Biz bu filmi daha önce görmüştük
(...)Sıkıntıyla gazetelere baktım. Alfabeyi söktükten sonra yazmayı öğrendiğimiz ilk kelimelerden biri, “Atatürk” tartışılıyordu.
Çünkü Mustafa filmi vesilesiyle herkes kendi çapında hayretler içindeydi.
Düşünsenize, adımızla aynı anda yazmayı öğrendiğimiz, ardından üniversiteyi de sayarsak en az 15 sene boyunca hayatı ve yaptıkları bize “öğretilen” Atatürk’le ilgili bir film çekilmişti ve iktidarından muhalefetine, gazetecisinden yüksek yargıcına kadar herkes büyük bir şaşkınlık içindeydi.
Neden? Çünkü Atatürk’ün insani yönleri de varmış!
Hadi ya sahi mi?
Vallahi bak, meğer o da kadınlara mektuplar yazar âşık olurmuş, o da rakı ve sigara içermiş (hem de çokça), o da parasız kalırmış, o da not defteri tutarmış, meğer o da çok yalnızmış...
Ne olur birisi bana makul bir cevap versin. Bir ömür boyu Atatürk’le yatıp, Atatürk’le kalkan bir toplumun onu bu kadar tanımaması, hakkında en ufak bir şey öğrenince bunca sarsılması normal midir?
•••
Mustafa filmini henüz görmedim. Ama yarattığı tartışmadan anlaşılıyor ki, Atatürk’ün etrafına örülen duvarın arkasına geçiş için küçük de olsa bir delik açacak.
Tabii kimilerini bu kadarı bile deyim yerindeyse çıldırtmaya yetmiş durumda.
Misal, Deniz Baykal. Gazetelerde Baykal’ın Mustafa’yı beğenmediğine ilişkin haberleri okurken bir şey dikkatimi çekti.
Baykal ısrarla “Atatürk yalnız değildi,” diyor.
Aynı şekilde Türk Tarih Kurumu’nun eski başkanı Yusuf Halaçoğlu da “O hiçbir zaman yalnız değildi,” demiş.
Aynı şürekâdan başkaları da var bu yalnızlık mevzusuna şiddetle muhalefet eden.
Bakın sevgili arkadaşlar. Birincisi, “yalnızlık”tan ne anladığınız konusunda ciddi şüphelerim var. “Yalnız olmamak” sandığınız gibi insanın etrafında birilerinin olması demek değildir. Atatürk’ün Çankaya sofrasında 20 kişiyle yemek yemesi, onun “yalnız” olmadığını göstermez. Klişe olacak ama tam da yeri:
Bir stadyum dolusu insanın içinde de yalnız olabilir kişi...
İkincisi, neden bu kadar korkuyorsunuz Atatürk’ün yalnız olmasından? Kötü şeyler kategorisinde mi yalnızlık? Ne olur Atatürk yalnız biriyse, misal oyları mı düşer?
Galiba asıl dert, “özel hayat” ve “yalnızlık” gibi noktaların üzerinden Atatürk’ün etrafına örülen duvarın aynen yerinde kalmasını sağlamak.
O duvardan tek bir tuğla bile eksiltmemek.
Çünkü maazallah bir tuğla çekilirse oradan, bir bakmışsınız duvar birilerinin üstüne çöküvermiş.
Taraf, 31 Ekim 2008
|
Demiray Oral
01.11.2008
|
|
Hem komik oluyor, hem de ayıp
Sayın General... Bilmiyorum farkında mısınız? Millî bayramlarımızda bazı Anadolu kentlerinde pek vahim bir “askeri yetkili/türbanlı kadın” koşuşturması yaşanmakta...
Kazara bir türbanlı kadın, bir askeri yetkilinin bulunduğu tören alanına girmeyiversin...
Büyük, hem de çok büyük arıza çıkmakta...
