olmak ve 4- Dilenciliğe ve minnete yol açmamak kaydıyla dil lezzetini takip edebilir. Bu şartlarla olması halinde dilin lezzetini takip etmesi İktisad anlayışına zıt düşmez.
Üstad Bedîüzzaman’ın veciz ifadesiyle, ruh cesede, kalp nefse ve akıl mideye hâkim olmak ve lezzeti şükür için istemek kaydı ve şartıyla dil lezzetli şeyleri tercih edebilir. Bu israf olmaz. İktisada ters düşmez.5
Konuya İnşaallah yarın devam edelim.
Dipnotlar:
1- Mâide Sûresi: 66; 2- Lokman Sûresi: 32; 3- Müsned, 1/447; 4- A’râf Sûresi: 31; 5- Lem’alar, s. 143, 144.
14.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah için çekilen çile herşeye değer |
|
Dünkü makalemizde eski devirlerde tanrılık dâvâsında bulunan bir hükümdarın Allah’a inanan yakınlarından birisiyle bir rahibi testereyle kestirip öldürttüğünü, Allah’a inanç ve teslimiyeti sebebiyle bir kısım kerâmetlere mazhar olan delikanlıya sıra geldiğini belirtmiştik.
Delikanlıyı huzuruna getirttiren hükümdarın ilk işi, delikanlıya dininden dönmesi teklifiydi. O da bunu kabul etmedi ve hükümdar adamlarına bir dağa götürmelerini, dininden dönmediği takdirde uçurumdan aşağı atmalarını emretti.
Emre uydu adamları. Dağın tepesine kadar götürdüler delikanlıyı. Delikanlının Allah’a imanı, teslimiyeti, tevekkülü kuvvetliydi. Her an yöneldiği Rabbine ellerini kaldırdı: “Ya Rabbi, bunların haklarından gel!” diye duâ etti. Bu duâ üzerine dağ sallandı ve adamlar yuvarlanıp gittiler. Delikanlı ise ellerini, kollarını sallaya sallaya hükümdarın karşısına çıktı.
Hükümdar durumu öğrendiğinde bu defa başka adamlarına teslim etti. “Bunu bir gemiye bindirin. Denizin ortasına vardığınızda yine dininden dönmesini teklif edin. Kabul etmezse denize atın” diye emretti. Adamları delikanlıya alıp denizin ortasına gittiklerinde dininden dönmediğini görüp denize atmaya kalkmışlar. Yine delikanlının duâsı üzerine gemi adamlarla birlikte devrilmiş, delikanlı ise kurtulup yine hükümdarın huzuruna çıkmıştı.
Şaşıran hükümdar adamlarının öldüğünü, delikanlının da “Beni Rabbim kurtardı” sözlerini duyunca şaşkına dönmüş, onu ne yapsa öldüremeyeceğini anlamıştı. Delikanlı, “Beni bir şartla öldürebilirsin!” dedi hükümdara. “Halkı geniş bir meydana toplayacaksın. Beni de bir hurma kütüğüne bağlatıp okdanlığımdan aldığın oku yaya yerleştirip, ‘Bu delikanlının inandığı Allah’ın adıyla’ deyip atacaksın. Beni ancak o zaman öldürebilirsin.”
Hükümdar denileni yapmış, halkı geniş bir meydanda toplamış, “Delikanlının inandığı Allah’ın adıyla’ deyip oku fırlattığında ok gidip delikanlının tam şakağına isabet etmiş, ölmüştü.
Bunu gören halk Rablerinin kim olduğunu anlamış ve “Biz de bu delikanlının inandığı Allah’a iman ettik” demişlerdi.
Hükümdarın korktuğu buydu ve korktuğu başına gelmişti. Adamları, “Korktuğunuz başınıza geldi efendim! Halk iman etti. Ne yapacağız şimdi?”
Sözü kanun olan zorba hükümdar emrini verdi: “Sokak başlarına hendekler kazın. Ateş yakın ve inanan, dininden dönmeyen herkesi ateşe atın!”
Emir acımasızca hemen uygulamaya konuldu. İman eden herkes bir bir ateşe atılıyordu. Sıra elinde küçük bir çocuk bulunan bir anneye gelmişti. Kadın ateşi görünce duraksadı. Ateşe atılmak zordu. Dininden dönse kurtulacaktı. Acaba dönse miydi? Bir an için tereddüt geçirdi. Konuşamayan küçük çocuk dile geldi: “Anneciğim, dişini sık, sabret. Çünkü sen hak üzerindesin.”
Bu olay sahih hadis kitaplarından Buharî’den sonra en kuvvetli hadis kitabı olan Müslim’de yer alıyor. 1 Muhtemelen Allah Resûlü (asm) müşriklerin işkence ve zulümlerine maruz kaldıklarında Ashabına bu örneği anlatmıştı.
Dipnotlar:
1- Riyazü’s-Salihîn ve Terc., 1:56-63; Hadis no: 30; Müslim’den.
14.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Ehl–i Beyt, AB ve ilkeler |
|
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, İstanbul Alibeyköy’de yaptırılan Dünya Ehl–i Beyt Vakfı Genel Merkezi'nin açılış töreninde yaptığı konuşmanın bir yerinde aynen şunları söyledi: "Avrupa Birliği üyeliği adı altında bizden istenen ilk iş, Atatürk ilkelerinden vazgeçmektir. Atatürk ilkeleri AB normlarına uymazmış. Neresi uymaz? Neresi, hangisi sizin nerenize batıyor?"
Denktaş'ın üslûbu berbat ve itici olmakla birlikte, özellikle ilk iki cümlesinde herhangi bir yanlışlık yok.
AB'ye tam üyelik şartlarının başında Atatürk ilkelerinden vazgeçilmesinin istendiği ve bu ilkelerin AB normlarına uymadığı hususu, öteden beri bilinen bir gerçek. Dolayısıyla, sayın Denktaş da, bilinen bu gerçekleri–hakaretamiz ifadeler ekleyerekde olsa–bir kez daha seslendirmiş oldu.
Ne var ki, bu konuşmada önemli bir nokta gözardı edilmiş oldu. Şöyle ki: Konuşmanın yapıldığı yer, açılışı henüz yapılan Ehl–i Beyt Vakfı Genel Merkezi.
Dolayısıyla, yapılan konuşmaların ağırlığını da Ehl–i Beyt merkezli konular teşkil etmeliydi. Ama, maalesef öyle olmadı. Sayın Denktaş tuttu, hiç gereği yokken Atatürk ilkelerini kendi normlarıyla bağdaştıramayan AB'ye çattı.
Oysa, aynı AB üyesi ülkelerinde Dünya Ehl–i Beyt Vakfının birçok şubesi ile pekçok üyesi bulunuyor. Üstelik, vakfın faaliyetlerine de herhangi bir müdahalede bulunulmuyor. Bu önemli gerçekleri, Ramazan ayında bizimle aynı masada iftar yemeğine katılan ve aynı zamanda bu vakfın genel başkanı muhterem Fermanî Altun'dan bizzat dinledik.
