|
|
Saadet BAYRİ |
Asil olmalı düşmanlarım |
|
Pahalı dostluklarım oldu.
Onları kazanmak için karşılığında çok büyük diyetler ödedim. Kimilerinde unutulmayacak acılar bıraktım, kimilerinde unutulmayan mutluluklar.
Karşılığı olan ve karşılıksız elde edilemeyecek kazanmışlıklarımdı onlar.
Geçmişime dönüp baktığımda, onca yıldan elimde kalan ve geçmişten getirebildiğim tek sahipliklerimdi bana göre.
“Dostum” kelimesini daha konuşmaya başlamışken, yani “anne-baba” demeyi henüz öğrenirken, öğretmeye başlamıştı annem.
Ama anlattığı hiçbir şey gerçekle uyuşmadı. Ya ben uyduramadım, bilemiyorum. Zira yaşadığımız hayat birbirinden epey farklıydı. Ne acı ki; ne dostlarımız benzedi birbirine, ne düşmanlarımız.
Oysa yaşadığım onca yılı, iki kişi yaşayıp, iki kişi hatırlamaktı duâm. Ya da birkaç kişi…
“İnsanın dostları olmalı” demişti bir kitapta, “O ağlarken ağlayan ya da acı çekerken onunla aynı acıyı çeken” diye devam ediyordu.
Okudukça içim açılmıştı.
Yüzümde sevinç kırmızılıkları gezinmişti.
İnsan hissetmediğini yazmazdı ya. Mutlaka bir yerlerde böyle dostluklar kalmıştı. Neden sonra anladım, her yazı yazanı yansıtmazmış. Yazar bazen hissetmeden, yaşamadan da yazarmış. Öğrendiğimde biraz geç kaldım.
Çünkü hiçbir dostum bu kalıba uymamıştı. Aslında kimsenin dostu bu kalıba uymuyordu. Unutuluyordu: Zor olan iyi gününde dost bulmaktı, acı gününde dost o kadar çoktu ki…
Ağladığımda teselli eden çok oluyordu da. Güldüğümde, sevincimi paylaşmak isteyince “Aman nazar değer kimseye söyleme” deniyordu. Oysa hiçbir acım için “Nazar değer” kelimesi kullanılmamıştı. Bu durum ne kadar da tuhaftı.
***
Arada düşmanlarım da oldu. Dostlarımız kadar gerçekti bizi sevmeyenler ve hayatın içinde istemeyenler.
Onlar da haklıydı: Birini sevmeme haklarını sonuna kadar kullanıyorlardı.
Bir başka insan da beğenmedikleri birkaç huy, karakter, hâl ve hareket yüzünden kalplerinin beyaz değil de, siyah sayfasına yazıyorlardı isimlerini.
Ama unutuluyordu; yine kalbe yazılıyordu, sevmediklerimiz bile.
Aslolan hiçbir yere yazmayıp unutmaktı, hiç hatırlamadan.
Hepsinden önemlisi; düşmanlarımın bile karakterli ve kişilikli olmalarını istedim duâlarımda.
Kıskançlıklarını ya da nefretlerini seviyeli kullansınlar. İnsânî vasıflarını, şefkatlerini, vicdanlarını yiyip bitirmesin nefretleri. Öfkeleri gözlerini karartmasın ve her dem çoluk çocuk bütün sevdiklerimi sarmasın bu halleri.
Düşmanlıkları basit, aciz, yenilmiş ve ucuz olmasın. İnsanî zaaflarımdan ötürü çöküntülerime sevinmesinler. Ya da kaybettiklerim için kazandıklarıyla övünmesinler.
Başıma gelen hiçbir acı olay “Oh olsun. Hak etti. Daha beter olsun” cümlesini söylettirmesin. Kaybettiklerim için, içten içe sevinmesinler. Zira düşmanlığın da dostluk gibi kalitesi olmalıydı. Ve bence kaliteli düşmanları olan her zaman şanslıydı.
Arkadan konuşmanın gıybet olduğunu bilirdi asil düşman. Başkasının kötülüğünü isteyenin, aynısıyla imtihan olunacağını bilir ve susardı. Sevmediklerime duâ da etmedim, bedduâ da.
Allah’a havale etmenin en büyük bedduâ olduğunu öğrenmiştim. Yaratıcı bu dünyada mı verir yoksa ahirete mi bırakır cezalarını bilemem.
Ancak yaşadıkları benimkine yakın olursa, ibretle bakarım.
Bunun dışında hiçbir acısı beni sevindirmemeli, sevmediklerimin.
05.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Robert MİRANDA |
Amerika seçimleri ve Müslüman dünyası |
|
Amerikan başkanlığı seçim dönemi resmî olarak tamamlandı. 2009 yılının Ocak ayında artık resmen yeni bir Amerikan başkanı görev başına geçecek, gelecek 4 yılda politikalar bu yeni yönetim tarafından belirlenecek ve bu da tabiî ki dünyada birçok insanın hayatını doğrudan etkileyecek.
Amerikalılar için, Birleşik Devletlerin ileriye doğru alacağı yolda en önemli etken pek tabiî ki ekonomi olacak. Yeni başkanın ülkede ekonomik dengeyi yeniden sağlama başarısı göstermesi ve milletin ekonomik istikrarı yakalaması en başta gelen meseledir.
Peki Amerika geleceğe doğru yeni bir rotada süzülürken, yeni yönetimin Müslüman dünya ile ilişkisi nasıl olacak?
McCain’in siyasî rakibi Barack Obama’yı bir Müslüman olarak göstermeye çalışan ve boşa çıkan çabaları ve Sarah Palin’in de George W. Bush’un Irak işgalini “Tanrı’nın bir emri” olarak gören zihniyeti ve inancı ancak bu ikisinin dünya için ne kadar tehlikeli olabileceğini bizlere göstermiş oldu. John McCain bizzat ve sürekli olarak korkularla yaşayan Amerikan halkının zihninde İslâm karşıtı duyguları körüklemiş ve Amerikalıları “radikal İslâmla” bir savaşa çağırmıştır. Onun bu “Radikal İslâmla savaşalım” söylemi dünyadaki bütün Müslümanlar tarafından pek tabiî ki İslâm karşıtı bir söylem olarak yorumlanmıştır.
