|
|
Aktütün bir nevi gerçek mermili tatbikat mıydı?
Kanaat getirdim ki bizim devlet, ne PKK’yı bitirmek istiyor, ne de Kürt sorununu çözmek. Biz sıradan vatandaşlar, “ yanlış politika “ izlendiğini sanıyoruz. “ Doğru politika nedir “, “ Sorun nasıl çözülür “ diye tartışıyoruz.
Halbuki “yanlış politika” izlendiği filan yok: Devlet bu durumdan rahatsız olmuyor. Yani meselenin çeyrek asırdır devam etmesi, bir hatanın sonucu değil, bilerek sürdürülen bir devlet politikası. Olaya bu açıdan bakınca, başka türlü verilere önem vermeye başlıyor insan. Sekiz yılını dağda geçirmiş, “ komutan “ düzeyine gelmiş, daha sonra kaçıp teslim olmuş, hapis yatmış bir PKK’lı bakın neler anlatıyor:
- PKK bu verileri nasıl topluyor?
Bir karakolda kaç kişi kalır, izin günleri, tezkerecilerin durumu, yeni gelen askerlerin sayısı dahi bilinir. Örgüt bu bilgileri kendi elemanlarından, bazen koruculardan, bazen de ‘derin istihbarat’ dedikleri resmi görevlilerden alır.
- Dağdaki terörist ‘derin istihbarat’ı nasıl elde ediyor?
Bu iş karışıktır. Uyuşturucu ticaretindeki rant ve kaçakçılıktaki gelir devreye giriyor. Bir de çift taraflı çalışan ‘ajanlar’ var.
- 350 militan görünmeden Aktütün’e nasıl gelebildi?
PKK böyle baskınları yapacak güçte değil. Eğer birileri müsaade etmiyorsa. Müsaade olmazsa ne Dağlıca, ne Aktütün baskınları gerçekleşirdi. Saldırıyı 350 kişilik PKK grubunun gerçekleştirdiği hikâyesi yalandır. PKK, 350 militanını bir noktaya yığmaz. En fazla 50-60 kadar kişi bu baskını yapmıştır.
- PKK bu eylemi niye yapmıştır?
Biz Türkiye’nin iç gündemine dair eylemler yapar; gündemi değiştirirdik. “PKK, Aktütün’ü basarak yerel seçimler için tabanını hareketlendirmek istiyor” yorumu çok yersiz. Bunun için şehirde kitle gösterileri yeterlidir. DTP’nin kapatılması PKK’nın işine gelir; ancak kapanmasını kolaylaştırmak için de böyle eylem yapmaz.
- Aktütün ve Diyarbakır (polis) saldırıları niye olur?
Sadece şunu söyleyebilirim; Türkiye ‘derin devletini’ temizlemezse PKK sorunu bitmez. Birileri ülkede kaos istiyor. Bunun için PKK’yı kullanıyor. ( Haşim Söylemez’in haberi, Aksiyon )
İşte bir örnek daha:
Dünkü Taraf gazetesi belgeleri ve uydu fotoğraflarını yayınladı: Aktütün’e yapılan saldırı baştan sona biliniyordu.
Baştan sonra derken buna bir ay süren hazırlıklar ve militan adları dahil! Hatırlayın: Radikal gazetesi, saldırının ardından “ Hani oralar BBG eviydi “ diye sormuştu.
Öyle ya: Madem, eski GK Başkanı Büyükanıt’ın dediği gibi bölge ‘ Biri Bizi Gözetliyor’ evi gibi izlenebiliyorsa, bu saldırı neyin nesi oluyordu? Doğrusunu isterseniz, “ ABD’den gelen istihbaratta bir sorun yok “ dendiğinde kuşkulanmıştım. İstihbarat geliyorsa, olay saptanmıştır; o halde niye tedbir alınmadı? Ya istihbarat gelmiş ancak bizimkiler es geçmişti ya da istihbarat gelmiyordu, “politika icabı” böyle söyleniyordu. Taraf’ın açıkladığı belge ve fotoğraflar ise şunu gösteriyor: Evet bölge gerçekten de “BBG evi” gibi. İstihbarat akmış, saldırı hazırlıkları saptanmış, günbegün takip edilmiş. Ama hiçbir şey yapılmamış!