O halde, törende yapılan konuşmalarda şu realite dile getirilebilirdi: Ehl–i Beyt ile herhangi bir zıtlaşma noktası tesbit edilemeyen AB normlarının Atatürk ilkeleriyle bağdaşmadığı ileri sürülüyor. Yani, Ehl–i Beyt hakkında herhangi bir itirazı olmayan AB, Türkiye'nin bu birliğe tam üye olabilmesini ise, Atatürk ilkelerinden vazgeçilmesi şartına bağlamış bulunuyor.
Hasılı, acı olsa da, bildiğimiz gerçekleri olduğu gibi yansıtmak durumundayız. Hiç olmazsa, ne kendimizi, ne başkasını kandırmış, yahut yanıltmış gibi bir duruma düşmemek için...
Uzun sözün kısası Haider'in hızı
Avusturya'nın aşırı ırkçı kesimin lideri Jörg Haider, trafikte yaptığı aşırı hız sebebiyle kaza geçirdi ve 58 yaşında öldü.
Hayder, vaktiyle politikada da (1999 genel seçimlerinde) aşırı hız yapmış, hatta birinci parti olup iktidara bile gelmişti; ancak, Avrupa'nın genel siyasî trafiğini altüst ettiği gerekçesiyle geri adım atmak ve iktidardan uzaklaşmak mecburiyetinde kalmıştı.
Yani, hızlı gitmek ona hiçbir yerde fayda getirmedi.
Üniversiteli kapkaççılar
İzmir Balçova’da bir genç kızın çantasını zorla alarak kaçmak isterken yakayı ele veren iki zanlının, üniversite öğrencisi olduklarının anlaşılması, bazılarını hayretten şaşkına döndürdü.
Zanlıların, "Biz bu işi maddî sıkıntılardan dolayı yaptık" şeklindeki itirafları ise, bazılarını değil, başta harçlı/paralı eğitim meddahları olmak üzere, hepimizi ve herkesi derinden derine düşündürmeye yeter de artar bile...
Tarihin yorumu 14 Ekim 1973
Millî selâmet, demokratik felâket
Askerî muhtıra sonrası (12 Mart 1971) ilk genel seçimler yapıldı.
14 Ekim 1973'te yapılan milletvekili genel seçimlerinin neticesi, üye sayısı itibariyle parlamentoya şu şekilde yansıdı: Ecevit liderliğindeki CHP 185, Demirel liderliğindeki AP 149, Erbakan liderliğindeki MSP 48, Bozbeyli başkanlığındaki DP 45, Güven Partisi 13, MHP 3 ve bağımsızlar 6.
Demokrat Partinin devam mahiyetindeki Adalet Partisi, muhtıradan evvel tek başına iktidardaydı. Esasında, 1950 beri hür ortamda yapılan bütün seçimleri Demokratlar kazanmış ve tek başına iktidar olmuşlardı.
1973 seçimlerinde ise, siyasetin bu genel seyri değişti ve Demokratlar çok talihsiz bir duruma düştü. Tek başına iktidar olamadıkları gibi, birinci parti de olamadılar.
Demokrasi tarihimizin Demokratlar açısından dönüm noktalarından birini teşkil eden 1973 seçimlerinin kaderini etkileyen önemli bazı faktörler vardı. Bu faktörlerin başında ise, Erbakan liderliğindeki Millî Selamet Partisi ile AP'den ayrılan Ferruh Bozbeyli başkanlığındaki Demokratik Parti hareketiydi. Demokratlarla aynı sosyolojik tabandan destek alan bu iki siyasî hareketin genel seçimlere katılması, mevcut oy potansiyelini bölüp parçaladı.
Bu tablo ülkeye selâmet getirmediği gibi, Demokratlar için de ayrı bir felâket oldu. Zira, bu bölünme, kelimenin tam anlamıyla başında Ecevit'in bulunduğu CHP'ye yaradı.
Ecevit, günler süren pazarlığın ardından Erbakan'la anlaşarak CHP–MSP koalisyon hükümetini kurdu.
Anarşistlerle kapkaççıları affetmek ve otuz beş senedir sürüncemede olan Kıbrıs meselesini çatallaştırmaktan başka geride hatırlanabilecek hiçbir eser bırakmayan Ecevit'in siyasette prim yapması, işte bu koalisyon hükümetiyle başlamış oldu.
Demokratlar ise, Erbakan ve Millî Görüş versiyonlarının siyasî hayatta etkili olmaya başladığı 1973'ten bu yana, yapılan hiçbir seçimde tek başına iktidar olamadı.
14.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Risâle-i Nur: Acz, fakr, şefkat, tefekkür mesleği |
|
Günümüz insanının ömrü kısa. İşler dallanıp budaklanmış, hayat şartları ağır. Sanayi ve teknoloji harikaları, hayatımızı kolaylaştırırken, diğer taraftan kendi peşlerinden koşturarak zorlaştırıyor.
Dolayısıyla senelerce mağara, çilehane ve uzlethanelere çekilip nefsimizi terbiye, ruhumuzu/duygularımızı olgunlaştırıp, inkişaf ettirmemiz neredeyse imkânsız… Çağın ilim, teknoloji ve iletişim şartlarına uygun, bizi çok kısa zamanda hedefe ulaştıracak vasıtalar lâzım.
Bediüzzaman, uzun, meşakkatli, çileli olan tarikat mesleğini (senelerce çilehane, uzlethanelerde nefis terbiyesi yapmak gerekir), “acz, fakr, şefkat, tefekkür” gibi kısa zamanda elde edilen bir hakikat ve şeriat mesleğine dönüştürmüştür. Bulduğu kısa yol;
“Acz, fakr, şefkat ve tefekkürden” 1 ibaret dört adımlık bir güzergâhtır. Bu zamanda kalbini işlettirme, kendini tanıma, Kur’ân’ı anlama, yaşama ve anlatma metodudur.
Acz ve fakr, kulluğun esasıdır. Şefkat, Rabbimizin Rahîm (seven, acıyan, yardım eden), tefekkür ise Hakîm ismine götürür. Rahîm ismine mazhariyet, iman hizmetini netice verir. İnsanın hadsiz fakrını hissetmesi olan şefkat, hakikî şükrün esasıdır aynı zamanda.
İnsanı psiko-biyo-fizyolojik ve sosyal açılardan da tahlil ederek, ne kadar aciz ve fakir bir varlık olduğunu ona idrak ettirir.
Bin bir Esmâ-i İlâhiye’yi (Allah’ın isim ve sıfatlarını) ispat ve izah ederek, her yeri zikirhane, tefekkürhane, çilehaneye çevirir. Kâinatı bir kitap şekline sokarak okutur.
Hemcinslerimize şefkatle yaklaşarak iyilik ve merhamet etmeyi; yaratılışta kardeşlerimiz olan diğer “mahlûkata” da merhamet etmenin yollarını gösterir. Bunu da olumlu duygularımızı inkişaf, olumsuzlarını yönlendirerek gerçekleştirir.
Akıl, kalp ve sâir duygularımızı manevî ameliyat-ı cerrahiyeden geçirerek; gözümüzü, kulağımızı açar. Kalbimizi manevî ameliyattan geçirerek, santrallik konumunu kazanmasını sağlar. Böylece yaratılanlara merhametle ve dengeli yaklaşmayı öğreniriz.
Dipnot:
1- Sözler, s. 476.