Acaba, Ortadoğu meselesinin bu seneki başkanlık seçiminin çok önemli bir parçası olması hasebiyle mi Amerika dışındaki Müslümanlar da seçim sonuçlarının ne olacağıyla yakından ilgilenmektedir?
Yakın bir zamanda, önde gelen kamuoyu yoklama şirketi Gallup ve İngiltere merkezli Coexist Vakfı tarafından, altı büyük Müslüman ülkede, Mayıs ve Ağustos 2008 tarihleri arasında, seçimlerle ilgili çok geniş çaplı bir araştırma yapıldı. Yapılan araştırma sonunda elde edilen verilere göre, ABD seçimlerine en büyük ilgiyi Suudi Arabistan ve Lübnan’da yaşayan Müslümanlar gösterirken en düşük ilginin ise Pakistan’da olduğu ortaya çıktı.
Gerçekten de Amerikan başkanlık seçimleri dünya genelinde eşi görülmemiş bir ilgiyle takip edilmekte. Araştırmalarda ortaya çıkan ilginç sonuçlardan biri de, Gallup’un anketlerinde sadece Suudilerin ve Lübnanlıların başkan adayıyla ilgili fikir yürütmesi oldu. Suudi Arabistan’da araştırmaya katılanların yüzde 50’si Obama’dan yana tercihini kullanırken, McCain diyenlerin oranı yüzde 19’da kaldı. Lübnan’da ise yüzde 45 Obama derken, yüzde 18 McCain’i tercih ettiğini söyledi.
Anketin gösterdiği gerçeklerden biri de Filistinlilerin yarısından azının Obama yahut McCain ile ilgili bir tercih kullandığını gösterdi. Buna göre Filistinlilerin yüzde 33’ü Obama derken, yüzde 11’i McCain demekteydi. Ankete katılanların çoğunluğu Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te yaşayanlardan oluşurken Gazze’de yaşayanların çok az bir kısmı bir tercih belirtti.
Anketin bana çok ilginç gelen sonuçlarından bir tanesi ise Pakistanlıların sadece yüzde 10’unun tercihlerini Obama yahut McCain arasında bölüştürmesi gerçeği oldu. Pakistan’ın ilişkilerinin Bush yönetimi ile gayet iyi ve güçlü olmasının bunda bir etkisi olduğu düşünülebilir belki de...
Amerika Birleşik Devletleri Müslüman dünya ile ilişkilerini çok sıkı tutmalıdır, çünkü ABD’de yaşayan 6 milyon Müslüman hükümet tarafından görmezden gelinemez. Müslüman kuruluşlar, Amerikan üniversitelerinde faaliyet gösteren öğrenci grupları, çeşitli Müslüman ülkelerinden ABD’ye eğitim almaya gelen Müslüman öğrenciler, burada çalışmaya gelen Müslüman göçmenler vs... hep bize Amerika Birleşik Devletlerinin global İslâm topluluğu ile iç içe ve sıkı bağlar içinde olduğunu ve olması gerektiğini göstermektedir.
Amerika’nın Müslümanlar ile ilişkisini doğrudan etkileyecek meselelere gelirsek: Irak ve Afganistan savaşları, İsrail ve Filistin probleminin çözülmesi ve Amerika’nın gelecekte Orta Doğu’daki rolüdür.
Amerikan halkına Irak ve Afganistan’daki işgali ve savaşı bitirecek şümullü bir plan sunulamamıştır. Bu çok mühim bir endişedir, çünkü Amerika Birleşik Devletleri Irak ve Afganistan’da fizikî varlığını sürdürdüğü müddetçe, bu ülkeleri normalleştirmek için verilen anlamsız mücadele asla işe yaramayacaktır. Barış ancak ve ancak o ülkelerin kendi öz vatandaşları tarafından sağlanabilir, Amerikan’ın direktifleri yahut kriterleri ile değil.
Şüphe yok ki, İsrail ve Filistin arasındaki meseleye geldiğimizde, Amerika ne yazık ki yanlı ve taraflı bir duruş sergilemektedir. Peki ABD bu meselede tarafsız bir duruş sergileyebilir mi? Bence yeni ABD yönetimi tam da bu soruya odaklanmalıdır, çünkü bu mesele artık insaf ve adalet meselesidir. Amerika’nın İsrail’e yakınlığı sebebiyle birçok Müslüman ABD’nin bu konuda adaletsiz olduğuna inanmaktadır. Halbuki Amerika Birleşik Devletleri bu meselede bir moderatör konumunda olmalı ve tarafsız davranmalıdır. Kimbilir belki de Türkiye bu bölgeye barış getirilmesi konusunda daha faydalı bir rol ve geniş bir katkı sağlayabilir. Suriye ve İsrail görüşmelerine aracılık etmesi bunun bir işareti olarak algılanabilir.
Amerika’nın gelecekte Ortadoğu’daki rolüne gelecek olursak, ne zaman ki Müslümanları barış için bir partner olarak algılar ve onları terörün kaynağı olarak nitelemekten vazgeçerse, o zaman ABD Müslüman milletler tarafından hoş bir şekilde karşılanacak ve tarafsız bir müttefik olarak görülecektir. Bu gerçekleşene kadar ise, Amerika ancak İslâmı yok etmek için fırsat kollayan bir Haçlı topluluğu olarak algılanmaya devam edecektir. TERCÜME: UMUT YAVUZ
05.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Dil’imize sahip çıkalım |
|
Dil üzerine söylenebilecek çok söz var. Zaten ‘atasözleri’mizin bir kısmı da bu konuda söylenmiş ve tecrübelerle doğruluğu ispatlanmış tesbitleri içinde barındırır. Başımıza gelen pek çok hadise de ‘dil’imize sahip çıkamayışımızdan kaynaklanır. Aynı şekilde ‘dil yarası’nın da bıçak yarasından daha yaralayıcı olduğu muhakkak.
Siyaset ve siyasetçi de en çok ‘dil’ine sahip çıkmadığı zaman zarar görür. Ölçüyü aşan sözler, kimi zaman siyasetçinin siyaset hayatının sora ermesine de sebep olur. Nitekim, sarf ettikleri ‘söz’ler neticesi siyaset hayatı biten onlarca belki de yüzlerce siyasetçi var.