“Askeri yetkili”, bir hanımefendiye karşı yapılmaması gereken bütün hareketleri yapıp, nezaket kurallarını bir tarafa bırakarak, “Ya türbanlı kadın çeker gider/Ya da ben çeker giderim” tavrı koymaktadır...
Böylece olan, askerimizin o dillere destan centilmenliğine olmaktadır...
Askerimizin meşhur nezaketi epey yara almaktadır...
* * *
Sayın General...
Bilmiyorum, bu konuda size ait, “Parola: Sıkmabaş... İşareti: Hemen kaç” diye bir talimatname mi var?
Komutanlarınıza, “Türbanlı bir kadınla aynı ortamda bulunmak zinhar yasaktır... Böyle bir durumda kaldığınızda elinizle, olmuyorsa dilinizle müdahale ediniz” şeklinde bir emirname mi yayınladınız?
Eğer böyle bir durum söz konusuysa...
Lütfen buna son veriniz...
Çünkü...
Hem çok komik oluyor, hem de çok ayıp...
Çünkü...
“Türbana karşı olmak” ile “türbanlı kadın görünce öcü görmüş gibi olmak” arasında en azından mahiyet farkı var...
* * *
Sayın General...
Siz ki “bin yıl sürecek” zannedilen akreditasyon uygulamasını kısmi de olsa gevşeterek ezber bozdunuz...(...)
Siz ki yıllardır erbaş psikolojisine gark olmuş meslektaşlarımıza “Bana paşa demeyin” diyerek sivilden bile sivil bir tutum aldınız...
Bunlar çok güzel hareketler...
Hadi gelin, bir güzel hareket daha yapıp, Anadolu’daki astlarınıza türbanlı kadınlara karşı biraz nazik olmaları gerektiğine dair bir genelge gönderiniz...
Hürriyet, 31 Ekim 2008
|
Ahmet Hakan
01.11.2008
|
|
Zart zurtçu, ‘ümük’çü, milliyetçi havayla seçim kazanılıyor, ama...
Avrupa Birliği’nin adı ilerleme olan Türkiye raporuyla ilgili olarak, “İlerleme yok ama neyse” diyordu Brüksel temsilcimiz Güven Özalp.Haklıydı.
Herhangi bir ilerleme yoktu.
Yerimizde sayıyorduk.
AB kaynaklı eleştiriler ise yine yerli yerindeydi. Henüz son şeklini almamış olan rapora bakınca, Başbakan Erdoğan hükümetinin birçok konuda geçer not alamadığı ortaya çıkıyordu.
Hiçbiri şaşırtıcı değil .
Hükümetin AB yolunda kaç yıllık ipe un sermiş durumunu görmeyen yok.
Bu arada müzakerelerin teknik olarak devam ediyor olmasıyla teselli bulanlar var, o kadar...
Demokratikleşmeydi, ifade özgürlüğüydü, you-tube’a ilişkin yasaklardı, insan haklarıydı, bütün bu konulardaki haklı eleştiriler devam ediyor.
Yolsuzluklar konusunda da herhangi bir değişiklik yok. Mücadelenin kararlılıkla yapılmadığına, bu açıdan altyapının tam olarak oluşturulmadığına özellikle dikkat çekiliyor.
Asker-sivil ilişkilerinde demokrasiye sığmayan tarafların altı her seferinde olduğu gibi çiziliyor.
Dokunulmazlıklar yine gündemde.(...)
Başka neler mi?
Heybeliada Ruhban Okulu...
Polisin aşırı güç kullanımı...
İşkence...
Ceza Yasası’ndaki bazı maddeler...
Bütün bunların yanı sıra, ‘sivil anayasa’nın rafa kaldırılmış olması, demokratikleşme açısından bir başka eksiklik olarak belirtiliyor İlerleme Raporu’nda...
Neden bu kadar şey lafta kaldı?
Niçin yapılmadı?
Niye frene bastı Erdoğan?
Oysa her şey müsaitti.
Yüzde 47...
Tek başına hükümet...
Kazanılan Çankaya Savaşı...
Ve partinin açık kalması...