14.10.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Fatma Nur ZENGİN |
Mısır’a nasıl uçulur? |
|
Nereye gidersem gideyim, başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımda, bütün sevdiklerimle–aramızdaki mesafe ne olursa olsun–aynı gökyüzünü, güneşi, ay’ı, yıldızları paylaştığımı düşünür ve bununla avunurum. Bazen arkadaşlarımı arayıp, “aynı saatte güneşe bakalım” demek gelir içimden. Güneşin aynı anda gökyüzünde olmadığı topraklarda bile, ne olursa olsun, aynı gökyüzünün altında buluşuyor olmanın insana verdiği umut, biraz olsun gurbetliği dindirir gibi olur. Biraz olsun…
Bazen nasıl hissediyorsam onu yazdığımı düşünüyorum. Haklarım elimden alınmışsa haklarımı, üzülmüşsem üzüntümü… Ama en çok da gurbetliğimi yazıp, paylaşıyorum. Aslında, diyorum… Yazmamalı bunu… Gurbetteyim, bu bir gerçek ve artık yazmamalı… Yine de insanoğlu… Hislerin en yoğun olduğu nokta, kaynak noktası neyse, ona gidiyor kalemin ucu… Hele hele Türkiye’den ayrılmaya ramak kala, Allah’ın izniyle en kısa zamanda geleceğini bilse de insan, aklı fikri gurbete gitmek oluyor... Ya da nasıl ayrılacağı vatandan, anadan, babadan, kardeşten dosttan…
Şimdi şurada çok az bir zaman kaldı. Vatanımdan geçici vatanıma, Mısır’a doğru yola çıkıyorum inşaallah. Artık Mısır’dan bakacağım dünyaya bir müddet daha. Sonra yine seyahatlerle günler geçecek.
Mısır demişken, bu hafta İskenderiye’den rotasına başlayacak olan Türk ticaret gemisi ya da yüzen fuar olarak da adlandırabileceğimiz fuar gemisi, toplam 10 gün kadar sürecek olan yolculuğunda Mısır’ın yanı sıra, Tunus, Cezayir ve Fas’ta da Türk işadamlarıyla o ülkelerin işadamlarını buluşturup, ortaklık çerçevesinde yeni adımlar atmaları için girişimcilik yapacak.
Bu ve bunun gibi aktiviteler ve yeni girişimler neticesinde, Mısır’daki Türk firmalarının yanı sıra Türk sayısının da artması oldukça güzel bir gelişme. Bu; hem artık Türk ürünlerine rahat erişmemiz, hem de daha fazla Türkle aynı şehirde bulunup, özel günlerde bir araya gelmemiz demek oluyor. Ama bunun en olumsuz yanı uçak bileti fiyatlarına yansıyor.
Topu topu iki saatlik bir uçuş mesafesi olan İstanbul-Kahire hattında, tarifeli olarak THY ve Mısır Havayolları uçuş gerçekleştiriyorlar. Her ne kadar uçuş saatleri her iki yönden de pek isabetli olmasa da, ben yılların alışkanlığıyla hep THY ile uçuyorum. Bu hafta ise, fiyatlar karşısında dehşete düştüm. Ekonomi sınıfında 1400 YTL’ yi bulan gidiş-dönüş uçak bileti fiyatları; zor durumda ya da macera arandığında karayoluyla bile ulaşılabilecek mesafede ve günlük, haftalık uçuş sayısı oldukça yoğun olan bu hatta, özellikle öğrencilerin ve ailelerin tarifesiz sefer olan charter uçuşları tercih etmesine sebep oluyor.
Ama bu uçuşlarda, şimdiye kadar pek bir aksilik yaşanmamış olsa da, güvenlik gibi önemli bir noktanın yanı sıra, uçuş izinleri, uçuş saatleri gibi konulardan birçok yolcu mağdur olmuş durumda. Bunların içinde bizzat yaşadığım örneklerden biri; uçağa binip, emniyet kemerlerimizi bağladıktan sonra, uçağın uçuş izni olmadığını öğrenmemiz ve uçaktan inmemize izin verilmeyerek, sıcak bir Ağustos günü, klimaların da çalışmadığı (yerde bulunduğumuz esnada) bir uçakta 2-3 saat bekleyiş, yahut vardığımız alanda bagajlarımıza ulaşabilmek için en az 3 saat beklemek olabiliyor. Yahut da, hareket saatinin 14:00 olduğunu bildiğiniz uçağınız, eğer şartlar uygunsa, ya da ani bir değişiklik olmuşsa, sizi beklemeden sabah 10:00da kalkabiliyor.
Olur da bir düzenlemeye gidilmezse, yakında İstanbul’dan Kahire’ye doğru artık Galata kulesinden olmasa da, Levent’teki iş kulelerinden ya da diğer kulelerden havalanan yeni Hazerfen’ler olacağı inancı içerisindeyim. Alternatif olarak Antalya-İskenderiye yahut Mersin-İskenderiye deniz seferlerinin de düşünüldüğü ve doğrudan otobüs ya da tren seferlerinin bulunmadığı bu iki çok yakın-ama uzak ülke için yeni gelişmeler görmeyi umut ediyorum.
Umarım ki; eğer THY ya da özellikle Avrupa bazında ucuz ve emniyetli uçuş gerçekleştiren diğer firmalar bu konuyla ilgili bir çözüm bulup, insanların mağduriyetini önleyip, memnuniyetlerini maksimum düzeye çıkarmak için birşeyler yapabilirler. Ve biz de, sık sık uçuş yaptığımız bu iki ülke arasında, ABD ya da diğer okyanus aşırı noktalara uçarmışçasına fahiş ücretler ödemeden, rahatça uçabiliriz.
14.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali OKTAY |
Onlara ölü demeyin. Şehitler ölmez! |
|
Gönülden Dile!
“ Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîdi,
Bedrin arslanları ancak bu kadar şanlı idi.”
Mehmed Akif Ersoy
Gün geçmiyor ki gelen şehit haberleri içimizi yakmasın, yüreğimizi dağlamasın. Tam çeyrek asırdır, kanayan bu yara ne zaman şifa bulacak? Ateş düştüğü yeri yakıyor elbet. Bunu, ancak yaşayan bilir. Ama acının dili aynıdır. Lehçesi, şivesi yoktur. Milliyeti ve milleti de…
Son zamanlarda gelen bu şehit haberleri beni 1990’lı yıllara götürdü. Yine böylesi haberler içimizi yakmakta. Yanan gönlümüzü saran alevler içimizi kavurmakta. Bu acıyı acep nasıl dışa vurmalı? Nasıl rahatlamalı bilmem ki? Sene 1995-96 olsa gerek. Yeni Asya Gazetemizde çıkan bir şiir, hislerini dizelere dökme yeteneğinden mahrum benim için bir rahatlama kaynağı oluyor adeta. Hülya Yakut Üstündağ Hanımefendinin bir şiiriydi bu. Belli ki onun da içi yanmış. Ama o aynı zaman da bir anne olduğu için yüreği daha yanık, duyguları daha yoğun. Kelimelere yüklemiş acısını:
“ Vurdular seni bir akşam üstü
Güneş utandı karanlık çöktü.
Sana atılan kör kurşun küstü,
Anneni ağlattın şehit askerim.
Kanlar akıyor elin böğründe
Doğunun kim bilir hangi köyünde
Hangi dâvâdır bu kimin yönünde
Sevdiğin feryadı ağlattı asker.