Son günlerde siyasetçiler, yine ‘dil’leriyle birbirlerini yaralamaya başladı. TBMM’de devam eden bütçe görüşmelerinde ortaya çıkan ‘kavga’ların temelinde ‘dil’e sahip çıkamamak var. Meclis Başkanı bu hataya dikkat çekerek, milletvekillerine hitaben; “Yarın bir gün birbirimizin yüzüne bakmamıza engel olacak söz ve davranışlardan mutlaka kaçınmamız lâzım geldiğini bir kez daha hatırlamalarını rica ediyorum” demek durumunda kalmıştır. (AA, 4 Kasım 2008)
Bu, hadisenin bir yönü. Diğer bir konu ise günlük konuşmalarda kullanılan kelime, kavram ve isimlerin ‘dil’imizi yozlaştırması. Hele hele alış veriş merkezlerinin isimleri tam bir facia. Yıllar önce başka maksatlarla açılan ‘Vatandaş Türkçe konuş’ kampanyasını, “Vatandaş; dükkânına, alış veriş merkezine, hastahane ve ‘posta’ hanene Türkçe isim koy” diye yeniden açmak lâzım.
Türkiye’de ilkokuldan başlayan bir ‘yabancı dil’ eğitimi (daha doğrusu İngilizce eğitimi) olsa da, vatandaşın yabancı kelimeleri bildiği/anladığı zannedilmesin. Caddelerimizi süsleyen dükkânların isimleri Türkçe olsa ne kaybedilir? Onlarca özel hastahanenin adı bile Türkçe değil. Hatta bazıları daha önce Türkçe olan isimlerini (Hayat, Ömür, Esma Sultan, Üsküdar, vs. gibi) yabancı adlara çevirme yarışında...Yanlış uygulamanın bu kadar yaygınlaşmasına şaşmak lâzım.
Dün, İstanbul’un en yüksek binasında düzenlenen bir ‘tanıtım toplantısı’na katılma imkânı bulduk. Malûm, Kiler Holding tarafından yapılan ve pek çok yeniliğiyle Avrupa’da ‘birinci’ olan bir proje sözkonusu. “İstanbul Sapphire”den bahsediyoruz. Anten yüksekliği 261 metre olan bu binanın adı aslında “Safir” ama yazılışı İngilizce olarak tercih edilmiş. Bu durumu Kiler Holding yetkililerine hatırlattığımızda, “Yabancıların telâffuzuna uygun olsun diye böyle düşünüldü” dediler. Bir bakıma doğru, ama bu defa da ‘yerli’ler telâffuzda zorlanacak... Her gün o binanın önünden geçen binlerce kişi binanın ismini anlamakta zorlanacak...
Aslında hükümetin bu konuda tutarlı bir uygulaması olması gerekir. İlla da yabancı isim koymak isteyenlerden yüksek miktarda ‘isim vergisi’ alınması belki de caydırıcı olur. Bu isimler tercih edilirken, en azından ‘yerli’ler de düşünülerek “Türkçe”leri de yazılsa ne kaybedilir?
Her yönüyle ‘dil’imize sahip çıkalım. Ne dil yarasına, ne de dil tahribine kapı açmayalım...
05.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Değişim ile kırılma arasında |
|
Obama’nın seçilmesi bir mû'cize değil, mû'cize eseridir. Kimileri Obama’nın da bir değişiklik getiremeyeceğini ve statükonun bekçisi ve kayyımı olacağını öngörmektedirler. Kesinlikle Obama dönemi (seçilmesi halinde) zor bir dönem olacaktır. İki nedenle: Obama’yı seçmeyenlerin onu içselleştirmekte ve hazmetmekte zorlanacak olmaları. İkincisi de Bush’un enkaz devretmesi ve enkazı ve terekesi arasında halli müşkil meselelerin olmasıdır. Obama ‘kırk katır mı, kırk satır mı?’ çizgisinde yani bıçak sırtında ilerleyecektir. Irak’tan çekilmesi bölge ve dünya için yeni dengeleri ve tehlikeleri beraberinde getirecektir. Böyle bir karara varmak kadar uygulamak da zor. Dolayısıyla kırk katır mı, kırk satır mı denklemiyle yüzleşecek ve karşı karşıya kalacaktır. Büyük sorunlar yumağıyla karşılayacaktır. Bu durumda dönemi çalkantılarla birlikte anılacaktır. Açıkçası, Obama dönemi hiç de kolay bir dönem olmayacaktır. Hatta Obama sonrası dönem bile sancılı olacaktır.
Obama döneminin iki karakteristik özelliği var. Bunlardan birisi ABD içinde güç merkezlerinin kayması ve yer değiştiriyor olması. ABD artık Obama ile birlikte tek renkli olmaktan çıkıyor ve renkleniyor. WASP merkezli iktidar hispanik ve siyah renklilerin eline geçiyor. En azından paylaşıyorlar. Bunun hazmı beyazlar açısından hiç de kolay olmayacak. Sadece o da değil. Amerikalıların hazmetmeleri gereken ikinci değişim de dünyanın siklet merkezinin Atlantik ötesinden ve Batı’dan Asya’ya kayması ve intikalidir. Bu da ikinci şok dalgasıdır. ABD’nin iç ve dış merkeziyetinde çalkalanma siyasî ve sosyal depremler ve çöküntüler demektir. Ekonomik depremde bunu gördük. Şimdilik sadece Çin ve Hindistan malî piyasalar depreminden etkilenmemiş gözüküyor. Bu açıdan, Obama ile birlikte gelen siyasî değişim ve deprem hiç de kolay atlatılamayacaktır. Bunun için; krizin hafif atlatılabilmesi için akil adamların seferber olması gerekir. Halbuki dünya akil adamlar açısından en kıtlık dönemlerinden birisini yaşıyor. Dünya ideallerin ve fikrin öldüğü ve onun yerine hedonizmin egemen olduğu çok talihsiz bir zaman dilimini yaşıyor. Her yerde kaht-ı rical dönemi var.
