ANAP bitti, AKP çıktı
Aynı “muhafazakâr” vurgulu “ilericiliği” sahiplendi. Avrupa Birliği üyeliğine aday haline getirdi Türkiye’yi. Uyum yasalarıyla büyük değişimler gerçekleştirdi.
Şimdi AKP de durdu.
Sadece durmadı, bir de geriye doğru kaymaya başladı.
MHP’nin bile cesaret edemeyeceği bir ırkçılığın sözcüsü gibi davranmaya koyuldu.
Savunma Bakanı “Ermeni tehcirini” açıkça savundu.
Başbakan, “ya sev, ya terk et” nutukları atar oldu.
Pompalı tüfekle ateş eden vatandaşın “sabrının tükenebileceğini” söyledi.
Avrupa Birliği’ni tümden unuttu.
Sivil anayasayı rafa kaldırdı.
Kürt sorununda, Genelkurmay politikalarının temsilcisi haline geldi.
Mithat Sancar’ın Neşe Düzel’e söylediği gibi, “Genelkurmay kendi Kürt politikasını artık AKP’ye uygulattırıyor”.
Bu ülkede tutuculuğun temel direği olan Genelkurmay ile AKP şimdi değişime karşı omuz omuza duruyor.
AKP tabanı ise büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı içinde.
Partilerinin nasıl olup da Genelkurmay’ın sözcüsü haline geldiğini bir türlü kavrayamıyorlar.
AKP tabanının “milliyetçi” bir yanı var elbette ama sanırım o tabanın ana rengini milliyetçilik oluşturmuyor.
O taban, “kültürel değerlerde” muhafazakâr ama siyasette ve ticarette “ilerici” bir taban.
Avrupa’dan ve Avrupa’nın yaşam biçiminden hoşlanmıyorlar ama varlıklarını ancak Avrupa Birliği içinde sürdürebileceklerini, haklarını ancak AB türü bir demokrasi sayesinde kazanabileceklerini biliyorlar.
Anadolu Kaplanları’nın en önde gelenlerinden Kayseri Sanayi Odası Başkanı Mustafa Boydak, “bugünkü hükümet ekonomiyi Kemal Derviş’in yarısı kadar yönetebilsin yeter,” diyerek ekonomiyle ilgili kaygılarını dile getirdi.
AKP’nin siyasetteki dehşet verici “dönüşünü” henüz ekonomiyi eleştirdikleri kadar açıkça eleştiremiyorlar ama yakında o konuda da kaçınılmaz olarak sesleri çıkacak.
Çünkü hepsi tedirgin.
Mithat Sancar’ın da belirttiği gibi AKP’nin bugünkü siyasetiyle seçim kazanması halinde bu “devletçi” tavrı sürdüreceğini, barışı getiremeyeceğini, Türkiye’yi Avrupa’dan uzaklaştıracağını seziyorlar.
“Değişimci Erdoğan” kendi çizgisinden uzaklaşarak, yavaş yavaş asker işbirlikçiliğiyle iktidarda kalmaya çalışan bir Peron’a dönüşmeye aday hale geliyor.
AKP tabanı, Avrupa Birliği’nden uzaklaşan, askerin sözcülüğünü üstlenen, krizde yapılması gerekenleri yapamayan, barışı sağlayamayan, sadece milliyetçiliğe ve sertliğe abanan bir partiye ne kadar tahammül eder?
Onlar MHP’den daha milliyetçi ikinci bir MHP değil, kendi partilerini istiyorlar.
Görebildiğim kadarıyla AKP tabanı bir “mucize” olmasını ve AKP’nin yeniden eski çizgisine dönmesini bekliyor.
Ya o mucize olmazsa?
Ki, siyasi yorumcular olmayacağını söylüyor, o zaman ne olacak?
ANAP’ın büyük çöküşü bir yerel seçimle başlamıştı.
Eğer AKP kendini toparlamazsa, MHP-CHP çizgisinde ilerlerse, bu yerel seçimlerde ciddi bir tokat yer.
Ve, çöküşü başlar.
Bu politikayla devam etmelerinden, ülkeyi çok ciddi bir kışkırtma ortamına sokmalarından, siyaseti askerîleştirmelerindense, seçimde ağır bir tokat yemeleri de çok hayırlı olur bence.
Bu ülke “değişimci” bir parti istiyor, barış istiyor, zenginlik ve özgürlük istiyor.
Bunları gerçekleştireceğini söyleyerek iktidara geldikten sonra taraftarlarına ihanet edenleri de affetmiyor.
Ahmet Altan
Taraf, 18.11.2008
|
20.11.2008
|
|
Baykal’la siyasal inandırıcılık çok zor...
CHP lideri Baykal, İstanbul’da türbanlı, başörtülü, hatta kara çarşaflı kadınlarımıza törenle partisinin rozetini takmış.