Nöbet başındaydın mermiler yağdı
Masuma kıyana bedduâ yağdı
Gök inledi çaktı yağmurlar yağdı
Toprak aldı koynuna sevdi askerim.
Davulla zurnayla olmuştun asker
Ölmedin değil mi ne olur bir ses ver
Şehitler ölmezmiş haydi deyiver
Yağmur rahmet oldu üstüne asker.
Hülya Abla ne güzel de yazmıştı. O acı o his o duygu fırtınası harf olmuş, kelime olmuş dizelere dönüşmüştü. Şiiri bir daha, bir daha okumuş ve yirmili yaşlarını süren bir delikanlının gönlünden dökülen hüzünler, nağme olmuş, beste olmuş şiire karışmıştı. Şiir yazamayan, hissettiklerini iki satıra dökemeyen o genç adam, o anda elinden gelen tek şeyi yapabilmişti. Duygularını notalara, melodilere, nağmeye dökmüştü. Gözlerindeki yaşlarla birlikte…
Bestelenen şiirlerde şehitlik kavramı
Vatan ve iman şairi Mehmed Akif, bu duyguyu en yoğun yaşayan ve bunu da dizelere en çok ve rahat döken şairlerin başında gelir her halde. Pek bilinmeyen bir şiirini ve bestesini öğrenmiştik Musîki Cemiyetinde Mehmet Güntekin’den. Ali Rıfat Çağatay’ın bestesinde Mehmed Akif diyordu ki:
Yılmam ölümden yaradan askerim
Orduma gâzi dedi Peygamberim.
Bir dileğim var ölürüm isterim
Yurduma tek düşman ayak basmasın
Âmin desin hep birden yiğitler
Allahu Ekber gökten şehitler
Âmin âmin Allahu Ekber
Akif’in “Ordunun Duâsı” isimli bu şiirini bestekâr Ali Rıfat Bey Nihavend makamında oldukça güzel bestelemişti. Yine yaklaşık 8-10 yıl kadar önce İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Kültür Yayınları arasında çıkan Mehmed Akif’in bestelenmiş şiirlerinin yer aldığı albümde Çanakkale Şehitlerine şiiri Segâh makamında mersiye olarak okunmuştu. Son dönemde de geçtiğimiz günlerde yeni bir albüm yapan sevgili Ertuğrul Erkişi şehitleri unutmamış. Çok güzel bir beste ile “Onlara ölü demeyin, Şehitler ölmez. Allah için, vatan için can veren ölmez” diye sesleniyordu.
14.10.2008
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Zafer AKGÜL |
Panik yapan hata yapar |
|
Son Aktütün baskınından sonra gelişen olaylar bize göstermiştir ki devlet PKK ve terör belâsını bitirmede tereddüt içerisinde kalmıştır. Ordu, tabiî olarak mücadelenin silâhlı boyutunun detaylarıyla ilgilenirken hükümet ve sivil inisiyatif, problemin sosyal, hukukî, kültürel ve ekonomik boyutlarına eğilmektedir. Mücadelede çeyrek yüzyılın harcandığı bu terör belâsı, zaman zaman zikzaklı bir grafik çizmiş olmasına rağmen hâlâ baş belâsı olma özelliğini sürdürmektedir.
“Kanları yerde kalmayacak, teröristler inlerinde vuruldu, örgütte çözülme başladı, sonları geldi, vb.” söylemler artık deforme olmuş ve ağırlığını, inandırıcılığını yitirmiştir. Meseleye sadece askerî tedbirlerle bakmak ya da sadece bir kimlik özgürlüğü olarak yaklaşmak, elbette ki problemin büyüklüğü karşısında yetersiz ve nafile çaba olarak kalmıştır.
Silâhlı mücadelede yapılan taktik hatalar kadar, silâhsız mücadelede yapılan hatalar da dikkate alınmalıdır. Aksi halde bu tür baskınlar sonrası paniğe kapılmak kaçınılmaz olmaktadır. Panik halinde ise hatalar zinciri peşpeşe gelir. Kişi bildiği doğruları bile şaşırmaya başlar, yanlışlar birbiri arkasınca gelir. Neticede asıl meseleden ya da konudan çok uzaklara düşülerek bir savrulma yaşanır. Artık kaybedilen iğne, düşürülen yerde değil aydınlık diye çok daha başka alanlarda aranır ki bu da mücadele edenleri trajikomik bir duruma düşürür.
Çözümün bir parçası konumundayken problemin bir parçası haline gelirler. Golf oynayan generalin durumu ve onu savunmaya çalışan Genelkurmayın pozisyonu örneğinde olduğu gibi. Artık tartışmalar başka mecralara gittiğinden, savunmalar da başka mecralara gitmiştir. Asıl meselenin yanı sıra bir, ikinci, hatta üçüncü, dördüncü mesele de gündeme oturmuştur. OHAL bile artık sahaya sürüldüğünden konu “Demokrasi mi, jandarma devleti mi?” tartışmalarına kadar uzanabilmiştir.
Meselenin can damarı, ana kaynağı unutulursa çözüm elbette mümkün olmaz. Teferruatta boğulursak elbette ki adı üstünde boğuluruz. Teferruatlara takılmışsak eğer bunları en kısa zamanda halledip yeniden ana meseleye dönmek gerekir. Komutanın istifası, karakolların seyyar hale getirilmesi, takviye, özel tim, OHAL gibi tartışmalar en kısa zamanda ana meseleye katkıları olup olmayacağına bakılarak bir an önce kesin karara bağlanmalı sonra ana meseleye dönülmelidir. Sözgelimi OHAL’in askerî, siyasî, kültürel ve demokrasi açısından önceki yıllarda hiçbir işe yaramadığı tecrübelerle sabit olduğundan bu tür tartışmalara girmek abesle iştigal addedilerek vakit kaybedilmemelidir. Hükümet de panik atak durumuna düşerek askerlere ne isterlerse vermek gibi bir toptancılığa asla tevessül etmemelidir. Unutmamalıdır ki “Savaş, sadece askerlere bırakılacak kadar basit bir iş değildir.”
Ama silâhlı mücadele ne kadar mükemmel yapılırsa yapılsın problemi bitirecek tek çare olmadığı için yaranın kanamaya devam edeceği de açıktır. Bu merhalelere nereden gelindiği, niçin gelindiği üzerinde sağlıklı bir teşhis konmadan sivrisinekleri avlamakla zaman geçirmemiz ve beyhude yorulmamız kaçınılmaz bir acı gerçek olarak orta yerde duracaktır.
Bir yerden bir yere giderken eğer yolumuza taş, kaya, kütük gibi bir engel düşmüş de yolumuzu tıkamışsa ya engeli kaldıracağız ya da yeni bir yol bulup devam edeceğiz. Orada boş boş beklemenin bir anlamı yoktur. Şimdiye kadar ki uygulamalar tatmin edecek derecede olumlu sonuçlar vermediğine göre paniğe kapılmadan, soğukkanlı bir biçimde yeni bir yöntem bulmak en doğru davranış olsa gerek.