***
Bu açıdan da Obama’nın işi zor görünüyor. Lâkin ABD bu değişime direnemez ve hazmedemese bile kabullenmek zorunda. ABD ya değişecek ya da kırılacak. Zira Bush’un geride bıraktığı sorunlar yumağı değişime zorluyor. Değişim yapılamazsa kırılma kendiliğinden gelecek. 2004 yılında Abramowitz, Time dergisinde bir yazı yazmıştı. Ama Bush ve adamları bu yazıya burun kıvırdılar. ABD’nin önünde yalnızca iyi veya kötü değil kötü ve daha kötü iki seçenek bulunduğunu ve kötü seçeneğin bir yıl içinde Irak’tan çekilmek olduğunu söylüyordu. ABD bu akil tavsiyeleri uygulamakta çok geç kaldı ve bıçak kemiğe dayandı. Bu da gelen krizle birlikte ABD’nin iç dengelerini vurdu. Siyasî arenada WASP’ların yerine renklileri ikame etti ve dikti. Irak işgali olmasaydı belki de Barak Obama ABD’de iktidar olamayabilirdi. Siyaseti keskinleştiren keskin siyasetler oldu. Cyrus Vence’in dediği gibi ABD de olsa kimsenin ucu açık ve ebedî olarak yanlış yapma lüksü yoktur. Roma gibi her dönemin küresel güçleri ve cihangirleri olmuştur. Lâkin bu küresel güçler Paul Kennedy’nin dediği gibi sonunda iktidar sahnesinden inmişlerdir. Bu sünnetullah ve adetullah gereği böyledir. Kur’ân Peygamberimize hitaben: ”Senden önce kimseye ebediyet/huld vermedik eğer ölürsen onlar ebedî mi kalacaklar?” diyor. Beşer için ebediyet olmadığı gibi beşeriyet ve onun kurduğu her seviyedeki yapılar için de ebediyet yoktur. Bunu reddedenler güçle başları dönmüş ve gözleri kamaşmış kimselerdir.
***
Peki Obama’dan beklenen değişim nisbeti nedir? Jesse Jackson’a bakacak olursanız Obama ABD’yi Ortadoğu’da İsrail bağımlılığından kurtarmalı ve bağımsız bir politika izlemelidir. Kimileri ABD’nin politikalarının bağımsız olduğunu iddia edebilir zaten ediyor da. İsrail’den bağımsız olduğu doğrudur ama Yahudi lobilerinin etkisinden bağımsız olduğunu söylemek gerçekçi değildir ve yanlıştır. Bu Yahudi etkisini kamufle etmek isteyenlerin söylemidir. Bizzat bunun doğruluğunu Başkan Carter itiraf etmiştir. Gerisi lâf kalabalığı. Ama Jesse Jackson’a bile 'lâfım bağlamından koparıldı ve yanlış anlaşıldım’ demek zorunda kalmıştır. Obama ile ilgili üç farklı beklenti var. Kimilerine göre, ‘eski tas eski hamam’ durum devam edecektir. Kimilerine göre, değişim cezri olacaktır ve olmalıdır da. Jesse Jackson gibiler en azından bunu temenni ediyorlar. Bir de realistler var. Bunlar değişimin olacağını ama cezri yani köklü olmaktan ziyade üslûpla alâkalı olacağını söylüyorlar. Ben de buna katılıyorum. Araplar üslûp meselesine ‘eda’ diyorlar. Kesinlikle üslûp değişecektir. Üç tarz-ı siyasette ifade edilmek istendiği gibi aslında siyasetin algısı ve tarzı değişecektir. Zaviye değiştikçe şüphesiz kendisi ve mahiyeti de değişecektir. Zira üslûp muhtevayı da etkileyecektir. Bunun ötesinde lâf söylemek de zaittir. Lâkin etki ve tepki de üslûbun muhafazasında ve aşılmasında müessir olacaktır. Velhasıl Amerikan siyaseti Obama döneminde engebeli ve bol kavisli bir çizgide ilerleyecektir. Obama kaçınılmazdır ama o da buhranı kontrol edemeyecektir. Zira krizleri Amerikan devletinin bünyesi üretiyor. ABD yapısal bir krizin içindedir. Obama’sız olmaz ama Obama ile de ülkenin düzlüğe çıkabileceği şüpheli. Obama’dan sonra ilk seçimlerde bu kez Beyaz Saray’ın sahibi hepsini aratan bir fanatik olabilir. Böylece beyazlar rövanşlarını alabilirler. ABD’deki keskin gelişmeler her ihtimale açıktır. Lâkin bundan böyle ABD’nin alacağı kesin ve son istikamet taayyün etmiştir. Değişim ve kırılma birbirinin tezadı değil tamamlayıcısıdır. Değişim evrim suretiyle kırılmadır. Aksi takdirde, daha keskin olması kaçınılmazdır. Bu değişmez. Daha doğrusu ine çıka veya inişli çıkışlı olsa da değişim seçeneği ve istikameti değişmeyecektir…
05.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Sahip çıkılan gençlik |
|
Gençlik, bir milletin geleceğidir. Gençliği olmayan toplulukların gelecekleri kararmış demektir.
Asr-ı Saadete dikkatli bir gözle bakılacak olursa, Allah Resûlünün (asm) etrafında en çok toplanan fertlerin gençler ve fakir insanlar olduğu görülecektir. Hayatını, Kur’ân ve hadis ezberlemeye vakfeden ve Ashab-ı Suffa diye vasıflandırılan o kahraman insanların sayısı yetmiş civarındaydı. Bazen yüzü geçtikleri olurdu. Kur’ân ve hadislerin sağlam olarak bizlere kadar ulaşmasında o mübarek insanların çok emek ve gayretleri oldu. Cihad meydanlarında diğer sahabilerle birlikte aslanlar gibi çarpışırken, ilim ve tebliğde de en ön saflardaydılar. Zaten, bütün sahabiler İslâm dininin yayılmasında seferber olmuş ve bir kişinin imanının kurtulması için her türlü fedakârlıkta yarış halindeydiler. Allah’ın rızâsını kazanmak onların en büyük emeli ve hedefiydi.
Asr-ı Saadetin hizmet modelini ve sahabe mesleğini âhirzamana taşıyan Bediüzzaman Hazretlerinin etrafında da genç nesiller toplanmıştı. Medrese mensubu olan hocalardan ziyade, mektep talebeleri onun dâvâsına inanmış ve bir kısmı hayatlarını vakfetmişlerdi. Bütün mesaisi iman ve Kur’ân hizmeti olan bu kahraman insanlar, kudsî hizmetin bu günlere gelmesinde ve gelişmesinde çok büyük katkıda bulundular. Âdetâ, gizli bir kutup gibi ehl-i imana nokta-i istinat oldular. Büyük Üstadın vasiyeti olan bu vakıflık geleneği bu gün de devam ediyor ve gittikçe inkişaf ediyor. Allah (cc) onların sayılarını arttırsın, ihlâs ve istikamette daim kılsın. Zira, genç nesillerin kurtulmasında ve ahlâksızlık bataklığına düşmemesinde en büyük gayret onlara âit.
