Kardavi, Şiî yayılmacılığı ve tehlikesine karşı tarihî çıkışıyla hayatının ve belki de hayatta yapabileceği en büyük hizmeti ifa etmiştir. Eğer onun dışında birisi bu tehlikeye temas etseydi muhakkak ki tesiri olmayacaktı. Bunu bildikleri için Şiîler onun karşısında kâh sopa, kâh havuç politikası uyguluyorlar. Mehr Ajansından Hasanzade’den sonra gönlü gibi ağzı da bozuk olan Kuveyt’teki merciiyyet temsilcisi Muhammed Mehri de Kardavi’yi Siyonizme hizmet etmekle suçlamış ve Katar’dan atılmasını istemiştir. Bu olsa olsa, Mehri gibi bazı mutaassıp Şiîlerin ne denli arsız olduklarını gösterir. Ve Mehri Irak’ta Şiîlerin, Sünnîlere yönelik kimlik katliamı yaptıklarını söylemesine itiraz ederken; aslında, kendisi de bizzat Kardavi’nin şahsında tehcirlerine cevaz vermiş olmuyor mu? Şiîlik Sünnî dünyaya egemen olursa Mehri’nin tavrından kitlelerin başına ne gelebileceğini tasavvur edebilirsiniz. Bu bir Safevi zihniyetidir ve 800 yıl Sünnî kalan İran’ı kılıçla ve zorla Şiîleştirmişlerdir. Bugün Aleviler ‘bütün baskılara rağmen’ Anadolu’da kendi kimliklerini ve varlıklarını muhafaza etmektedirler ama İran’da Sünnîlik sadece uçlarda kalmıştır. Fatimilerin Mısır’da başaramadıklarını Safeviler İran topraklarında başarmışlardır.
Tarihî olarak baktığımız zaman dinî olarak farklı olsa da 700 ve 800 yıllık süreç sonrasında bir Endülüs’ün kimliği bir de İran halkının kimliği zorla değiştirilebilmiştir. İran zamanla İslâm coğrafyasının merkezinde köprü değil, büyük bir haile ve duvar olarak yükselmiş ve İslâm âlemini birbirinden yalıtmış ve gücünü daima zayıflatmıştır. Bundan dolayıdır ki, Brzezinski belki de çok haksız olmayarak İran ile Türkiye’nin birbirlerini sıfırladıklarını söylemiştir. Dolayısıyla İran özellikle son 600 yıllık dilim içinde İslâm âleminin müspet değil, menfî gücü haline gelmiştir. Belki Humeyni iyi niyetle birlikte bunu değiştirmek istemişse de tarih bumerang gibi geri zıplamış ve maksadının aksi hasıl olmuştur. İşte Kardavi’nin tarihî çığlığı bu noktada yükselmiştir.
***
Fehmi Huveydi ve Ahmet Kemal Ebu’l Mecd gibiler vahdet ve ittihadı gerekçe göstererek (Haricilerin de vaktiyle vahdet istemelerini unutmuş görünüyorlar) Kardavi’nin fer’i bir meseleyle uğraştığını ileri sürüyorlar. Halbuki bu iddia bir mugalatadan ibarettir. Buna mukabil, Kardavi Ebu’l Mecd’e hitaben bir mektup kaleme almış ve bu mektup yayınlanmıştır. Bu mektubunda Kardavi yine bir kez daha İran’ın Şiîliği siyasî ve yayılmacılık emellerine alet ettiğini ifade etmiştir. Bununla da kalmamış ve teşeyyü tehlikesi geçmedikçe takrip toplantılarını boykot edebileceğini söylemiştir. Kardavi’nin arz ettiği gibi bugün İran’ın elinde yeniden silâha dönüşmüş olan Şiîlik İslâm ümmeti açısından büyük bir tehlike barındırmaktadır. Kardavi bunun gelecekte savaşlara bile sebep olacağı uyarısında bulunmaktadır. İran’ın gizli gündemi arazlarla açığa çıkmış ve bardak taşmıştır. İşte bu uyarılar karşısında bir heyet Kardavi’yi teskin etmek amacıyla Katar’a gelmiş Velayeti ve Teshiri bu dosyanın kapatılmasını teklif etmiş ve Kardavi’yi boşuna teskine yeltenmişlerdir. Yine ilkeler pahasına teskini denemişlerdir. Kardavi sükûnet bulsa bile meselenin özü değişmez ki! Kardavi heyete, tehlike geçmedikçe uyarılarına devam edeceğini söyleyerek mukabele etmiştir. Fadlallah’ın, ‘sahabilere sövmeye tahrim ediyorum’ şeklindeki sözleri de zevahiri kurtarma arayışıdır. Şiîler ve Sünnîlerin çıkış ve bakış noktaları farklı olduğundan tarih iki farklı istikamette gelişmiştir. Bu gerçeklerle yüzleşmeden bir iki jest, mücamele ve populist yaklaşımla mesele üstesinden gelinebilecek durumda değildir. Aradaki mesafe pek derindir ve muvasala imkânı adeta yoktur. Değerler bile istismara konu olduğundan dolayı ortada güven yoktur ve bu güven yokluğu da işbirliğine imkân vermemektedir. Mesele dinî inançların da ötesinde yöntem sorunudur. Bu yöntem sorununun başında takiyye prensibi gelmektedir.