Not: Bazı kadirşinas okuyucularım internetteki sitenin yazarlar bölümünde ismimi göremediklerini belirtiyorlar. İsim sıralaması cep telefonlarındaki gibi Batı dilleri alfabesine göre sıralandığından İ, Ü, Ş gibi harflerden önce gelmektedir. Oraya bakılırsa alt taraflarda yazılı olduğunu göreceklerdir. Uzun bir tatile çıktığımdan dolayı yazamadım. Yeni sezonda İnşallah birlikte olmak dileğiyle bera-yı malûmat olarak siz değerli okuyucularıma beyanda bulunmayı görev bildim. Selâm ve duâ ile...
14.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Türkiye’nin “yol haritası”… |
|
Ankara yine gündem karmaşası içinde. İktidar partisini “kapatma dâvâsı”yla başlayan gündem, “Ergenekon iddianâmesi”nin ardından Bayram öncesinde “Deniz Feneri” üzerinden yeniden “yolsuzluklar”a kaydı. İhaleye fesat karıştırmaya, özelleştirme ihalelerindeki kayırmaya, “medya-siyaset-rant” ilişkilerine odaklandı.
Mesele, medya patronlarıyla iktidar ve muhalefetin karşılıklı ağır ithamlarına vardırıldı. Dokunulmazlıkların kaldırılması gündeme geldi. Lâkin bu da doğru dürüst tartışılmadan Türkiye başındaki bir diğer büyük belânın telâşına girildi.
Bütün dünyayı saran küresel finans krizinin Türkiye’yi de büyük bir risk altına soktuğu ve reel sektörde krizin önümüzdeki altı ay içinde Türkiye’de yapacağı tahribat daha yeni yeni hesaplanıyor.
Bu arada 17 şehidin verildiği Akütün Karakolu baskını ve ardından Diyarbakır’daki polis otobüsünün teröristlerce taranması, terörle mücadele yöntemini bir defa daha gündemin üst sıralarına çıkardı.
Şimdi hükümet, terörle mücadelede “yeni yol haritası”nı belirleme peşinde. Bunun için geçen hafta toplanan “terör zirvesi”ne bu hafta da devam edilecek…
POPÜLİST POLEMİKLERLE VAKİT GEÇİRİLMESİN
Ancak karmaşık gündem hayhuyu arasında el atılan önemli gündemlerin hiçbirinin yeterince tartışılamaması, meseleyi daha da kördüğüme dönüştürüp çıkmaza sokuyor.
Meclis yolsuzlukları araştırma komisyonu eski başkanı bir iktidar partisi milletvekiliyle Başbakan eski yardımcısının, devletin özellikle medya patronlarının borç ve vergi ötelemelerinden yüz milyarın üzerinde zarar ettiğini söylemesi bu açıdan dikkate değer.
Keza ertelenen taksitlerden dolayı devletin 24 milyon dolarlık zararından bahsedilmesi, günübirlik siyasî atışmaların arasında kayboluyor. Oysa sözkonusu rakamlar ekonomik kriz eşiğindeki Türkiye için oldukça ciddî meblâğlar…
Bütün bunların tahkiki için öncelikle dokunulmazlıkların kaldırılmasını gerektiriyor. Ne var ki iktidar partisinin salt milletvekilleriyle sınırlı kaldığı gerekçesiyle karşı çıkması, bu hususu da kilitliyor.
Aslında iktidar ve muhalefet birlikte sivil ve askerî bürokrasiyi de içine alan geniş bir çerçevede ele alabilir; en azından Avrupa Birliği ülkelerinin edindiği demokratik uygulamalara göre bir düzenleme yapılabilir.
Zira siyasî iktidarın seçim meydanlarında, hükümet programında mücadele etmeye söz verdiği “3 Y”nin başında gelen yolsuzluklarla mücadele için dokunulmazlıklara AB standardının getirilmesi gerek. Siyasetin demokratikleşmesi; siyasî partiler ve seçim kanununun düzeltilmesi, siyasî parti ve resmî-sivil bütün kurum ve kuruluşların hesaplarının denetime açılması için bu şart…
Popülist polemiklerle vakit geçirmek yerine, Ankara’nın artık Türkiye’nin önündeki gerçek gündemine el atması gerekiyor. Çünkü “3 Y” olarak özetlenen “yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklar” birbirini besliyor ve tetikliyor.
Özellikle iktisadî daralma ve kırılma dönemlerinde daha da azan ahlâkî çöküntü ve yozlaşmaya karşı, Türkiye’nin AB müktesebatını üstlenmesine ilişkin “Ulusal Program”da ve “Katılım Ortaklığı Belgesi”nde taahhüt ettiği yargı reformunun âcilen gündeme getirilmesine ihtiyaç vardır…
DEMOKRATİKLEŞME İÇİN YARGI REFORMU…
Evvelemirde yargının işlevinin ve verimliliğinin arttırılması başta gelmektedir.
Bunun için AB kriterlerinin başında vaad edilen ve demokratikleşme sürecinin temelini oluşturan “yargı reformu”nun hukuk devleti ilkesinin evrensel değerlerine göre başarılması icâp ediyor.
Yargıdaki yığılmanın ve tıkanmanın giderilmesi, adalet hizmetlerinin modern ve etkin usûllerle geciktirilmeden yerine getirilmesi ve tatbikatta bütün ülkede yeknesaklığın sağlanması buna bağlıdır.
Aksi halde terörle mücadele tedbirleri arasında sayılan, anayasa değişikliğini de gerektiren gözaltı sürelerinin uzatılması, sorguda avukat bulundurulmaması ve şehirlerde jandarmaya da polis gibi adlî kolluk yetkisi verilmesi, bir şey sağlamaz; sadece Türkiye’yi AB’den, demokratikleşmeden ve özgürlüklerden uzaklaştırır…
Uzun zamandır binbir emekle elde edilen demokratik kazanımları kaybettirir. Demokratik süreçten geri gidilmesine sebebiyet verdirir…
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine göre insan hakları ile temel hak ve özgürlüklerde yararlanması esasına göre, adalet sistemini düzeltmesi, siyasetin, sermayenin ve bürokrasinin temizlenmesi, kirlenmenin önünün önlenmesi yapılacak işlerin önceliklerinden…
Adalet mekanizmasının bütünüyle özerk olması, hâkim ve savcıların siyasî otoriteden ve diğer devlet kurumlarından bağımsız doğrudan yargıya bağlanması ve adlî kolluk sisteminin teşkilinin temini yapılacak düzenlemelerin başında geliyor.
Yolsuzluğu, hırsızlığı, rüşveti, zimmeti, adam kayırmayı, haksızlığı yok etmenin başka yolu yoktur. Siyasî ve ahlâkî yozlaşmayı önlemenin yolu da buradan geçer.
Türkiye’nin “yol haritası” demokratikleşme ve hukuk devletidir. Demokratik haklara rezerv koymak, hak ve hürriyetleri kısmak değil.
Terörle mücadelede buradan geçer. Hak ve hürriyetleri sınırlamaktan değil…
14.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Cimri’liğimizin cezası |
|
Fert ya da devlet olarak dünyanın imkânlarını ölçüsüzce tüketenler büyük bir krizle karşı karşıya. Hemen her gün bir ‘büyük banka’nın battığı ya da batma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu haberlerini duyuyoruz.