Bu süreçte AB de yanındaydı.
O zaman neden durdu Erdoğan?
Bu soruya yalnız AB kulisinde değil, AB raporunun satır aralarında da rastlanıyor.
Vites değişikliği neden?
Oy getirmiyor da ondan mı?
Galiba öyle.
Anlaşılan o ki, gelecek yılın mart ayındaki yerel seçimleri bekliyor Erdoğan. O tarihe kadar kımıldamak niyetinde değil.
IMF gibi, AB gibi, Kürt sorunu gibi bazı konulardan özellikle sakındığı, zira buna benzer konuların oy getirmeyeceğini düşündüğü söylenebilir.
Evet öyle.
Zart zurtçu, ‘ümük’çü, milliyetçi bir havayla seçimlere gitmenin oy sandığında daha büyük prim yapacağına inanıyor Erdoğan...
Olabilir.
‘Eskiler’ de böyleydi.
Erdoğan da böyle...
Ama Türkiye öyle bir memleket ki, yalnız seçim kazanmakla yönetilemiyor; yalnız seçim kazanmakla sorunları çözülemiyor.
Geçmiş buna tanıktır.
Zart zurtçu, ‘ümük’çü, milliyetçi havalarla seçim sandıklarından çıktılar, ama Türkiye düzlüğe çıkamadı.
Kaç kez gidip kaç kez döndüler ama Türkiye’nin sorunlarında herhangi bir değişiklik olmadı.
Bu gerçeği de biliyor mu Erdoğan?..
Milliyet, 31 Ekim 2008
|
Hasan Cemal
01.11.2008
|
|
28 ŞUBAT GİBİ...
Cumhuriyet tarihinde bir ilk gerçekleşmiş, Genel Kurmay Başkanı ‘ikinci koltuk’ta oturarak Bakanlar Kurulu’na ‘brifing” vermiş ve hükümeti ikna etmiştir.
Abartılı bulanlar çıkabilir, ama bunun 28 Şubat'ta olanlardan pek farkı yok. 28 Şubat brifinglerinde başta yargı olmak üzere bürokrasi ve basın ikna edilmiştir, şimdi hükümetin kendisi ikna edilerek netice alınıyor.
Taraf, 31 Ekim 2008
|
Mehmet Bekâroğlu
01.11.2008
|
|
Bir brifingin ardından
Geçtiğimiz hafta Türkiye’de ilginç şeyler oldu. Bu ilginç şeylerin Cumhuriyet’in 85. senesine rastgelmesi ise bence ciddi bir talihsizlik.
Aklı başında herkes Türkiye’de Cumhuriyet rejiminin içinin evrensel hukuk devleti ilkeleri ve demokrasi ile dolu olmadığını biliyor, görüyor ama bu kadar da ‘kör göze parmak’ deyişini hatırlatacak şeylerin olması da şart değil idi doğrusu.
Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararlarında kullanılan mantık ve ifadeler, bu gerekçeli kararlara üretilen ‘milli hakimiyetçi’ itirazlar Cumhuriyet’in hukuk devleti niteliğinin havada kaldığının göstergeleri idi. Asaf Savaş Hoca’nın yıllar önce yaptığı bir değerlendirme bugün eskiden de daha fazla ön plana çıkıyor; Asaf Hoca, kamusal yaşama ilişkin ve ingilizceye çevrildiğinde anlamsız kalan ifadelerin kendisinin de saçma olduğunu söylerdi bizlere.
Allah aşkına, Anayasa Mahkemesi gerekçeli kararlarını ve bu kararlara itirazları ingilizceye çevirip aklı başında bir ingilize okuttuğunuzda kendini mutlaka absürd bir tiyatro oyununda zannetmez mi?
Haftaya damgasını vuran ikinci komik ve komik olduğu kadar da anlamsız haber ve değerlendirmeler Genelkurmay Başkanı’nın Bakanlar Kurulu’na verdiği brifing ile ilgiliydi.