***
Sanıldığı gibi Şia ile ortak noktalarımız Hayrettin Karaman gibilerin Teshiri’den naklettikleri yüzde 85/95 nisbetinde değildir. Buradan yola çıkanlar Şiîlerle Sünnîler arasındaki ihtilâfın Sünnî fıkhî mezheplerden daha fazla olmadığını yani bir Şafiî ile Hanefî arasındaki fark kadar olduğunu savunuyorlar. Öyleyse bu kavganın nedeni ne? Yine öyleyse neden Fadlallah, Sünnî mezheplerden birisiyle taabbüde fetva vermiyor? Bu ancak şapkadan tavşan çıkaranların marifetidir. Halbuki Şiîlerle kaynaklarımız bile ayrı. Asıl fark usulde yani fıkhî alanda değil fırka ve akaid alanındadır. Meselenin özü buradadır. Sözgelimi ‘gulat-ı ehl-i sünnet’ olarak anılabilecek olan selefiler ile kaynaklarda beraberiz. Sözgelimi Kur’ân ve hadis kaynaklarımız bir ve aynı. Onlarla kitabın ve sünnetin anlamında farklılığımız var. Bizimle onlar arasındaki faklılık bir nevi Şia içindeki Ahbarilerle Usuliler arasındaki fark gibidir. Bu da tevil, teşbih ve tasavvuf anlayışından kaynaklanmaktadır. Selefiler genel anlamda tasavvvufu dışlamaktadırlar. İranlıların benimsediği irfan ise tasavvuf olmayıp bir nevi hikmet altında toplanılabilecek felsefî ve çoğu kez batinî anlayış ve yorumlardır. Şia ile kaynak beraberliğimiz olmadığı gibi tarihi okumada da tam iki zıt vizyona sahibiz. Selefîlerle tarihe bakışımızda özel farklar olsa da Şiîlerle olduğu gibi genel fark yoktur. Şia ile kaynaklarımız bile ayrıdır. Tarih anlayışındaki farklılığımız da bu husustan neşet ve teferri eder. Sözgelimi Küleyni Kafi’sinde eldeki mevcut mushafın gerçeğinin üçte birini teşkil ettiğini savunmaktadır. Bunun bütün Şiîleri bağlamadığını farz etsek bile (öyledir de) hadis külliyatımız tamamen ayrıdır. Dolayısıyla tarihî şahsiyetlere bakışımız ve dini bir bütün olarak yorumlamamız da farklıdır. İtiraz makamında farklı hadis külliyatlarında ortak noktalar ve hadisler olduğu söylenebilir. Bu da doğrudur ama bağlam farkıyla. Sadece bir noktasına temas etmek gerekirse. Sözgelimi Peygamberimiz: “Fatıma benden bir parçadır kim onu üzerse/kızdırırsa beni kızdırmış olur” demiştir. Bu Hadis-i şerif, hem Şiî hem de Sünnî kaynaklarda vardır. Ama bağlamı tamamen değişiktir. İkrime kızkardeşlerini vermek için Hazreti Ali’ye başvurur. Hazreti Ali, Hazreti Peygamberden izin ister ve bir iki gün düşündükten sonra Efendimiz Hazreti Ali’yi çağırır ve kendisine bu sözleri söyler. Sünnî kaynaklara göre mesele böyledir. Elbette sözün hususiliği umumiliğine engel değildir. Lâkin Şiîler bu hadisin kapsamını Mehri’nin ‘nasibi/Ehl-i beyt düşmanı’ olarak nitelendirdiği Kardavi gibi kimselere karşı kullanırlar. Diğer benzerlikleri de buna kıyas edebilirsiniz. Dolayısıyla benzerlik içinde bile benzemezlik var.
***
Tarih bağlamında 1400 yıllık tarih içinde onlarla gerçekte değil, ama sureta anlaşabildiğimiz tek nokta 4 veya 5 yıllık Hazreti Ali hilafetinden ibarettir. Orada da anlayış birliğimiz suretadır. Zira onlar Hazreti Osman’ın şehadetinden sonra gecikmeli olarak nasb ve vasiyetle yani tayinle (Gadir-i Hum’da) Hazreti Ali’nin imameti (hilafeti) devraldığını söylerler. Sünnîlere göre ise tarihî gerçekler başkadır. Karmaşa ortamında kalan sahabiler Hazreti Ali’ye başvururlar o ise kerhen bu görevi içtimaî ve siyasî bir görev olarak (görevlendirme değil) kabul eder. Dolayısıyla tarih anlayışımızdaki müştereklik de bundan ibarettir. Yani 4-5 yıllık süre noktasında bile anlayışımızda mahiyet farkı vardır. Ortak tarihî figürlerimiz de yoktur. Bizim şeytanî dediğimize onlar Rahmanî derler. Sözgelimi bize göre Şeytan-ı Tak olan onlara göre Rahman-ı Tak’dır. İbni Sebe gibi figürleri kabul etmezler, ama rahatlıkla kimi sahabileri İbni Sebe suretinde tasvir ederler. Biz Kudüs’ü kurtardığı için Selahaddin Eyyübi’yi tebcil ederiz, onlar ise Fatimi devletini yıktığı için lanete müstehak görürler. Dolayısıyla mesafe bazılarının tasavvur ettiklerinden çok daha derindir. Bunu reddedenler bizim taraftan saflar, öteki tarafta da uyanıklar yani takiyyecilerdir.
16.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|