Bediüzzaman Hazretleri gafil büyüklerden ziyade küçük çocuklar ve gençlerle ilgilenir, onlara ciddî selâm eder ve selâmlarını alırdı. Onun bir iki kitabını okumakla nice gençler imanını kurtardı ve başkalarının da imanlarının kurtulmasına vesile oldular. Bolvadin ilçesinde “Bediüzzaman dede!” diyerek arabasının arkasından koşan nice çocuklar büyüdü, okudu ve bulundukları şehirlerin hizmet rükünleri oldu.
Çocuklara, çocuk gözüyle bakılmamalıdır. Onlar, bu günün küçükleri, yarının büyükleridir. Küçükken iyi bir İslâm terbiyesi alanlar, büyüdükleri zaman o alışkanlıklarını korurlar. Zamanında öyle bir terbiye almayanlar, ileriki yaşlarında çok zor o terbiyeyi alır. Gayr-ı müslim birini Müslüman etmek gibi zor olur. Merhum Mehmet Akif “Sahipsiz vatanın batması haktır. Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır” diyor. Asıl sahip çıkılması gereken ise, vatan ile birlikte gençliktir. Zübeyir Ağabey “Teessür ve ıztırap karşısında kalpten bir parça kopsaydı, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lâzım gelirdi” diyor. Teknolojik imkânların gelişmesi ve sefahat yuvalarının artmasıyla bu gün binlerce genç maneviyatını kaybediyor. Genç nesillerin kurtulması için ne kadar çok çalışmamız lâzım geldiği açık bir gerçektir.
Bu cümleden olarak, yıllardır sürüp gelen gençlik hizmetleri îtibâriyle, yıl boyu yapılan faaliyetlerin yanı sıra, yaz okuma programları düzenlendi. Ortalama on beş kişilik gruplarla yetmiş üç ayrı program yapıldı. Binden fazla genç bu programlarda toplam üç yüz elli binden fazla sayfayla Risâle-i Nurları okudu, imanını kuvvetlendirdi. İlk, orta ve üniversite düzeyinde yapılan bu çalışmalar geleceğe âit ümitlerimizi arttırdı.
Asya-Nur Kültür Merkezinde kalabalık bir topluluğa, slayt eşliğinde bu hizmetleri seminer olarak sunan ve genç vakıflardan olan Ömer Faruk Topçu kardeşimiz âdetâ kabına sığmıyor, şevkle binden fazla gence verilen hizmetlerin tamamına tercümanlık yapıyordu. Bu vesileyle, Ankara’da iki bini aşkın gençlik hizmetlerinde emeği geçen bütün kardeşlerimizi tebrik ediyor ve Allah’ın rızası dairesinde muvaffakiyetlerine duâ ediyoruz.
05.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan YÜKSELTEN |
Ben hiç mahrum kalmadım |
|
Bediüzzaman’ın İhtiyarlar Risâlesi’ne başlarken zikrettiği âyetleri bilirsiniz belki. Meryem Sûresi’nin ilk âyetlerini yani. İnsanı derin düşüncelere sevk eden, duygulandıran, insanın kalbine ümit tohumları saçan bu âyetlerde Hz. Zekeriya’nın (as) aşağıdaki duâsı zikredilir:
“Bu âyetler, kulu Zekeriya’ya Rabbinin rahmetini zikretmek içindir. Hani o Rabbine gizlice niyaz ederek demişti ki: Ey Rabbim, artık benim kemiklerim yıprandı, başım ihtiyarlıkla tutuşup saçlarım aklandı. Sana ettiğim duâlarımda da, ey Rabbim, ben hiç mahrum kalmadım.” 1
Dünyayı sarsan kapitalizm krizinin insanları tedirgin ettiği şu günlerde, acziyetini hissetmesi açısından bu duâ daha farklı anlamlar düşürüyor insanın zihnine. Zira, zaaf ve aczin derecesi nispetinde rahmetin cilveleri gösteriliyor. İnsanın duâlarından mahrum kalmaması için, aczini bilmesi gerekiyor. Ancak ne yazık ki, materyalist düşünce, insanın Allah ile olan bağını zayıflattığından beri, kalplerdeki tevekkül ve itimat bir anlamda buharlaştı. Bir yazarın ifadesiyle, bu gaddar ve münkir anlayış, rızkı temin etme sorumluluğunu da insanın zayıf omuzuna yükledi. Bu anlayış doğrultusunda, her şeyi kendisinin elde ettiğini zanneden ve Rezzakı Hakikî’ye olan güvenini kaybeden zihinler, gemiye yükünü bırakmayıp omuzunda taşıyan sersemler gibi zayıf düşüyor, geçim derdi altında eziliyor. Gelen her dalgada, en ufak sallantıda, korkudan tir tir titriyor. Aç bir insanı, bir ekmekle doyurabilirsiniz ama açlık korkusu çekeni bir fırın ekmekle bile doyuramazsınız. Önce bu korkuyu yenmek gerekiyor. Zira aczini hissettiği oranda mutludur insan, fakrını hissettiği oranda zengin.
Yahya bin Muaz’a sorarlar:
- Fakirlik nedir?
- Fakirlikten korkmaktır, cevabını verir.
Zenginliği sorduklarında da şu cevabı verir:
- Allah’a güvenmektir.
Maddî zenginliği ne kadar çok olursa olsun, eğer fakirlikten korkuyorsa, o insan fakirdir. Allah’a itimat eden ve kanaat gibi bir hazineye sahip olansa her zaman zengindir. Bizler bu sorgulamayı kendi iç dünyamızda yaptığımızda acaba fakir mi çıkıyoruz, zengin mi?
Peygamber Efendimiz (asm) ‘Dünya sevgisi bütün kötülüklerin başıdır’ buyurmuşlar. Özellikle son yıllarda hızla dünyevîleşen, kapitalizmi müttefik gibi algılayan, onların silâhıyla silâhlanmak adı altında kapitalizmin vahşî kurallarını, lüks yaşantısını, hatta faiz ve bankacılık gibi sistemlerini bile mübah gören dindar kapitalist kesimdeki anlayışı, bu krizle birlikte daha şiddetli bir şekilde sorgulamanın zamanı gelmedi mi?