Aktütün, “ gerçek mermilerle yapılan bir tatbikat “ gibi izlenmiş.
Not: Bütün bunlar inanılmaz geliyor; değil mi? “ Yok artık “ demekte haklısınız. Lütfen sözünü ettiğim yayınlara bir bakın. Sonra karar verin.
Sabah, 15.10.2008
|
Emre Aköz
16.10.2008
|
|
Asker halktan zaten kopuktu...
Ne gariptir ki kendini “Halkın ordusu” diye kamuoyuna empoze eden ve mevcudunun ve gücünün neredeyse yüzde 90’ını zorunlu askerlik hizmeti yapan halktan alan TSK, her geçen gün halktan aslında nasıl kopuk olduğunu sergiler tutumlar içine giriyor.
Bunun son örneğini Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aydoğan Babaoğlu’nun, Aktütün saldırısı sonrasında golf oynadığının ortaya çıkmasıyla yaşadık. Sorun, Babaoğlu’nun golf oynamasıyla değil zamanlamasıyla ilgili. Aktütün karakoluna PKK’nın düzenlediği saldırı sırasında hayatlarını kaybeden 17 askerin aileleri yas tutarken, terör örgütüyle mücadelede öncelikli konumda bulunan komutanlardan birinin, halen golf oynayabiliyor olması son derece üzücü. Türkiye’de tabii ki sivil üst düzey yöneticiler de, kamuoyuna yansıyan davranışlarıyla, aslında halktan nasıl kopuk yaşadıklarını sergiliyorlar.
Ancak, kendisini halkın ordusu diye tanımlayan ve mevcudunun önemli bir bölümünü halktan alan bir kurumun üst düzey komutanının, derin bir acı döneminde tatil havasına girmiş olması hem üzücü hem de düşündürücü. Babaoğlu olayı bir başka derin sorunumuzu daha gündeme getirdi. O da, askerin demokratik sivil denetiminin yapılmaması dolayısıyla da şeffaf ve denetlenebilir olmaması. Burada asıl görev siyasilere düşüyor. İktidar ve muhalefet, askerin denetimini gerçekleştirmek için mevcut yasaları işletmek ve yeni yasalar çıkartmakla görevli.
Statükonun sonlanmasına direndiği için varlığını halktan alamayan ana muhalefetteki CHP’den bir vekilin dahi Babaoğlu’nu istifaya çağırmış olması, küçük adımlar olarak kalsa da hiç yoktan iyidir.
Arıtman, Babaoğlu’nu istifaya çağırırken, Aktütün saldırısındaki ihmaller zincirini ima ederek, “Hesabın sorulması, faturanın ödenmesi gerekiyor,” demiş (Sabah, 11 Ekim 2008). Arıtman’ın sarfettiği “Hesap sorulması ve fatura ödenmesi” ifadeleri, üçüncü dünya ülkesi konumundan çıkmak isteyen ülkeler için hayati öneme sahiptir.
Hesap sorma mekanizmasının işletilmesi, o ülkenin önünü açar, kurumlarına saygınlık kazandırır. Giden canların hesabının sorulması gereken o kadar çok hayati olay yaşandı ki. Yakın tarihteki örnekleri, geçen yıl kasım ayında 21 askerin öldürüldüğü Dağlıca baskını ve şimdi de Aktütün karakoluna yapılan saldırıda devletin ihmali olduğu yolunda Taraf gazetesinin dün gündeme getirdiği vahim iddialar olarak sıralanabilir.
TSK’nın mercek altına alınmasını gerektiren bir diğer hayati konu, silah alımları.