Daha doğrusu brifingin kendisi değil de söz konusu brifinge ilişkin değerlendirmeler gerçekten komik ve anlamsız idiler.
Normal, çağdaş, demokratik, evrensel hukuk devleti ilkelerini benimsemiş ülkelerde, isterseniz muasır medeniyet seviyesini yakalamış ya da aşmış da diyebilirsiniz, Genelkurmay sivil Savunma Bakanı’na bağlıdır ve Genelkurmay Başkanı olan yüksek bürokrat önemli konularda brifingi Savunma Bakanı’na verir.
Çok olağanüstü durumlarda bir yüksek bürokratın, mesela Genelkurmay Başkanı’nın Bakanlar Kurulu’na çağırılıp bilgi vermesi de düşünülmeyecek bir durum değildir ama istisnai bir durumdur.
Bizde ise Genelkurmay Başkanı’nın Bakanlar Kurulu’na verdiği brifingde çok önemli sorunlar göze çarpmaktadır.
Bu brifing esnasında Savunma Bakanı olan kişinin pozisyonu nedir, gerçekten belli değildir.
Diğer bakanlarla özünde bir yüksek bürokrat olan Genelkurmay Başkanı’nın ilişkisi toplantı esnasında nasıl gelişmiştir?
Yanlarında kendi bürokratları ve başka bakanlıkların bürokratları varken bir kral edasında iki metre önde yürüyen ve bunu bir gösteriye dönüştüren bakanlar başka ülkelerde her bakanın arkasında yürüyecek bir bürokratla nasıl tartışmışlardır?
Bakanlar Kurulu’na, mesela Adalet Bakanlığı müsteşarı bir bilgi vermek için çağırılsa idi, yine mesela Başbakan yardımcısı olan bir devlet bakanı ona da aynen Genelkurmay Başkanı’na davrandığı gibi mi davranır idi?
Bütün samimiyetimle ve merakımla soruyorum, bakanlarımız bu durumdan memnun mudurlar?
Basında bu brifinge ilişkin yapılan değerlendirmeler brifingden de ilginç ve düşündürücüdür.
Bir bürokratın Bakanlar Kurulu’na brifing vermesi Türkiye’de demokrasinin şahlanması olarak lanse edilebilmiş ve böylece acıklı durumumuz iyice belirgin hale gelmiştir.
Bir yüksek bürokratın Bakanlar Kuruluna bilgi vermesinin demokrasinin başarısı hatta şahlanması olarak sunulabildiği bir ülkenin AB ile gelmiş olduğu aşama gerçekten şaşırtıcıdır.
Ve AB Komisyonu’nun Türkiye’nin üzerine gelmediğinin, bizlere gerçekten kıyak çekildiğinin büyük bir kanıtıdır.
Brifing sırasında acaba kaç bakan ‘doğru yere’ davet edilenlerin arasında kendisinin de olabileceğini düşünmüş ve bu durumdan rahatsızlık duymuştur?
Türkiye’de sivil-asker ilişkilerinin tüm boyutlarıyla normalleşmesi ve muasır medeniyet seviyesindeki ülkelere benzemesinin en büyük yararı Türkiye’ye olacaktır ama hemen arkasından da ikinci büyük yararı da bu tür tartışmaların dışına çıkarak kurumsal saygınlığını yeniden restore edecek olan TSK’ya olacaktır. Bu komik manzarayı ülkemizde demokratikleşmenin bir göstergesi olarak niteleyen gazeteciler Türkiye bir gün gerçekten normal bir ülke olursa ne yapacaklardır?
Star, 31 Ekim 2008
|
Eser Karakaş
01.11.2008
|
|
YAKIN TARİH CAHİLLERİ
(...) (“Mustafa filmi” hakkında) Mesela CHP Başkanı Deniz Baykal ne diyor? - “ Atatürk günde bir büyük rakı içen, kadınlara zaafı olan birisi olarak gösterilmiş.
