Elmalılı tefsirinin talimatla yazdırılışındaki asıl niyet ve maksat, evvelce de ifade ettiğimiz gibi, “Kur’ân tercüme edilsin; tâ—hâşâ—ne mal olduğu bilinsin” planı ve hesabıydı.
Ama Cenab-ı Hak müsaade etmedi.
Buna karşılık, ibadet dilini Türkçeleştirerek Türkiye’de yaşanan İslâmı aslından koparıp dejenere etme planı, ilk adım ve başlangıç aşaması olarak Türkçe ezanla tatbik sahasına konuldu.
Hemen ardından namaz dilini Türkçeleştirme merhalesine geçilmek istendi. Hattâ bazı İstanbul camilerinde bunun denemeleri yapıldı.
Ama arkası gelmedi. Yürümedi. Sebep büyük ihtimalle Türkçe ezanı dahi hazmedemeyip sessiz de olsa protesto eden halkın daha da artacak tepkisinin önüne geçememe endişesi olmalı.
Böylece “dinde reform” hevesi Türkçe ezanla sınırlı kaldı. O da, 1950’den sonra milletin sesine kulak veren yeni iktidarın ilk icraatlarından biri olarak kaldırıldı; ezan hürriyetine kavuştu.
Ondan sonraki dönemlerde bir daha Türkçe ezana geri dönülmedi. 27 Mayıs ve 12 Eylül’de gündeme getirmeye kalkışanlar oldu, ama ne MBK, ne MGK cuntaları bu taleplere iltifat etti.
Çünkü tek parti dönemindeki Türkçe ezan uygulamasının millet nezdinde ne kadar derin bir infiale yol açtığını herkesten çok onlar biliyor ve görüyorlardı. Bu sebeple, mutlak iktidar ellerinde olduğu halde, Türkçe ezanı yeniden hortlatma cür’et ve cesaretini hiçbiri gösteremedi.
Türkiye’yi tekrar 1930’lara döndürme hevesiyle başlatılan 28 Şubat’ta da aynı durum devam etti. Ve hiç kimse Türkçe ezandan söz edemedi.
Buna karşılık, ömrünün son deminde Cemal Kutay kullanılarak, “Atatürk’ün beraberinde götürdüğü hasret: Türkçe ibadet” muhabbeti başlatıldı. Ama bu da mâkes ve taraftar bulamadı.
Eğer tutsaydı, Atatürk sağken ilk denemeleri yapılıp sonra arkası getirilemeyen Türkçe namaz bid’atının yaygınlaştırılmasına çalışılacaktı.
Türkçe tercümelerini kullanarak Kur’ân’ı yıpratma ve gözden düşürme planı çerçevesindeki girişimler de zaman zaman gündeme getirildi.
Ancak bu plan daha proje aşamasındayken Risale-i Nur’la konulan set aşılamadığı için, bu yöndeki bütün çabalar başarısızlıkla sonuçlandı.
Keza, yine M. Kemal’in talimatıyla hazırlanıp Diyanet’e bastırılan Sahih-i Buharî Muhtasarı-Tecrid-i Sarih Tercümesindeki, gerçek mânâsının idraki için doğru yorumlara ihtiyaç bulunan bazı hadisleri diline dolayarak Peygamberimizi ve dinimizi karalama gayretleri de topluma mal edilemeyen çok marjinal girişimler olarak kaldı.
Yakın dönemde bu tür çabalarıyla gündeme gelen en agresif isimlerden biri Prof. Dr. İlhan Arsel’di; çok uğraştığı halde o da başarılı olamadı.
Lâfzına bakılınca bugünün anlayışıyla çelişiyor gibi görünen bazı hadisler üzerinden yürütülen hücumları yine Risale-i Nur püskürttü: O lâfızların mecazlı ifadelerinde, ancak yüzyıllar sonra keşfedilen hakikatlerin yattığını izah ederek.
“Dünya öküz ve balığın üzerindedir” hadisiyle, iktisadî hayatın asırlarca ziraat ve balıkçılık üzerine bina edildiği gerçeği dile getirilirken, farklı zamanlarda öküz ve balık burçlarına uğrayan yerkürenin böylece güneşin çevresinde dönmekte olduğuna ta o zamandan işaret edildiğine dair, On Dördüncü Lem’a’nın Birinci Makamındaki izahlar, bunun en ilginç örneklerinden.
Evet, İslâmî hayatın iki ana kaynağı ve mesnedi olan Kur’ân ve Sünneti tahrip edip Müslümanları dinden soğutma ve uzaklaştırma planları çok ciddî şekilde uygulamaya konulmuştu.
İngiliz Sömürgeler Bakanının “Kur’ân Müslümanların elinde kaldıkça onlara hakim olamayız. Ya bu kitabı ortadan kaldırmalı ya da Müslümanları ondan soğutmalıyız” sözünü söylemesinden aşağı yukarı otuz sene sonra Ankara’da “Otuz yıl sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur’ân’ı imha etmesini netice verecek bir plan yapalım” diyen zihniyetin iktidar olması ve Risale-i Nur’la verilen mücadelenin zaferi. Hadisenin özeti bu...
20.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|