Ve şöyle seslenmiş:
“Kılığımız kıyafetimiz şöyle olabilir, böyle olabilir kime ne! Bizi kimsenin etkilemesine, kimsenin bizi tasnif etmesine, bizi etiketlemesine izin vermeyeceğiz! Hepimiz eşitiz, eşit! Hiçbir ayrım yok! Bunu içimize sindireceğiz!”
Şu sözler de Baykal’dan:
“Biz insanların giyim kuşamıyla ilgili değiliz. Taşıdıkları değerlerle, savundukları ilkelerle ilgiliyiz. Bu görüntü, CHP çizgisiyle bir çelişki oluşturmaz. Tam aksine, bu bir kırılma noktasıdır. Örtülü kadınlarımız, zincirlerini kırıyorlar.”
İyi güzel.
Eleştirilecek bir yanı yok.
Kağıt üstünde doğru sözler.
Ama ya inandırıcılık?..
Burada durmak lazım.
Çünkü siyasal inandırıcılık açısından Baykal’ın sicili parlak değildir.
Seçimler yaklaşıyor.
Daha dün üniversitede türbanın serbest bırakılmasına karşı çıkan, Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararını sahiplenen Baykal türbanlılarla, kara çarşaflılarla parti gösterisi yapıyor. “Örtülü kadınlarımız zincirlerini kırıyor!” gibisinden hayli radikal bir slogan atabiliyor.
İnandırıcı olabiliyor mu?
Hatta göz boyayabildiği söylenebilir mi?
Sanmıyorum.
Baykal’ın bu çıkışına kanarak oyunu CHP’ye atabileceklerin sayısı pek öyle çoğalmaz. Kırk yıllık Baykal’ı artık tanımayan yok. Siyaset sahnesindeki oyunculuğu hemen herkesin malumu...
‘Demokrasi’den de söz edebilir Baykal. Ama 27 Nisan gibi asker muhtıralarına da selam durur.
‘Hukuk’dan da söz edebilir Baykal. Ama 367 gibi hukuk skandallarının da mimarı olur.
Rahmetli İsmail Cem’le birlikte olduğu yıllarda ‘Yeni sol’ da der Baykal, hatta Cem’in kitabına imzasını da koyar. Ama birkaç yıla kalmaz unutur ‘Yeni Sol’u da...
Avrupa Birliği de der Baykal. Ama bir süre sonra işine öyle gelir, elini bile kaldırmaz AB yolunda.
Kürt sorunu üzerine raporlar hazırlatır Baykal. Ama sonra milliyetçiliğe yelken açar, Kürt sözcüğünü ağzına bile almaz.
Her seçim zamanı partisinin vitrinine güzel saksılar koymakta da mahir bir siyasetçidir Baykal. Ama sandık zamanı geçip bu konuda işlevini tamamlayanları ustaca kızağa çekip tasfiye etmekte de üstüne yoktur Baykal’ın...
Uzatmak yersiz..
Baykal’la siyasal inandırıcılık sözcüğünü yan yana getirebilmek bunca yılın deneyiminden sonra çok güç, hatta olanaksız.
Ya da benim için öyle.
Baykal, milliyetçilik yapıp bas bas bağırırken de, “Örtülü kadınlarımız zincirlerini kırıyor” diye slogan atarken de samimi değil.
Bu nedenle, örneğin MHP’ye ya da AKP’ye oy verecek olanların aklını böylesine yüzeysel taktiklerle çelmesi çok uzak ihtimal Baykal’ın.
Biliyorum, Baykal’ın CHP’sine yine kerhen, yani istemeye istemeye, Baykal’a rağmen ‘alternatifsizlik’ten oy verecek olanlar yok değil.
Hatta bunun için Baykal’ın vitrininde süs bitkisi olmaya dünden hazır olanlar da malum...
Ama bunlar seçim sandığında ne kadar etkili olur, Baykal’ın oyunu ne kadar arttırır, yine de kuşkuluyum.
Uzun lafın kısası:
CHP lideri Baykal’ın türbanlı, başörtülü, kara çarşaflı kadınlarımıza parti rozeti takması pek öyle heyecan verici bir olay değil.
Seçim zamanlarına özgü sıradan bir Baykal gösterisi...
Hasan Cemal / Milliyet, 19.11.2008
|
20.11.2008
|
|
Ferman anayasaları
Geçenlerde Bilkent Üniversitesi ve Alman Uluslararası Hukuki İşbirliği Vakfı’nca düzenlenen “Anayasalardaki Değiştirilemez İlkeler” konulu sempozyum önemliydi. Eğer yeni bir anayasa yapmak diye bir problemimiz varsa ve bu problem gündemimizin en önemli problemlerinden biriyse bu sempozyum dikkat çekmeliydi, çekmedi. Herhalde bu koşullarda anayasa meselesinin ciddi olarak gündeme gelemeyeceği düşünülmüş olduğu için bu sempozyum üstünde durulmadı.