Aslında yaşananlar bir netice. Bütün insanlara yetebilen dünya nimetlerinin, belli kişi ve kurumlar tarafından ‘inhisar’ altına alınması, tek elde toplanması bu neticeyi doğurdu. İnsanların bir kısmı ‘çok yemek’ sebebiyle ‘hasta’ olurken, öte yandan milyonlarca kişi de açlık tehlikesiyle karşı karşıya. Dünyayı utandırması gereken bu durum karşısında sessiz kalan, ‘Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne’ diyen ve bu hayatın kıyamete kadar devam edeceğini düşünenler çok yanıldı.
Bunun yerine, dünya nimetleri adaletle paylaşılmış olsa acaba kriz yaşar mıydık?
Dünyadaki fakirliği sona erdirmek için zaman zaman kampanyalar açılır. Zengin ülkeler de ‘ayıp olmasın’ diye bu kampanyalara yardım sözü verirler. Ama ekseriyetle daha sonra verdikleri bu sözleri unuturlar. Nitekim, dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşanan deprem, tsunami ve benzeri tabiî afetler sonrası da aynı hadiseler yaşanır. Başlangıçta söz verilir, ama bu sözler yerine getirilmez. En canlı örneği, Açe’yi yerle bir eden ‘çağın felâketi’ sonrasında da yaşanmıştı.
Bu durum dünya ölçeğinde böyle olduğu gibi, ülkemiz için de geçerli. ‘Zengin’lerimiz acı günlerinde fakir fukaraya yardım etme sözü verir, ancak aradan bir iki gün geçince bu sözler unutulur. Meselâ bir kaza mı geçirildi? O anda her türlü hayır hasenat için sözler verilir. Ama aradan günler geçince bu sözler ikinci bir ‘kaza/keder’ gününe kadar unutulur.
Aslında fakirlik gibi dünyanın huzurunu bozan ‘terör’ün kökünü kazımak da mümkün. Düşünelim, dünya ülkelerinin yöneticileri el ele verse ve insanlara ‘insan’ muamelesi yapsa; kavga, kargaşa, terör bu derece zemin bulabilir mi? Ama ‘zengin’ ülkeler, huzuru sadece kendilerine has bir ‘hak’ olarak gördükleri için bir türlü terörün kökü kazınamıyor.
Elbette sözümüz sadece ‘başka dine mensup yabancı’ ülkeler için değildir. Aynı şey İslâm ülkeleri ve Müslüman ‘zengin’ler için de geçerlidir. Değil dünya zenginleri, sadece İslâm ülkelerinin ‘zengin’leri istese ve arzu etse dünyadaki ‘açlık sebebiyle yaşanan ölüm’leri sona erdirebilirler. Bunun için değil ‘zekât’ları, ‘zekâtlarının zekâtları’ bile yetebilir.
Başta Amerika olmak üzere zengin Batı ülkelerinin maruz kaldığı küresel ekonomik krizin, ‘cimri’likleri yüzünden olduğunu ifade ediyoruz. Peki, aynı ‘cimri’lik petrol zengini Müslüman ülkelerin de tokat yemesine sebep olmadı mı? Düne kadar neredeyse 150 dolardan sattıkları petrol, bugün yarı fiyatına düştü. Bu düşüşten biz kâr ederken onlar zarar ediyor. Dün kazandıkları hesapsız petrol gelirlerinin bir kısmını fakirliği sona erdirmek için kullanmayı düşünürler mi acaba?
Düşünmezler ve düşünmediler. Öyle mi, alın size/bize hesapta olmayan bir ekonomik kriz! ‘Cimri’liğimiz sona ermediği sürece bu musibetlerden kurtulmak zor...
14.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Terör ve OHAL |
|
Şimdiye kadar hep askerlere izafeten gündeme gelen “AB yasaları elimizi kolumuzu bağladı” sözünü kendisine de atfeden haberleri İçişleri Bakanı Atalay derhal yalanladı.
İlgili bakanlar “Güvenlik gerekçesiyle özgürlüklerden fedakârlık yapılamaz. Güvenlik-özgürlük dengesini mutlaka gözetecek ve koruyacağız” beyanlarını sıkça tekrarlamaya başladılar.
Ve Başbakan “Demokrasiden geri dönüş yok” taahhüdünde bulunma ihtiyacı duydu, ama...
Aktütün saldırısından sonra askerlerin bir kez daha masaya getirdikleri yetki taleplerinin, adı konulmamış bir OHAL’e dönüşü netice vermesinden duyulan endişeler giderek kuvvetleniyor.
Konu, geçen hafta toplanan Terörle Mücadele Yüksek Kurulunda görüşüldü. Taleplerin bir kısmına hükümetin yeşil ışık yaktığı belirtildi.
Diğer taleplerin de bugün yapılacak toplantıda ele alınarak nihaî karara varılması bekleniyor.
Hükümet cenahı “OHAL’e geri mi dönülüyor?” istifhamlarını hep “Öyle birşey yok. OHAL’e sıcak bakmıyoruz. Askerin de o yönde bir talebi söz konusu değil” cevabıyla karşıladı.
Ama ortaya çıkan işaretler, OHAL adını telâffuz etmeden, o sistemde yürürlükte olan bazı uygulamalara dönülmek istendiğini gösteriyor.
Hakim veya savcı izni olmadan araç ve üst arama, gözaltı süresini uzatma gibi taleplerin hükümetçe ya kabul edildiği veya edilecek gibi göründüğü yönündeki haberler bunun işareti.
Bu atmosferde, hükümetin şimdilik karşı çıkıyor ve direniyor görüntüsü verdiği diğer maddelerde de askerin dediği olursa sürpriz olmaz.
Kaldı ki, Güneydoğu’daki mevcut durumu ve fiilî işleyişi bilenler, aslında OHAL’in sadece kâğıt üzerinde kalktığı, ama gerçekte ve uygulamada hiç kalkmamış gibi sürdüğü kanaatinde.
Eğer hakikaten öyle ise, “OHAL kalktı mı, geri mi dönüyor?” tartışmasının da anlamı yok.
Gelinen noktada hükümetin asıl sıkıntısı, bir taraftan AB’nin yönelttiği “Reformlar durdu” eleştirilerine karşı öyle bir durumun söz konusu olmadığını savunmaya çalışırken, böyle bir ortamda “OHAL’e dönüş” olarak algılanan taleplerle karşı karşıya kalmasının getirdiği sıkışıklık.
Onun için ısrarla “OHAL’e dönüş yok” demeye devam ediyor; ama askerin yetki taleplerine de “perakende” yöntemiyle birer birer yeşil ışık yakıyor. “Gözaltı süresi İngiltere’de bizden daha fazla” gibi savunmalarla da altyapı oluşturuyor.
Ve istenen yetkilerin kanunla değil, yönetmelik değişiklikleriyle iade edileceği söylenmekte.
Oysa iadesi istenen yetkilerin çok daha fazlasıyla mevcut olduğu ve uygulandığı dönemlerde terörle mücadelenin başarılı olmak şöyle dursun, terörün daha da azdığı, bazı emniyet yetkilileri tarafından da dile getirilen acı bir tesbit.
Sadece güvenlik, asayiş ve “savaş” mantığıyla yürütülen politikalar çözüm olsaydı, bugün terör diye bir sorunumuz bulunmaması gerekirdi.
