Çok yönlü bir insandı Yahya Kemal. Ama onun her yönünde şiir vardı.
Zaten o yönleri, biraz da şair olduğu için vardı. Klâsik şiirin şekil, âhenk, san'at ve muhteva cihetiyle hızla irtifa kaybettiği bir zamanda o şiiri ihya etti, şiir de ona hayat verdi.
“Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”
mısralarında dile getirdiği gibi Şair “ölmeden evvel ölme müşkülünden” hayatının gayesi hâline getirdiği ve ömrünün sonuna kadar iştiyakla meşgul olduğu şiir sayesinde kurtuldu.
Şiiri, “Kalpten geçen bir hadisenin lisân hâlinde tecelli edişidir; hissin birdenbire lisân oluşu ve lisân hâlinde kalışıdır” şeklinde tarif eden şair, çocukluk yıllarında kalbinden geçen bir aşk hissini lisan hâline getirerek başladığı şiiri gün geçtikçe geliştirdi.
Şiirle meşgul oldukça mükemmel şiirler yazmanın, ancak kalp ve dil birlikte işlediği takdirde mümkün olacağını, bu yapılmadığı müddetçe yazılıp söylenenlerin fazla müessir olmayacağını anladı.
“Kalbi olanların dili yok, dili olanların kalbi yok. Yoksa bugün Türk şiiri ve nesri taş yürekleri eriten bir şey olurdu” diyerek zamanındaki şairlerin zaafını tesbit ettikten sonra “taş yürekleri eriten” şiirler yazmaya karar verdi.
Üsküp’te şiir yazmanın hazzını alarak İstanbul’a geldiğinde kendisini hareketli bir fikir, san'at ve şiir çevresinin içinde bulması, onun şiir hazzını ve hissini san'at hâline getirmesine yetti.
Tevfik Fikret’i, Cenap Şehabeddin’i okuyup Edebiyat-ı Cedide’nin bazı şair ve yazarlarını tanıdıktan sonra şiir anlayışını gerek şekil, gerekse muhteva yönünden değiştirme hevesine kapıldı.
Önceleri genellikle Divan Edebiyatı tarzında ve aruz vezni ile şiirler yazarken İstanbul’da bilhassa zamane şairlerince muteber addedilen yeni tarzda şiirler yazmaya başladı.
O yıllarda yazdığı şiirlerde umumiyetle Agâh Kemal mahlâsını kullanan Şair, örnek aldığı şairlerin tesirinden çabuk kurtuldu ve bazı şiirlerinin şekil bakımından da muhteva yönünden de onlardan farklı olmasını sağlamaya gayret etti.
“Nâim-i celîli Hazret-i Abdül-Hamîd Han
Devrinde kıldı ümmeti mesrur ü şâdman,
Asrında kıldı milleti mesûd u kâmran
Evreng-i saltanatta İle’l-âhirü’z-zaman,
Îclâl ü şân İle yaşasın pâdişâhımız.”
Meselâ, bu dörtlükte de görüldüğü gibi zamanında şairler arasında muteber olan anlayışın aksine, 1902’de İrtika dergisinde çıkan “muhammes”inde devrin padişahı Sultan II. Abdülhamid için medih ve sena dolu ifadeler kullanmaktan çekinmedi.
Bu şiirlerinin bazılarında, temâşâ ettiği manzaraların fıtrî güzellikleri ve âhenkleri karşısındaki hislerini, bazılarında da sevdiği veya hayranlık duyduğu kişiler hakkındaki samimî duygularını dile getirdi.
Şair, yeni tarzda yazdığı Leyâl-i İstiğrak, II, III, IV, Temâşâ, Küçük Kardeşim Refet İçin, Mart, Nisan, Saffet Nezîhî gibi manzumelerini İrtika, Malûmat, Terakki gibi mecmualarda neşretti.
Buna rağmen, Yahya Kemal İstanbul’da kaldığı zaman içinde Servet-i Fünun edebiyatının tesir sahasından pek çıkma ihtiyacı hissetmedi. Paris’e gidinceye kadar da o tarz şiirler yazmaya devam etti.
Paris’te, Meaux Kolejinde aldığı eğitim sayesinde Fransız şiirini inceleyip belli bir edebiyat kültürü aldıktan sonra ona “Yeni usûl şiirimiz, Fransızca’nın gölgesi, ihtirassız, zevksiz, köksüz, acemice görünmeye” başladı.
Bunun üzerine Servet-i Fünun tarzı şiirden iyice soğudu ve “Yeni Türkçe’yle kendi duygularımızın ifadesi, hâlis ve samimî bir şiir tarzı” bulup geliştirme gayreti içine girdi.
“Gerek şiiri ve gerek nesri bir türlü anlamakta Yakup Kadri ile anlaşmış, yaşlı ve genç bazı arkadaşlara görüşlerimizi anlatmaya koyulmuş ve kendimize göre yeni bir çığır açmaya heveslenmiştik.”
Yahya Kemal’in deyişiyle işte böyle başladı, Nev-Yunanîlik hevesi. Aslında bu tabirle anılmasa da, milletin tefekkür dünyasına Tanzimat hareketinden sonra musallat olmuştu eski Yunan felsefesi ve Lâtin edebiyatı hayranlığı.
Bilhassa Tanzimat yazarlarının bazıları taklit ettikleri Batı medeniyetinin menşei olarak eski Yunan kaynaklarını kabul ettiklerinden onları Türkçe’ye çevirme hevesine kapılmışlardı.