Ekonomik krizlerin bir şekilde üstesinden gelinebilir ama ahlâk krizinin üstesinden gelmek o kadar kolay değildir. O yüzden bizler, geniş dünyadaki ekonomik durumdan çok kendi iç dünyamızdaki ahlâkî duruma dikkat etmeliyiz kanaatindeyim. Zira Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Mânen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslâh edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîm’in mülküdür. Mülkü sahibine teslim et, ona bırak cefasını değil, safasını çek. O hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi ‘Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler’ de, pencerelerden seyret, içlerine girme.” 2
Olaylardan dehşet aldığı ve ümitsizliğe düştüğü zaman, Hz. Zekeriya’nın (as) duâsı yetişir insanın imdadına. “Sana ettiğim duâlarımda da, ey Rabbim, ben hiç mahrum kalmadım” der her seferinde. Ne mutlu bu duâdan nasibi olanlara ve mahrum kalmayanlara…
Dipnotlar:
1- Meryem Sûresi, 19:1-4
2- 20. Mektub, Bediüzzaman Said Nursî
05.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Terör ve vesayet |
|
Askerî cenahın çoktandır seslendirdiği “AB yasaları elimizi kolumuzu bağlıyor” şikâyeti ve bununla irtibatlı olarak gündeme getirdiği yetki talepleri, bunların bir kısmının hükümetçe kabul edilip yönetmelik değişiklikleriyle karşılanacağı yönündeki haberler, “terörle mücadelede yeni bir yapılanma, İçişleri Bakanlığı bünyesinde kurulacak koordinasyon merkezi ve Bakanlar Kurulundaki terör brifingi” haberlerinin harmanı içinde kaynayıp gitti.
Dün hatırlattığımız gibi, yaklaşık üç yıl önce, terörle mücadeleyi yine sivil inisiyatife verme görüntüsü altında, Başbakanlık bünyesinde ayrı bir genel müdürlüğün teşkili öngörülüyordu.
Başlangıçta söylenenlere bakılırsa, hükümet bu düzenleme ile, MGK’nın iç güvenlik yetkilerini ve bu çerçevede terörle mücadelede inisiyatifi bu genel müdürlük kanalıyla Başbakanlığa devralmak istiyor, ama asker karşı çıkıyordu.
E. Org. Necati Özgen’in “Jandarmayı bir genel müdürlüğe bağlıyorlar. Olacak iş midir bu? Genel müdür dediğin kim senin ya! Buna Genelkurmay mutlaka tavrını koyar, yürümez, olur demez” sözleri bu itirazın bir ifadesiydi.
MGK Genel Sekreterliği eski—mason—Başdanışmanı Mustafa Ağaoğlu da, jandarmanın aynı zamanda hem İçişleri Bakanlığına, hem de Genelkurmay’a bağlı olmasının sürtüşmelere yol açacağını söylemişti. (Pazar-Vatan, 30.4.06)
Görünen o ki, aradan geçen iki buçuk yılı aşkın süre içinde, terörle mücadeleyi söz konusu genel müdürlük eliyle Başbakanlığın inisiyatifine alma girişimi sonuç vermedi. Ve böylece bizim o zaman yaptığımız “Hedef doğru, ama atılan adım gecikmeli, eksik ve usûl hatalarıyla mâlûl. Bu yüzden sonuca ulaşma ihtimali zayıf” öngörüsü (17.5.06) maalesef haklı çıkmış oldu.
Türkiye coğrafyasının yüzde 90’ını kontrolü altında tutan jandarmanın konumu, statüsü ve yetkileri demokratik ölçülere uygun şekilde belirlenmediği sürece de işin içinden çıkılamaz.
Jandarma Genel Komutanının, kâğıt üzerinde İçişleri’ne bağlı, ama fiiliyatta, güya “bağlı olduğu” bakanla eşdeğer bir kuvvet komutanı statüsüyle MGK’da oturması, ikilemin açık tezahürü.
Geçen Ağustos’un son haftasında Bakanlar Kurulu gündemine geldiği açıklanan, ama sonrasında bir daha telâffuz edilmeyen AB Ulusal Programında, jandarmanın sivil yönetim ve denetime alınmasına dair bir bölümün yer aldığı ifade ediliyordu. Ama akabinde jandarmanın “O kısım metinden çıksın” talebi basına aksetti.
Üç yıl önce terörle mücadelenin koordinasyonunu Başbakanlığa aktarma fikriyle ihdası düşünülen genel müdürlük, öngörülen şekilde işlemeyince, şimdi İçişleri Bakanlığı bünyesinde benzer bir birimin kurulması gündemde. Ama bunun da âkıbetinin farklı olması beklenmiyor.
Dahası, yeni birimin, devlet işleyişinde askere evvelce nüfuz edemediği alanlara da daha fazla müdahale imkânı vermesinden kaygı duyuluyor.
Bu kaygılardan birini Yusuf Gezgin aktifhaber.com sitesindeki yazısında şöyle özetliyor:
“Güvenlik Müsteşarlığının imkânlarından ve istihbarat havuzundan sivil otoritelerden öte askerî birimler yararlanacak, emniyetin istihbarat birikimi de askerlere akacaktır. Böyle bir yapıda, demokratikleşmeye ve sivil yönetimlere tehdit oluşturan Ergenekon tarzı derin örgütlerle mücadele imkânı kalmayacaktır.” (27.10.08)
Bir diğeri de şu cümlede kendisini gösteriyor:
“Askerî unsurlarla Millî Eğitim, Sağlık, Adalet Bakanlıkları arasındaki kopukluğu gidermek için Koordinasyon Genel Sekreterliği kurulması planlanıyor.” (A. Yavuz Arslan, Bugün, 31.10.08)
Askerî unsurlarla bu bakanlıkların ne ilgisi var ki, “aradaki kopukluğu gidermek” için böyle bir birime ihtiyaç olsun? Ve bunun, terörle mücadelenin koordinasyonu için kurulacağı söylenen bir yapıda gündeme gelmesinin anlamı ne?