Ben dahil bu konuya kafa yoran bazı gazeteciler ve akademisyenler yıllardır yazıyoruz ve diyoruz ki, “Silah alımları denetlenmeli... 24 yıldır yaşadığımız ciddi terör sorunu varken neden silah envanterimizin çoğunluğunu klasik savaşlara yönelik silah alımları oluşturuyor?. Ülkenin tehdit değerlendirmelerini sivil otoriteler sağlıklı bir biçimde yapsın ki, gereksiz silah alımlarını önemli ölçüde azaltalım. Heba olan kaynaklarımızı, ülkelerin gelişmişliğinin temel göstergeleri olan sağlık, eğitim ve özgün teknolojileri geliştirmeye aktaralım.”
Bunları yazmak ve talep etmek, vatanını gerçekten seven her Türkün görevidir aslında. Kısa adı SASAD olan savunma sanayicileri derneği var. Bu derneğe 80’den fazla Türk firması savunma sanayii firması adı altında kayıtlı. Ne gariptir ki bunca askerî firmaya karşın biz halen kritik teknolojilerde yüzde 70’ler oranında dışa bağımlıyız. Bu oranın 2011 yılına kadar yüzde 50’ye düşürülmesi yolunda ciddi çaba olduğunu da belirtmemiz gerekir.
Ne var ki kimi kötü alışkanlıklarımız aynı hızda devam ediyor. Yetişmiş Türk insan gücünün üretebileceği, askerî ve sivil sanayide kullanabileceğimiz kimi ürünleri hazır alma dolayısıyla da kısa yoldan zenginleşme alışkanlığımız kırılmıyor.
Bu bağlamda, ABD’de öğretim üyeliği yapan bir okuyucumun yaşadığı trajikomik bir olayı sizinle kısaca paylaşmak istiyorum.
Kendisi, adını vermemi istemediği, üniversitede yürütüp geliştirdikleri ve Amerikan ordusunun Irak’ta kullanmaya başladığı bir sistemin Türkiye’de de ilgi çektiğini yazmış. Ama ilgi, Türkiye’de aynı sistemi -ki okuyucum üretiminin kolay olduğunu belirtiyor- hazır alma üzerine yönelmiş.
Nitekim, bu sistemin geliştirilmesine katkıda bulunan bu okuyucumu arayan bir Türk şirket yetkilisi, söz konusu sistemi hazır alıp Türkiye’de TSK’ya pazarlamayı planladığını belirtmiş. Okuyucum bakın devamla ne diyor; “Şirket yetkilisinin tek niyeti, bu sistemin Türkiye temsilciliğini almaktan ibaretti. Yani orada bir çark oluşmuş. Türkiye’nin askerî sanayide geri kalmasında bu çarkın anlaşılması önemli. Genelde es geçilen, ama önemli bir dişli de bizim hazıra konucu, kısa yoldan para kazanmak isteyen aracı şirketlerimiz. Kimse üretmek istemiyor, herkes bol kâr getirecek büyük ithalatlar peşinde.....Akşam gazetesinde, bir kaç ay önceki Irak hava operasyonları yapılırken lantim’ler Saran’dan’ diye bir haber okumuştum. Şaşırdım tabii, ‘Saran laser imaging işine mi girmiş?” diye araştırdım, meğer yaptıkları buradan alıp, üstüne epeyce kâr koyup bizim hava kuvvetlerine satmakmış.”
Çağdaş bir ülke olmak istiyorsak gerçekten artık kendimize gelmemiz gerekiyor. Halkı temsil etmek hesap vermekten geçer. Hesapsız, kitapsız işler bizi uçuruma sürüklüyor.
Taraf, 15.10.2008
|
Lale Sarıibrahimoğlu
16.10.2008
|
|
Aman Allahım! böyle bir şey olabilir mi?
Bu köşe yorum köşesi, haberleri tekrarlamanın yeri değil. Ama bugün öyle bir haberle karşı karşıyayız ki, haberin kendisi yapılabilecek bütün yorumlardan daha değerli bir yorum niteliği taşıyor.