Halkın fikir hayatını hareketlendirerek devletin ve milletin içinde bulunduğu sıkıntıyı hafifletmek maksadıyla yaptıkları bu faaliyetlere devlet de destek verince tercüme çalışmaları hızlanmıştı.
İttihat Terakki Partisi ve Jön Türk hareketi mensupları bu eserleri okuyup okutarak fikirleri yaymayı kendilerine vazife edinince bazı sohbet meclislerinde de Nev-Yunanî meselesi konuşmak âdet hâline gelmişti.
İstanbul’da iken o sohbetlerden bazılarına katılan ve fikirlere âşinâ olan Yahya Kemal, Paris’e giderken gemi Adalar Denizinden geçince yol boyu sık sık o meseleleri düşünmüştü.
Fransa’ya gidince Heredia’nın tesirinde kalan Şair. “Heredia’yı severken, eski Yunan ve Lâtin şiirinin zevkini almıştım” diyerek de ifade ettiği gibi Yunan ve Lâtin şiiri ile daha çok meşgul olmaya başladı.
Bilhassa Lâtin kaynaklarını incelerken, eski Yunanlılarla bizim aramızda bir münasebet kurmaya çalışan Yahya Kemal, aynı bölgede yaşama gerçeğinden hareket ederek Akdeniz medeniyetinin malı saydığı sade san'at anlayışını Türk şiirine ve edebiyatına da mal etmeye çalıştı.
“Bütün Avrupa’yı anlamak için ancak Yunanlılardan başlamak lâzımdır. Biz coğrafyaca, kısmen de medeniyetçe Yunanlıların vârisiyiz. 1860’dan sonra hep Fransızlara tâbi olmuşuz. Halbuki Fransızların ve onlarla birlikte Avrupalıların membaı olan Yunanlılara dönmeliyiz ki, tam mânâsıyla bir edebiyatımız, olabilsin” görüşünü ortaya attı.
Kaleme aldığı yazılarda ve yaptığı konuşmalarda bu fikrini yaymaya çalışan Şair, Yakup Kadri gibi bazı yazarların da desteğini alınca şiirlerinde bu yeni anlayışın şartlarını esas alma gayreti içine girdi.
Bu gayretler neticesinde bir edebiyat hareketi telâkki edilen bu ekolün nesir sahasını Yakup Kadri üzerine aldı. Şiir yönünü de Yahya Kemal üslendi ve o hareketin ilk örneği olarak Biblos Kadınları, Sicilya Kızları gibi şiirlerini yazdı.
“Gerer beyaz kuğular nazenin boyunlarını,
Füsûn-ı nevm ile görmez bu âteşin ravza
İçinde dalgalanan reng ü bû oyunlarını.
Dalar huzûz-ı rehavetle havzdan havza.
Gerer beyaz kuğular nazenin boyunlarını.”
Bu gibi mısraların yer aldığı Sicilya Kızları şiirinde işlediği mevzular da, kullandığı tabirler de, vezinler, kafiyeler de o zamana kadar okuduğu ve yazdığı şiirlerden oldukça farklı idi.
“Mermerden nâ’şı hareli bir tülle örtülü,
Biblos ilâhı genç Adonis bekliyor ölü.”
Biblos Kadınları şiirine geçen bu ve benzeri ifadelerle kastettiği mânâlar ise cemiyetin örfüne, âdetine, geleneklerine, inançlarına uymadığı ve devletin, milletin temelini teşkil eden değerlere zıt olduğu için zamanın mütefekkirleri tarafından tenkit ediliyordu.
Bu fikirleri ortaya atan mihrakların maksatlarını çok iyi bilen Bediüzzaman Said Nursî de onlardan biriydi ve Yunan kültürünün Müslümanlar arasında yayılmaya çalışılmasına şiddetle karşı çıkmıştı.
‘Mariz Bir Asrın, Hasta Bir Unsurun, Alil Bir Uzvun Reçetesi’ adlı eserinde “İsrâiliyyatın bir taifesi ve hikmet-i Yunaniyyenin bir kısmı, daire-i İslâmiyete duhul etmeleri ile, din süsüyle görünerek efkârı ihtilâle verdiler” diyerek bu hareketin hedefini teşhis etmiş ve yapılmak istenen mânevî tahribata devletin, milletin dikkatini çekmişti.
Geçen asrın büyük mütefekkirlerinden biri olan Cemil Meriç’in “Edebiyatımızda Yunan-perestlik Yahya Kemal ile başlar. Yahya Kemal ve Yakup Kadri ile. İran’dan Yunan’a geçen iki dost bu yolculuktan altın meyvelerle döndüler. Ama anladılar ki gurbet tehlikelerle dolu... Bâki’leri, Galib’leri, Hâmid’leri yetiştiren bir şiiri Yunan-ı kadîme bağlamak, ummanı ırmağa bağlamaktır” şeklindeki ifadeleri de mezkûr teşhisin teyidi idi.
Nitekim bir süre sonra Yahya Kemal de bu gerçeği gördü. İslâm Medeniyetinin maddî, mânevî güzellikleriyle mücehhez fikirlerini karıştırarak “ummanı ırmağa bağlamak” çabasından kurtuldu.
Nev-Yunanîlik hevesini ve o hevesle yazdığı şiirleri inkâr etmemekle birlikte, daha sonra yazdığı eserlerde bu milleti ihya ve ibka eden aslî değerleri terennüm edeceği edebî mecrâya döndü.
02.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|