Çünkü PKK terörünün ilk kez su yüzüne çıktığı 1984’ten bu yana geçen çeyrek asır boyunca hep bu politikalar geçerli oldu. Operasyonlarda 30 bine yakın terörist öldürüldü, ama dağlarda hâlâ teröristler cirit atıyor. Başbakanla Genelkurmay Başkanının yaptığı açıklamalara göre, 1999’da dağdaki terörist sayısı ne ise şimdi de o.
“Örgüte katılımları önleyememek, devlet olarak en büyük başarısızlığımız” itirafında bulunan ve geçtiğimiz günlerde sivil strateji uzmanlarıyla görüşmesinde işin bu cihetini de gündeme getiren Org. Başbuğ’un, özellikle bu noktada yoğun bir çare arayışı içinde olduğunu sanıyoruz.
Ama yetki iadesi taleplerinin, bu arayışla çeliştiğini düşünüyoruz. Çünkü terörle mücadelede aktif görevler üstlenmiş, operasyon yönetmiş emniyet yetkilileri dahi “Mevcut yasal çerçeve terörle mücadeleye engel değil” görüşündeler.
Terörist takibi için, geçmişte kötüye kullanılan ve şimdi de suiistimale müsait yeni yetkilere değil, hukuka saygılı bir kararlılığa; terörle mücadele için de daha çok demokrasiye ihtiyaç var.
14.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet DURSUN |
Durdurun dünyayı, inecek var |
|
Dünya, sonuçlarının henüz kestirilemediği küresel bir krizle boğuşurken Marks’ın kapitalizmin çökeceğine dair öngörülerinden hareketle, eski Marksistlerin köhnemiş fikirleri yeniden cilâlama çabalarıyla karşılaşmaya başladık bile. Şimdi “Kapital” okuma zamanıymış.
Şüphesiz Marks’ın kapitalizmin sonunu öngören yüz elli yıllık öngörüsünü destekleyen küresel ekonomik krizin antitezi, bu fikrin sahibinin iddia ettiği gibi Komünist Manifesto’da gizli değildir. Marks her şeyi bilmiş ve insanlığın yaralarına merhem olabilecek bir sistemi de önerebilmiş değildir. Meselâ; insanlık tarihini sosyolojik olarak belli devrelere ayırırken bile sınıfta kalmıştır. Ayrıca, bu konuda en doğru tesbiti Said Nursi’nin yaptığını söylemek mümkündür. “Beşerin edvâr-ı hamsesi var” diyerek insanlığın geçirdiği devreleri beşe ayıran Said Nursi, bu devreleri: vahşet ve bedeviyet devri, memlûkiyet devri, ecirlik devri, esirlik devri ve malikiyet ve serbestiyet devri şeklinde tanımlarken buna benzer bir sınıflamayı sosyalizmin fikir babası olan Marks da yapmış ve beşinci devrenin “sosyalizm” ve onu takiben “komünizm” devri olacağını söylemiştir. Ancak, doksanlı yılların başında demir perde ülkelerinin başına gelenler, komünizmin çökmesi ve sonrasında gelişen hadiselerle hürriyetçi anlayışların yaygınlaşması Marks’ı tekzib ederken Bediüzzaman Said Nursî’yi doğrulamıştır.
Bugün yaşadığımız kriz; gerçekten insan azgınlığının, insanın değer tanımazlığının, öldürücü hırsının ve sınır tanımaz hazcılığının bir neticesi olarak Kapitalizm’in sonu olabilir. Fena da olmaz hani. Zira Kapitalizmin ya da materyalizmin temel ilkesi Şerif Mardin’in de tesbitiyle “daha isteriz” yahut “more” (daha ver)dir. Bediüzzaman bu durumu “hel min mezîd” (daha yok mu) şeklinde ifade eder. “İnsan, hırs ile bütün dünya ona verilse, ‘hel min mezîd’, diyecek. Hem, hodgâmlığıyla, kendi menfaatine binler adamın zararını kabul eder.” Dünyanın dört bir yanında insanlık dramları yaşanırken, milyonlarca insan açlıkla boğuşurken para baronlarının insanları iliklerine kadar kemirecek bir düzeni devam ettirebilmeleri elbette ki mümkün değildi. ABD’de büyüklüğü ile herkese kafa tutan ve diğer ülkelere borç para verebilecek kadar zenginleşen Lehman Kardeşler gibi finans kuruluşlarının üst düzey yöneticilerinin aylık altı ile kırk milyon dolardan başlayan maaşlarıyla azgınlaştıkça azgınlaşmaları elbette ki Gayretullaha dokunacak ve cahiliye asrının modern versiyonu bu tokadı hak edecekti.
Geçenlerde Papa’nın yaşanan finans krizini “ilâhî bir ikaz” olarak yorumlaması ve her şeyi maddiyatta arayan bir anlayışın yanlışlığına dikkat çekmesi aslında çözümün de adresini göstermekte, Kapitalizm ve Marksizm gibi beşeri sistemlerin insanlığı özlediği huzura kavuşturamayacağını ilân etmekteydi.
Gerçek şu ki, hayat prensiplerini “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” yerine “hodgamlık”la ve görenek belâsıyla “daha yok mu, daha fazla isteriz” anlayışı üzerine kuran toplumlar, “daha iyi bir araba, daha büyük ev, daha çok elbise, daha çok para ve lüks bir hayat” istedikçe sosyal buhranların, değişik şekillerde tezahür eden zulümlerin yaşanması kaçınılmaz oluyor. Bu bağlamda Bediüzzaman da bütün beşerî bunalımların, krizlerin, fesatların, rezil ahlâkın, zulüm ve haksızlıkların iki kelimeden kaynaklandığını ifade ederek aynı noktaya dikkat çekiyor. Bunlar, “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne” ve “sen çalış ben yiyeyim”dir. Bediüzzaman, bu yıkıcı unsurlara karşı da İslâm’ın zekât müessesesiyle ve faizi yasaklamasıyla yakaladığı denge unsuruna vurgu yapıyor.
Netice olarak, “Ben-biz, uhuvvet-hodgamlık, hırs-kanaat, şefkat-zulüm” karşılaşmalarında insanî potansiyelini ön plana çıkaran insan ya da toplum “erdemli toplum” açısından bir adım öne geçiyor, ideal bir toplumun örneklerini sergiliyor ve huzura kavuşuyor. Böyle bir toplum modelini ortaya çıkaracak bir sistem mevcut mudur? Böyle bir sistemin mevcut olamayacağına dair itiraz edenlere on dört asır evveline bakmalarını öneririz. Orada, kapitalist anlayışın “homo-economicus” olarak tanımladığı, insanlık potansiyelini iktisadî fayda üzerinden değerlendirdiği ve maddecilik hırsıyla bezeyerek “benmerkezci” hale getirdiği insanın “eşref-i mahlûkat” olarak nasıl tanımlandığını ve iki cihan saadetini yaşamaya namzet olarak bu misafirhanede nasıl bir denge sistemi kurduğunu göreceklerdir. Hasılı bu çöküş; fazilete, ahlâka ve adalete dayalı böyle bir dünyayı doğuramayacaksa, durdurun dünyayı; inecek var.
14.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Küresel kibrin sonu |
|
Ahmet Kurucan’ı hiç savunacağım aklıma gelmezdi. Zira aynı konudan dolayı kendisini paylamış ve eleştirmiştim.