Haber Taraf Gazetesi’ne ait. Taraf Gazetesi, tıpkı Dağlıca Baskını gibi Aktütün Saldırısı’nın da izini sürüyor ve bu saldırıyla ilgili dehşet verici belgeler, korkunç iddialar ortaya atıyor. Ortaya konan belgelerden 17 askerin şehit olduğu Aktütün saldırısı öncesinde Genelkurmay Başkanlığı’nın, anlık istihbarat paylaşımı uyarınca elde edilen görüntüler ve istihbarî bilgilerle baskının hangi tarihte, kaç kişiyle ve nereye yapılacağı hakkında detaylı bilgiye sahip olduğu anlaşılıyor. İnsansız Hava Araçları sınırdan Hakkari; Şemdinli bölgesine doğru harekete geçmiş 80 kişilik PKK’lı grubun koordinatlarını, net görüntülerini bir aydır adım adım izliyor. Elde ettiği her görüntüyü de Genelkurmay Elektronik Sistemler Komutanlığı’na iletiyor. Komutanlık da elindeki bütün istihbarat raporları ile birlikte Genelkurmay Başkanlığı’na...
Baskından sadece beş gün önce 29 Eylül günü, Van Asayiş Güvenlik Komutanlığı Hareket Merkezi’nde görevli nöbetçi subay, Genelkurmay’a gönderdiği acil raporunda sınırdan 10 uçaksavar silahı getirildiğini, ayrıca PKK’nın Hakkâri Yüksekova’ya bağlı bazı köylere “boşaltın” talimatı verdiğini, bu bölgeleri tampon bölge olarak kullanacağını bildiriyor.
Baskından bir gün önce, yine Van Asayiş Güvenlik Komutanlığı Hareket Merkezi’nden görevli bir nöbetçi subay günlük raporunda bir gün sonraki saldırının adeta koordinatlarını veriyor. “Gizli ve çok ivedi” rumuzlu raporda PKK’lıların bölgedeki hareketliliği isim isim, silah ve katır sayılarına kadar yerleri bildirilerek birimlere gönderiliyor. Sınırdan içeri giren PKK’lılar, içeriye sokulan ağır silahlar, saldırı kararlarının alındığı toplantılar, her şey biliniyor. Saldırıdan bir gün önceki istihbarat raporlarında Hakkâri-Şemdinli bölgesinde bir saldırının gelmekte olduğu bütün detaylarıyla anlatılıyor.
Öyle ki Genelkurmay, Aktütün’ün hemen karşısında, sınırın öteki tarafındaki Mezi Deresi içerisinde saldırıda kullanılan ağır silahları taşımak üzere bekletilen 25-30 katırın varlığından bile haberdar! Ama bütün bu istihbarat, nöbetçi subayların bütün “acil ve önemli” yırtınmaları hiçbir işe yaramıyor. Aktütün Karakolu’ndaki 17 asker, göz göre göre gelen ölüme teslim ediliyorlar.
Dün Hava Kuvvetleri Komutanımızın golf skandalından sonra yaptığı ilk konuşmasında, terörle daha etkili mücadele için hava kuvvetlerinin envanterine katılacak yeni casus uçaklarından bahsettiğini duyunca bu milletle alay etmektir diye düşündüm. Sanki ellerine ulaşan istihbaratı değerlendirmişler gibi, yeni casus uçağı almaktan, daha çok istihbarat toplamaktan bahsediyorlar.
Sanki ellerindeki yetkileri bilgileri kullanmışlar gibi, terörle mücadele için OHAL yetkileri istiyorlar!
Şimdi ne olacak? Genelkurmay belgeleriyle birlikte ortaya konan bu haber karşısında yine her zamanki gibi “Kim sızdırdı” soruşturmaları mı açacak; yoksa karşımıza geçip bize borçlu olduğu açıklamayı mı yapacak? Dün Dağlıca, bugün Aktütün... Sadece bu iki olay bile, bu savaşın bitirilmesinin önünde tek engel olduğunu gösteriyor: Birilerinin savaşı ne pahasına olursa olsun sürdürme isteği... Genelkurmay’dan o birilerini karşımıza çıkarmasını bekliyoruz.