Fakat durumun böyle olması anayasa meselesini tartışmamıza, üstüne kafa yormaya engel değil. Kötü bir alışkanlığımız var, düşünmek, tartışmak, konuşmak gerektiği yerde tartışmayız, susarız; artık bir karar vermek gerektiği noktada ise bitip tükenmez tartışmalara dalarız. Bu yüzden anayasa meselelerini ufaktan tartışmakta fayda var.
Böyle düşündüğüm için Bilkent Üniversitesi’nde yapılan uluslararası sempozyumu ve buradaki görüşleri önemsedim. Mercek altına alınan konu da hepimizin bildiği ve bize çok çektiren bir konuydu: Anayasanın “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddeleriydi. Oysa, anayasanın ilk üç maddesinin, ülkemizin tarihsel toplumsal gelişmeleri önünde bir tıkaç olduğunu bilmeyen yok. Bu maddelerin yerinde kalmasını savunanlar da biliyor bunu, değişmesini isteyenler de. Buna rağmen hayat kitaba sığdırılamayacağı için toplumumuz, anayasa ne derse desin ülkemizin ekonomik, sosyal, kültürel gelişmesi karşısında cumhuriyetin resmi kimlik tanımlamalarının dar geldiğini tartışmakta. Toplumun ne düşündüğünün, toplumdaki düşünce farklılıklarının anayasa hukuku açısından hiç mi değeri olmayacak? Hiç değilse “teklif” getirebilme özgürlüğümüz olmalıydı. Sempozyumun açılış konuşmasını yapan Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Osman Gürzumar, Türk ve Alman anayasalarının “değiştirilemez” hükümler içerdikleri için birbirlerine benzerlik gösterdiklerini fakat benzerliklerin metin üzerinde kaldığını, tarihsel, toplumsal, kültürel özellikler nedeniyle uygulamada farklılıklar yaşandığını söylemiş. Zaten benim işaret etmek istediğim mesele de bu; toplumun kendi tarihi içinde oluşan toplumsal şekillenmesiyle hukuksal yapılanması arasında kurulacak doğru korelasyonlara ihtiyaç var. Yasakçı zihniyet konunun soğukkanlı tartışmasını önlüyor ve böylece sağlıklı korelasyonlar kurmak imkânsızlaşıyor.
Sempozyumda konuşan eski Federal Alman Anayasa Mahkemesi Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Winfried Hassemer sunduğu bildiride, “Anayasalarda değiştirilemez hükümlerin olması demokrasi açısından kabul edilemez. Değiştirilemez hükümler yasaların uyum sağlayabilirliğini yok eder, böylelikle sosyal uyum gerçekleşemez. Oylanamaz bir şeyi ortaya koyarsak demokrasi sona ermiştir” dedikten sonra çoğunluğun yanlışlar yapabileceğine de dikkat çekerek “Yine de değiştirilemez ilkelerin haklılığının bulunduğunu düşünüyorum. Toplum içinde bu normların yeri vardır. Bazı normlar istikrarlıdır, süreklidir” demiş.
Aynı sempozyumda konuşan Anayasa Mahkemesi Raportörü Doç. Dr. Osman Can ise yapacağı konuşmanın Anayasa Mahkemesi’ni bağlamayacağını, akademik özgürlük kapsamında konuşacağını belirttikten sonra bizim anayasamızdaki değiştirilemez ilkelerin diğer anayasalardaki değiştirilemezlerle dayanılan argümanlar açısından fark olduğuna dikkat çekmiş. Örneklemelerinden biri anayasamızdaki “Devletin dili Türkçedir” ibaresi; gerçekten de devletin dili olmaz, “resmi dili” olur.
Osman Can’ın anayasalarımızı nitelerken yaptığı benzetme ise çok çarpıcı; 1924 Anayasası hariç tüm diğerlerinin “ferman anayasası” olduğunu söylemiş. Doğrusu her şeyi çok iyi anlatan bir ifade bu. Yanlış mı, hangi anayasamız sivil iradenin, halkın damgasını taşıyor? Anayasa Mahkemesi ile ilgili tespiti ise bir o kadar çarpıcı: “Türkiye’deki Anayasa Mahkemesi’nin demokratik meşruiyet sorunu var. Türkiye’de yargı mekanizmasının demokratik meşruiyet sorunu vardır” demiş ve Anayasa Mahkemesi’nin kurucu iktidar karşısındaki konumunun “Anayasa bekçiliği” olduğunu ifade etmiş. Bu saptamanın doğruluğuna son üç dört yıldır bu mahkemenin pratiği ile yakından tanık değil miyiz?
Bize göre de yerinde olan bu saptama aslında cumhuriyettin demokratikleşme sürecini boylu boyuna tartışmak gerektiğini söylüyor.
Nabi Yağcı / Referans, 19.11.2008
|
20.11.2008
|