Ama itiraf etmem gerekir ki, bu defa beni solladı ve geçti. Katrina Kasırgası gibi kasırgaların İlâhî ikaz olduğu keyfiyetini reddeden Ahmet Kurucan’la alâkalı olarak bundan tam 3 yıl önce ‘Mağdurların gözüyle afet’ başlıklı bir yazı kaleme almışım (Yeni Asya http://www.yeniasya.com.tr/2005/10/ 13/yazarlar/mozcan.htm). Bu yazıyı internette sörf yaparken buldum. Yani yazıyı unutmuştum. İnsan nisyan ile maluldur, ama arşiv unutmaz diyorlar. Gerçekten de öyle. Ama olsun. Hatadan dönmek fazilettir kuralı gereği Ahmet Kurucan 180 derece çark ederek gazetesi Zaman’da Wall Street’in çöküşünü İlâhî bir ikaz olarak nitelendirdiği gibi aynı zamanda 1999 depremine ve Mehmet Kutlular’ın ‘İlâhî ikaz’ sözlerine atıfta bulunmayı da ihmal etmedi. Gam değil: Geç olsun güç olmasın. Son ekonomik krizin İlâhî veçhesiyle alâkalı olarak ilk yazıyı da kendisi yazdı. Amerika, global günahlarının bedelini mi ödüyor? Başlıklı yazısında bu defa hakkaniyete dayalı bir şekilde tarihe not düştü:
“Gelelim bizim baktığımız perspektiften yorum adına diyeceklerimize; tablo sebep ve sonuçları itibarıyla bu kadar çarpıcı ve menfi iken meselenin manevî boyutuna, İlâhî iradeye, kader olgusuna dikkat çekilip çekilmemesi bizim bakış aralığımız oldu. Baştan bu yana gazete ve dergileri hep bu bakış açısı ile okudum, TV programlarını bu gözle dinledim. ‘Ekonomik sistemdeki eksik, gedik ve arızalara amenna; ama bu, aynı zamanda yaptığımız çeşitli yanlışlardan dolayı Allah’ın cezalandırmasıdır’ diyen birisi çıkar mı diye baktım. Din adamları başta, siyasîlerden, bürokratlardan, yönetimin kurmaylarından acaba böylesi bir özeleştiriye kapı aralayan olur mu diye bekledim. Birisi çıkar da ‘Paradan para kazanma düşüncemiz, reel ticaretten yoksunluğumuz, kumarhaneye döndürdüğümüz borsa ve döviz sektörümüz, vicdan unsurunu adeta devre dışı bırakıp para kazanmak için her şeyi meşrû saymamızdan dolayı Allah bizi ikaz ediyor’ der mi diye düşündüm. ‘Irak, Afganistan, vb. yerlerde demokrasi, insan hakları diyerek girdiğimiz savaşlarda binlerce, milyonlarca masum sivilin ahını aldık. Aynı çizgide tövbesi yapılmamış, kefareti ödenmemiş başka asırlık günahlarımız da var. Acaba bunların etkisi olabilir mi?’ diye sorgulayanlar olur mu dedim. Halbuki kasırgaları bu bakış açısı ile değerlendiren niceleri olmuştu. Din adamlarından akademisyenlere uzanan birçoklarının bu meyanda söyledikleri şeyler medyada günlerce-aylarca müzakere konusu olmuştu. Mehmet Kutlular, Gölcük Depremine “İlâhî ikaz” demişti de adlî makamlar tarafından cezalandırılmıştı. Burada öyle bir korku da yok; buna rağmen çıkmadı…”
***
O bunları yazdı, ama bu defa kâinatın tedvirine Allah’ı karıştırmayan tipler onu da hedef tahtası yaptılar. Elbette ABD’nin yaptıkları Kur’ân’ın ifadesiyle kendi ellerinin yaptıklarının bir sonucu. Çektikleri amellerinin bir sonucudur. Elbette ki, Amerikalılar fail. Birinci derecede ekonomik çöküşten kendileri sorumlu. Bununla birlikte, Maturidi ve Eş’ari inancında olduğu gibi fiile taallukun ikinci vechesi ve perdesinde Allah’ın iradesini görmemek körlük olur. Bu defa Ahmet Kurucan bu taallukun neticelerini de görmüş bulunuyor. İyi ki yazmış. Zira ardından, Papa bütün yazılanları gölgede bırakacak bir açıklamada bulundu ve bizim söylediklerimizi o daha yüksek perdeden seslendirdi. Şayet Kurucan’ın yazısı Papa’dan sonraya denk gelmiş olsaydı gölgede kalacaktı.
Ahmet Kurucan’dan sonra ABD hakkında ‘Kendi etti kendi buldu ve Allah’ın gazabına uğradı’ diyenlerin sayısında her geçen gün artış oluyor. Ama nedense bu bağlama, 11 Eylül’ü Allah’ın öfkesi ve cezası olarak itelendiren televaiz G. Falwell gibilerden ses çıkmıyor. Bununla birlikte, Papa söyleyeceğini söyledi. Meseleye İlâhî ikaz teşhisi koyan Papa ile ilgili haberde şunlar ifade ediliyor:
Yaşanan krizin maddiyata bel bağlamanın yanlışlığını ortaya koyduğunu belirten 16. Benedict, “Hayatlarını sadece başarı, kariyer ve para gibi gözle görülür ve hissedilebilir şeyler üzerine bina edenler, evlerini kum üzerine kurmuşlardır. Gerçekmiş gibi görünen bu şeyler eninde sonunda geçip gidecektir” şeklinde konuştu. Papa, yaşanan küresel malî krizden hareketle, İncillerde Hz. İsa’ya atfedilen bir konuşmada geçen, Tanrı’nın sözünü dinleyenlerin ‘evlerini kaya üzerine kuran akıllı adam’a, dinlemeyenlerin ise ‘evlerini kum üzerine kuran budala adam’a benzeten ifadeleri hatırlattı.”
Gerçekten de öyle. Atın ölümü arpadan olsun derler. Ona keza Wall Street’in ölümü de paradan oluyor. Bundan dolayı, bir şey haddini aşarsa tersine döner kuralı burada da işlemektedir. İbrahim Avis gibi Arap ekonomistlerin de hatırlattığı gibi İbni Haldun, medeniyetlerin ve devletlerin az ve adil vergi ile yükseldiklerini ama devlet harcamalarındaki artış ve israf ile çöküşe geçtiklerini söylemektedir. George Soros buna şişkinlik diyordu. ABD hem askerî alanda ve hem de ekonomik alanda bir şişkinliğe girmişti. Bir başka ifadeyle motor çok ısınmış ve tedbir alınmayınca da yanmıştı. Nikaragua’nın solcu Devlet Başkanı Daniel Ortega da amansız savaşlarla ve yanlış ve vahşi ekonomik reçetelerle yoksulları ve biçareleri ezdiği için Allah’ın ABD’yi malî olarak cezalandırdığını söylemiştir. El cezau min cinsi’l amel (ceza ve mükâfat işin cinsindendir) fehvasıyla yani atın ölümü arpadan olmuştur.
ABD en güçlü tarafından zayıf düşmüş ve buradan vurulmuştur. Akil adamların tavsiyelerinin de bir yararı olmamıştır.
14.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|