Bugün, 15.10.2008
|
Gülay Göktürk
16.10.2008
|
|
Ya terör biterse korkusu!
Yıllardır dillendire dillendire artık ezberlediğimiz bir söylem, bir tavır, bir duruşumuz var. Siyasi pozisyonumuz buna göre, sosyal münasebetlerimiz, ekonomik tercihlerimiz, sanat ve kültür meselelerini değerlendirmemiz hep buna göre.
Adeta ‘pi’ sayısı bizim için terör. Onu hesaba katmadan yapamıyoruz.
Şiddeti değişmez veri olarak kabul etmek zor bir şey elbette. Zira bu, her yeni güne kaç genç insanın şehit olduğuna dair haber işiterek başlamayı, canlı bomba, operasyon ya da kaç kişinin ‘etkisiz hale’ getirildiği notlarıyla uyanmayı göze almak demek.
Kanıksama, çok sayıda can kaybı olduğunda tepki verip bir-iki ölümde haber değeri görmeme, uzun süre devam eden terörün toplum katındaki aksi. Madalyonun öteki yüzünde ise, şiddetle içiçeliğin devlet ve devletle çatışan örgütte sebep olduğu değişiklik var. Hukuktan, demokrasi fikrinden uzaklaşmayı, insan hakları konusunda duyarsızlaşmayı, az-çok despotizmi, emrivakilerin ve öfkenin peşinden sürüklenmeyi davet eden bir durum bu ...Ve hiç kuşkusuz akıl, iz’an, sağduyudan uzaklaştırıp öfke ve hınç girdabına çeken.
PKK sınırlı sayıda militanla, bunları sevk ve idare eden üç-beş kişiden ibaret olmaktan çıkalı yıllar oldu. Bugün artık, bütçesi, mali işler sorumlusu, dış ilişkiler yetkilisi, basın-propaganda görevlileri, silah, mühimmat, gıda, tıbbi malzeme v.s. alımlarını yapan birimleri olan, devlet ölçeğinde bakıldığında belki esamisi okunmayacak çapta ama terör örgütü ölçeğinde bakıldığında hatırı sayılır büyüklükte bir yapıya sahip. Avrupa ülkelerinin hemen tamamıyla, ABD’yle, Rusya’yla yarı resmi ilişkileri olan, gazeteleri, televizyonları, hukuk büroları bulunan; yurtdışında çok sayıda derneği kontrol eden ve bunları bir tür diplomatik temsilcilik gibi kullanabilen bir örgüt .
Gerçek şu ki, PKK şayet kendisini Türkiye, Irak, Suriye ve İran coğrafyasında hesaba alınması gereken bir güç olarak kabul ettirmemiş olsaydı çoktan tasfiyeye uğrardı. Keza gerek Celal Talabani’nin gerekse Barzani’nin bırakın yakınlık duymayı ya da Kürtlük damarları kabardığı için desteklemeyi, ellerinden gelse bir kaşık suda boğmaktan çekinmeyecekleri PKK’nın üzerine gidememelerin sebebi korkmaları. Türkiye gibi sadece bölgenin değil dünyanın en büyük ve güçlü ordularından birine sahip ülkeyi tedirgin eden örgütün, halen kavgalı olduğu İran’la uzlaşıp Kuzey Irak yönetimini hedef alması halinde neler olabileceğini düşünün. Kaldı ki ABD’nin de sadece İran’a dönük hesapları dolayısıyla karşısına Pejak kimliğiyle çıkan PKK’ya destek olduğu söylenemez. Washington’un Kuzey Irak’ı geleneksel aşiret yapısına terk edip gözünü kapatmayı akılcı bulmadığı için örgütün Türkiye’ye dönük eylemlerini sınırlamaya çalışırken öldürücü darbe almasını istemiyor olması pekâlâ mümkün.