Bunun, terör bahanesiyle askerî vesayeti daha da koyulaştırmaktan başka bir izahı olabilir mi?
05.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah Resûlünün (asm) Cennete girmesine kefil oldukları |
|
Bir gün Allah Resûlü (asm), “Kim bana iki çene ve iki ayak arasını koruma hususunda söz verirse, ben de onun Cennete girmesine kefil olurum”1 buyurmuşlardı.
Her iki husus da gerçekten mükemmel, olgun, erdemli insan olmanın yollarındandır. Biz şimdilik bu makalemizde dile sahip olma üzerinde duralım. “Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı / Söz ola ağılı aşı / Bal ile yağ ede bir söz” diyen Yunus Emre bu mısralarında sözün olumlu veya olumsuz yönde ne kadar etkili olabileceğini çok güzel anlatmış. Söz sadece maddî alanda değil mânevî alanda da alçalış veya yükselişlere sebep olabilecek özelliklere sahip.
Hepsinden önemlisi doğru sözlülüğün Cennete, yalanın da insanı Cehenneme götürmesi. Ne güzel anlatır bu gerçeği Allah Resûlü (asm): “Doğruluğa sarılınız. Şüphesiz doğruluk iyiliğe, iyilik de Cennete götürür. İnsan doğru söyleye söyleye doğrular defterine yazılır.
“Yalan sözden de kaçınınız. Çünkü yalan kötülüğe, kötülük de Cehenneme götürür. İnsan yalan söyleye söyleye Allah katında çok yalancılar defterine yazılır.”2
Demek insan Cennetlik olmaya da, Cehennemlik olmaya diliyle zemin hazırlıyor.
Hatta bazen insan düşünmeden samimane bir şekilde söylediği doğru, güzel bir sözle Allah’ın rızasına ulaşıp derecesini yükseltebilirken, bazen yine düşünmeden söylediği bir sözden dolayı Allah’ın hoşlanmayacağı bir konuma gelir ve Cehennemi boylar.3 O kadar ki düşünmeden söylediği bu söz sebebiyle Cehennemde Doğuyla Batıdan daha uzak bir mesafeye düşer.4
Demek düşünmeden söylenen bir söz böylesine felâkete atabiliyor insanı.
Dilini korumakla mükelleftir insan. Onunla ne kendisine, ne de başkalarına zarar verecektir. Mü’min adı üstünde emin insandır. Kendi kendine zarar vermeyeceği gibi başkalarına zarar vermekten kaçınacaktır. Allah Resûlünün (asm), “Ya Resûlallah, Müslümanların hangisi daha faziletlidir?” sorusuna verdiği cevapta, “elinden ve dilinden insanların salim olduğu kimse”5 buyurarak eliyle olduğu kadar diliyle de başkalarına zarar vermemesini zikretmesi oldukça anlamlı değil mi?
Mü’min başkalarına eliyle de diliyle de zarar vermemekle kalmaz, aksine fayda vermek için didinir. Kısaca mü’min faydalı insandır.
Dipnotlar:
1- Buhârî, Rikak: 23.
2- Buharî Edep: 69; Müslim, Birr: 105; Ebû Davud, Edep: 80; Tirmizî, Birr: 46.
3- Buharî, Rikak: 23; Tirmizî, Zühd: 12; İbni Mace, Fiten: 12.
4- Riyâzü’s-Sâlihîn, 3:103 (Hadis no: 1543; Buharî ve Müslim’den.)
5- A.g.e., 3:103 (Hadis no: 1541; Buharî ve Müslim’den.)
05.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hizmet ehlini bağlayan prensipler (3) |
|
Hayat, birlik ve ittihadın neticesidir. Müslümanlarla kaynaşarak ittihat için çalışmak.1 Bilhassa fırtınalara karşı dayanışmaya, ittihada önem vermek.2
Emniyeti muhafaza için müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıyı sabırla, şükürle mukabele etmek.
Hürriyet imanın özelliği olduğundan hürriyetçi olup, demokratik zihniyete yardımcı olmanın, dolayısıyla imana hizmet olduğunu bilmek.
Kimden olursa, kime karşı yapılırsa yapılsın şiddete, zulme, istibdada, haksızlığa karşı gelmek. Müstebitleri/diktatörleri asla alkışlamamak.
İnsan, tabiatında medenî olduğundan, hem kendi hakkını hemcinsleri içinde, hem de onların hakkını aramakla mükellef olduğunu bilmek.
Kur’ân ve hadîsçe haber verilen, her tarafı kasıp kavuran deccalizm, süfyanizm ve ifsat komitelerinin fitnelerine karşı uyanık olmak. Onlara siyasetle değil, ancak imân ve Kur’ân nurlarıyla mukabele edilebileceğinin şuuruna varmak.3
Âl-i Beyte, Peygamberimizin (asm) soyundan gelen hizmetkârlara sevgiyi esas tutmak.
Şeytandan ve “fasık siyasetdaşını melek; dindar muhalifini şeytan görme” gibi dehşetli ve lânetlenmiş siyasî anlayıştan Allah’a sığınmak.
Hakkın hatırını yüksek tutmak; hiçbir hatıra fedâ etmemek.4
Müfsitlere/bozgunculara aldanmamak.
Hizmet ehlini tenkit etmek değil, kusurlarını örtmek, eksiklerini tamamlamak, hizmetine yardım etmek; ancak mihenge (Kur’ân ve Sünnet’e) vurmak.5
Dünyaya, enaniyete ait her şeyi fedâ etmek; nefsi susturmak.6
Başkalarını dalâletle suçlamak yerine, yardımcı olmak.7
Çaresi bulunan şeyde acizlik gösterip bahanelere; çaresi bulunmayacak meselelerde de cezaya sarılmamak.
Ümit ve korku dengesini korumak ve asla ümitsizliğe düşmemek. Gelişmenin birinci düşmanının ümitsizlik olduğunu bilmek.
Bediüzzaman’ın orijinal ifadesiyle “herbiriniz herbirisine birer tesellici ve ahlâkta ve sabırda birer nümune-i imtisal ve tesanüd ve taltifte birer şefkatli kardeş ve ders müzakeresinde birer zeki muhatap ve mucîp ve güzel seciyelerin in’ikâsında birer ayna olmanız, o maddî sıkıntıları hiçe indirir”.8
İslâmın yüzde doksan dokuzu iman, ibadet, ahlâk; yüzde biri siyasettir. Dolayısıyla siyaseti en geri plana itmek. En büyük vazifenin, en küçük ve dar dairede olduğunun şuuruyla yaşamak. (İlgi alanı ile etki alanını karıştırmamak.)