Zaafları olabilir. Ancak, Atatürk gibi bir adamın sofrası bu resim olamaz. Atatürk’ün sofrası Cumhuriyet coşkusunun yaşandığı bir sofradır. “
Deniz Baykal da biliyor o sofrada yaşanan tuhaflıkları. Mesela koca koca bürokratlar ve bilimciler; Atatürk’ün sorularına “ onu tatmin/mutlu edecek bir cevap veremeyip fırça yiyecekleri korkusuyla “ birbirinin ardına saklanırdı.
O sofrada “ cumhuriyet coşkusu “yaşandı elbette. Ama tavana kurşun da sıkıldı, davetliler olur olmaz güreştirildi de! (Vereyim mi başka örnekler?)
- Şu cümle de Baykal’a ait: “Böyle bir filmde Atatürk için önde gelen algılama zaafları değil, eserleri olmalıydı. “Her gün bu ülkede Atatürk’ün eserleri anlatılıyor. Anaokulundan başlayıp ölene dek aynı şeyleri dinliyoruz. Bıkmadınız mı? Sıkılmadınız mı? Bazıları da başka gerçeklerden, yani sizin saklamaya çalıştığınız olaylardan söz etsin.
- “Atatürk kendi döneminin tüm liderleri diktatör olduğu halde bu yönde hiçbir eğilimi olmayan bir liderdi. Hep çoğulcu demokrasi istedi“ diyor Baykal.
Madem Atatürk hep demokrasiyi istedi; niye Terakkiperver ve Serbest fırkaları kapattı? Niye çok partili yaşama geçmedi? (Osmanlı bile son döneminde çok partiliydi!)
Niye en azından bir “hedef olarak “CHP’nin 6 Ok’unda ‘Demokrasi’ yok? Hadi eskiden olmadı, şimdi niye yok?
Baykal da biliyor söylediklerinin uydurma olduğunu. Ama işine böyle konuşmak geliyor.
- “Filmde, cumhuriyeti kurmak için birlikte hareket ettiği arkadaşlarını sonradan yemiş, onlara ihanet etmiş gibi gösteriliyor. Bunlar gerçek değil. Arkadaşlarına saygı duymuş, sevmiş ama devrimler sırasında yolları ayrılmış“ diyor Baykal.
Milli Mücadele döneminin kalburüstü simalarından sadece ikisini çevresinde tutmuştur Atatürk. Bunlar İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’tır.
Ortak özellikleri şunlardır: 1) İkisi de Kurtuluş Savaşı’na önceleri inanmamıştır. (Yani zaafları vardır.) 2) İkisi de Atatürk’e yürekten bağlıdır. Onun verdiği kadar yetkiyle yetinirler. 3) İkisi de statükocu tiplerdir; atılım yapabilmek için Atatürk’e muhtaçtırlar.
Ne demiş şair: “İnsanoğlu gerçeğin fazlasına tahammül edemez.”
Sabah, 31 Ekim 2008
|
Emre Aköz
01.11.2008
|
|
KARŞI DEVRİM!
Cumhuriyet ve demokrasi arasındaki benzerlik ve farklılıkların felsefi yönü son derece önemlidir, ama ben bugün siyasi yönü üzerinde duracağım.
Demokrasiyi “karşı devrim” diye görmenin demokratikleşmeyi zorlaştıracağı açıktır. Tarihimiz bunun örnekleriyle dolu.
Ama demokrasiyi başlı başına bir değer olarak görürsek cumhuriyetin demokratikleşmesi gereğini daha kolay kabul ederiz ve gelişme daha az sancılı olur.
Ülkemizde demokrasiye geçişi hâlâ “karşı devrim” sayan etkin ve etkili bir çevre bulunduğu için, bu tartışma çok önemlidir.
“Atatürkçü demokrasi” ve “vesayetçi demokrasi” tezleriyle şekillenen bu tartışma, yargı kararlarını bile etkilemektedir.
Milliyet, 31 Ekim 2008
|
Taha Akyol
01.11.2008
|