Oysa 1980’lerde kaba, ilkel bir yapısı vardı PKK’nın ve 90’ların ikinci yarısına kadar da böyleydi durum. Abdullah Öcalan Türkiye’ye getirildiğinde Ankara’da akıl galip gelseydi heyecanın biraz yatıştığı ortamda sorun çözülebilirdi. Bugün ise acının dağladığı binlerce yüreği ve kabaran öfke dalgasını göz ardı edip çıkış yolunu işaret etmek kolay değil....
Öte yandan çoğu kişiye ilk bakışta fazla inandırıcı gelmese de, ya kan durursa diyenler de yok değil. Öyle bir durumda bütün hesaplarını dağ, terör dengesi üzerine kurmuş olanların hali ne olur, bir düşünün. Uyuşturucu kaçakçısından, örgütün her imkânını kullananlara, silah tüccarlarından, aklı kendisine oy vermiş inanlara hizmet götürmekte değil husumet kamçısında olan siyasetçilere, sıcak günlerde fazla gündeme gelmeyen ama tasfiyenin kaçınılmaz kılacağı hesaplaşmadan korkanlara kadar.
Tabii, birçok makamın meblağı meçhul örtülü ödeneğinden beslenenlerin önünden kalkacak yem torbasını; istihbarat, belge, ihbar, özel silah ya da özel mühimmat gerekçesiyle harcanan paraları, çatışmada kullanıldı zaptı tutulup askeriyenin envanterinden düşürüldükten sonra serbest piyasada el değiştiren malzemeyi, korucu maaşlarını, bölgede kamu görevlilerinin aldığı terör tazminatlarını da unutmamak lazım. Bazılarının terör biterse korkusu masal değil! Bizim kan gördüğümüz fotoğraf birilerinin gözünde açık çek olabilir.
Radikal, 15.10.2008
|
Avni Özgürel
16.10.2008
|
|
Bekliyoruz...
Taraf Gazetesi dün Aktütün sınır karakoluna yönelik saldırı konusunda vahim bir iddia ortaya attı.
Gazeteye göre gönderilen istihbarat bilgileri sayesinde Genelkurmay’ın bu baskından bir ay önce haberdar olması gerekiyordu.
Bu kadar da değil.. İddiaya göre insansız hava aracı, saldırının gerçekleştiği 10 Ekim günü sabah saat 9.35’ten itibaren teröristlerin hazırlıklarını yansıtan görüntüleri Genelkurmay’a geçmişti.
Taraf Gazetesi, haberinin dayandığı Asayiş Kolordu Komutanlığı’na ait raporun Genelkurmay tarafından olay sonrası yapılan açıklama ile ciddi olarak çeliştiğini öne sürdü.
Bu iddialara dün geç vakte kadar Genelkurmay’dan herhangi bir tepki gelmedi.
Gazete daha önce de 13 askerimizin şehit olduğu Dağlıca baskını ardından benzer iddialar ortaya atmış, elde ettiği istihbarat raporuna dayanarak bu baskının 9 gün önce Genelkurmay’a bildirildiğini öne sürmüştü.
Gerçekleri öğrenmeye vatandaş olarak ihtiyacımız var. Hakkımız var. Çünkü kamuoyunun gösterdiği dikkat, bu mücadelenin hatalardan arınmasına yardımcı olacaktır. Bu yayınların kötülük olduğunu iddia etmek gerçekçi değildir. Unutulmasın, Türk milleti Kurtuluş Savaşı’nı bile sorgulayan bir meclisin idaresi altında kazandı.
Vatan, 15.10.2008
|
Güngör Mengi
16.10.2008
|
|
Bankayı batırıp 400 milyar doları İsrail’e kaçırmışlar!
Yüzyılın en büyük krizi, tarihin kaydetmediği oranda bir yolsuzluğa dönüşüyor.
İnsanlığın yüzyıldır karşılaştığı en büyük ekonomik krizle yolsuzluk birbirinden ayrılması güç iki gerçek haline geldi. Krizin mimarları artık ülkelerin hazinelerini hortumlamaya başladı. Finansal sistemi çöküşten kurtarmak için insanlık tarihinin en büyük mali operasyonu kriz tacirleri ve sistemi çökertenler için yepyeni bir kazanç kapısı açıyor. Mali operasyon için harcanan miktarın büyüklüğünü düşününce, yolsuzluğun boyutunun da nerelere ulaşabileceği takdir edilebilir.