Dipnotlar:
1- Barla Lâhikası, s. 87.
2- Kastamonu Lâhikası, s. 172.
3- Tarihçe-i Hayat, s. 131.
4- Münâzarât, s. 49.
5- Münâzarât, s. 49.
6- Kastamonu Lâhikası, s. 181.
7- Muhakemat, s. 32.
8- Şuâlar, s. 272.
05.11.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Dünya ve ahiret dostlukları ayırmaz |
|
K.Y. rumuzlu okuyucumuz: “Değerli bir yakınım kalp ameliyatı oldu. Ölümden döndü. Ameliyattan bir gün önce rüyasında altı ay önce ölen yeğenini görüyor. Yeğeni, ‘Teyze ben senin yerine ameliyat oldum’ diyor. Beş vakit abdestli-namazlı olan hanım teyze bana soruyor. ‘Acaba ben ölecektim de benim yerime o mu öldü?’ diyor. Üstad Bediüzzaman Hazretleri de, yeğeni için, ‘Benim yerime şehid oldu’ diyordu. Bu ne demektir? Bir insan başkasının yerine nasıl şehid olur veya ölür?”
Duâyı, sevgiyi, saygıyı, hürmeti, muhabbeti, bağlılığı, şefkati, sadakati ifade eden bir takım gönül sözcükleri vardır. Mecâzî olarak söylenirler. Söylendikleri sözcükleri değil; kendilerini ifade ederler, kendi mânâlarını gösterirler.
Hayatta yakın olduğumuz, yakınlık hissettiğimiz ve yakınlık kurduğumuz kimselerle öldükten sonra da ilgimiz ve iletişimimiz devam eder. Bilhassa bu yakınlık Allah için kurulmuşsa, sevgi ve saygı Allah içinse, muhabbet ve hürmet Allah içinse, şefkat ve sadakat Allah içinse öldükten sonra daha sıkı bir birliktelik ve beraberlik ağı kurulur, bağlılık ipi kopmaz derece sağlamlaşır. Peygamber Efendimiz (asm), “Dost, dostuyla beraberdir” 1 buyurmaz mı? Nitekim bu hadisin tefsiri sadedinde Risâle-i Nur’da geçen, “Birimiz şarkta, bizimiz garbda, birimiz cenupta, birimiz şimalde, birimiz âhirette, birimiz dünyada olsak, biz yine birbirimizle beraberiz” 2 hakikati böyle bir mânevî birlikteliği açıklamaktadır.
Sağken iletişim köprümüz nasıl hava, gözlerimiz, şuurumuz, ellerimiz, beden ve ruh dilimiz idiyse, öldükten sonra da mânevî bir hava ve mânevî araç-gereçler biz bilmesek de, biz farkında olmasak da bize iletişim köprüsü olurlar. Bizim duâmız, gayretimiz, endişemiz, sevincimiz, korkumuz onlara gider; onlar bizi, endişelerimizi ve içinde bulunduğumuz telâşı hissederler. Onların feyzi, bereketi, himmeti ve tasarrufu bizlere gelir; bizler bunları hissederiz.
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri dünya ile âhiret arasındaki bu güçlü mânevî köprüyü şöyle açıklar: “Fâtır-ı Hakîm nasıl ki unsur-u havayı kelimelerin berk gibi intişarlarına ve tekessürlerine bir mezraa ve bir vasıta yapmış. Ve radyo vasıtasıyla bir minarede okunan ezan-ı Muhammedî (asm) umum yerlerde ve umum insanlara aynı anda yetiştirmek gibi; öyle de, okunan bir Fatiha dahi, meselâ umum ehl-i iman emvâtına aynı anda yetiştirmek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle mânevî âlemde, mânevî havada çok mânevî elektrikleri, manevî radyoları sermiş, serpmiş, fıtrî telsiz telefonlarda istihdam ediyor, çalıştırıyor. Hem nasıl ki bir lâmba yansa, mukabilindeki binler aynaya, her birine tam bir lâmba girer. Aynen öyle de, bir Yasin-i Şerif okunsa, milyonlar ruhlara hediye edilse, her birine tam bir Yasin-i Şerif düşer.” 3
Demek eğer onlar bize gerçekten dost iseler, bize Allah için yakınlık hissetmişlerse, bizim meselâ hastalık, ameliyat ve bıçak altına yatmak gibi bir endişemizi hissetmeleri, bizimle ilgilenmeleri ve meselâ bize duâ etmeleri mümkündür. Bunu bize rüyada hissettirebilirler. Rüyalarımız bir haberleşme vasıtamız olur ve onlarla görüşmekten haz alırız, huzur buluruz. Onların hâl ve sıkıntılarını veya mutluluklarını da biz rüyalarımızda görebilir ve onlara duâ gönderebiliriz. Duâlarımız onlara ulaşır. Nitekim Bedîüzzaman, kabirdeki yakınlarımızın gerek uyanık iken, gerekse uykuda ve rüya halinde bizlerle münasebetlerinin ve gerçek biçimde bizlerle haberleşmelerinin mümkün ve vaki olduğunu beyan eder. 4
Bedîüzzaman, çok sevdiği yeğeni ve talebesi Ubeyd ile şehid olduktan sonra yaptığı bir haberleşmeyi şöyle zikreder: “Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rüya-yı sâdıkada, tahte’l-arz bir menzil sûretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O, beni ölmüş biliyormuş. Benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor; fakat Rus’un istilâsından çekindiği için, yer altında kendine güzel bir menzil yapmış.” 5
Bedîüzzaman Hazretlerinin bu hatırası, bize kuvvetli mânevî bağlılığın ve kuvvetli irtibatın ölümle kesilmediğini haber verir. Yoksa ölüm ve ecel kişiye özeldir, müstakildir; Cenâb-ı Hakkın hususî takdiridir.
Dipnotlar:
1- Müslim, Birr, 165
2- Şuâlar, s. 470
3- Şuâlar, s. 589
4- Mektûbât, s. 13
5- Mektûbât, s. 12
05.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|