Daha şimdiden, operasyon maliyeti 3.5 trilyon dolara ulaştı. Sadece Avrupa’nın ayırdığı miktar 2 trilyon dolar. Sadece Almanya’nın ayırdığı miktar, 680 milyar dolar. Kurtarma paketleriyle kurtarılanlar kimler? Dikkatle bakmak gerekiyor.
Mali sistemi kurtarmak, sistemi çökertenleri de kurtarmaya dönüşürse, ya da onlara yeni kazanç kapıları açarsa durum daha da vahim hal alacak demektir. Bu yönden şüpheler giderek artıyor. Kurtarılmayanlar, batmasına izin verilenler üzerinden ise, tarihin görmediği büyüklükte sermaye hırsızlığı, yolsuzluk ve para transferleri izliyoruz.
Şimdi vereceğim örnek çok önemli. Net ifadelerde, özenle gizlenmeye çalışılan çok çarpıcı bir iddiayı dikkatinize sunuyorum:
Bazı sermaye merkezleri ABD piyasasından devasa miktarda parayı dış piyasalara kaçırıyor. ABD için ürkütücü bir şey bu. Washington, krizi atlatmak için paketlerin yanında dışarıdan para çekmeye çalışırken onlar daha güveli ülkelere hızla transferler yapıyor. İşin tuhafı, bu transferleri yapanlar dışarıdan değil, ABD mali sisteminin kalbini oluşturan çevrelerden oluşuyor.
Bu durum ilk bakışta normaldir. Çöküşe geçen bir piyasa var ve güvenli limanlar aranıyor. Yaklaşık yedi yıldır benzer hareketler izliyoruz zaten. Ama asıl konu bu değil. Şok edici gerçek şu:
Lehman Brothers’ın batışı kriz sürecinin en büyük yolsuzluğuna da zemin hazırlamış. Batmasına izin verilen, kurtarılmayan, 613 milyar dolarlık finans kuruluşunun batışı sırasında dudak uçuklatan olaylar yaşanmış.
İddialara göre, Lehman Brothers iflası öncesi devasa miktarda para, elektronik ortamda İsrail’e aktarılmış. Şöyle:
Lehman Brothers’ın 15 Eylül’de battığı açıklandı. Ancak yukarıda ifade edilen 613 milyar doların gerçek olmadığı şimdi ortaya çıkıyor.
Bu rakam verilirken tam dört ay önceki veriler kullanılmış. 19 Eylül’de, şirket varlığının 100 milyar dolar olduğu ortaya çıkmış. Peki geriye kalan miktar nereye gitti?
İşte büyük yolsuzluk operasyonu burada. İddialara göre tam 400 milyar dolar İsrail bankalarına aktarılmış. Şirketin CEO’sunun milyonlarca dolarlık tazminatından söz etmiyorum. 400 milyar dolardan söz ediyorum.
Transfer edilen İsrail bankalarının adları belli. Üç banka var kullanılan: Hapoalim Grup, Bank Leumi Grup ve Discount Bank Grup..
Transfer edilenler belli. İsrailli bankerler… Bu kayıtlar Lehman Brothers’la ilgili soruşturmalarda ortaya çıkıyor.
En kötüsü de, ABD’nin bu transferi İsrail’de soruşturma imkanı bulamaması. İsrail bankacılık yasalarının buna izin vermemesi.
Bu yolsuzluk örneği gizlenecek türden değil. 400 milyar dolarlık büyük transfer ve bankanın iflas ettirilmesi. Tarihin en büyük banker operasyonu!
Diğer iflaslarda da çok yakında benzer örnekler ortaya çıkacak gibi.
Yeni Şafak, 15.10.2008
|
İbrahim Karagül
16.10.2008
|
|
|
|