Yukarıdaki cümleyi zaman zaman tekrar eder, mânâsını anlamaya çalışırım. İman gözü ile bakıp, akıl dürbünü ile görmek isterim. Önüme binlerce pencere açılır. Hangi pencereden baksam, değişik bir manzara ile karşılaşırım. Her pencereden Cenâb-ı Hak’kın bir isminin cilvesi parlar. Nurundan gözlerim kamaşır, nârından yüreğim tutuşur. Nazarım çok kısa, idrâkim pek noksan olduğundan, gördüklerimden bazen dehşete kapılırım. Yufka yüreğim ağır yüklerin altında ezilir, zayıf kalbim büyük acılara tahammül edemez. Dünyanın ağırlığı âciz ruhumun omuzlarına yüklenir, hayatın bu ağır yükü altında ruhumun ezildiğini hissederim.
Bir sabah uyandığımda, bahçemdeki gül ağacından goncaların açıldığını, güzel renklerin, hoş kokuların, nefis güzelliklerin zuhur ettiğini görürüm. ‘Cemil penceresi’ nazarıma açılır. Gönlüme bir sürur, ruhuma bir huzur dolar. Güllerin güzel yüzlerine baktıkça, benim de kederli yüzümde sevinç gülleri açar. İpek kanatlı kelebeklerin çiçekli dallarda kanat çırpması, gönlümü de kanatlandırır, huzur diyarına doğru uçurur. Ama bir akşam üstü kadife yapraklı güllerin solduğunu, ipek kanatlı kelebeklerin öldüğünü, dallardaki rengârenk çiçeklerin kuruyup döküldüğünü görürüm. “Sizin arkadaşlığınız bu kadar mıydı?” diyerek arkalarından gözyaşı dökerim. Sevinçlerim hüzne, saadetlerim hüsrana dönüşür. Onlara duyduğum acımak hissinden yüreğim burkulur. Güllerini solduran gül ağaçlarına, çiçeklerini döken dallara sitem ederim. Hayatıma neşe ve huzur katan kelebeklerin hayatının son bulmasından elem duyarım. Onlara duyduğum acımak duygusu yüreğimi yaralar, kalbimi kanatır, ruhumu karartır. “Hayat ne kadar acımasız” diye hayata sitem ederim. Yufka yüreğim bu acıya dayanamaz.
Esmer tenli bulutlar, yağmur yüklü kanatları ile başımın üzerinden geçerken, rahmet penceresi nazarıma açılır. Rahmetin tecessüm etmiş hâli olan damlalar, ahenkli seslerle toprağın bağrına düşerken, topraktan çıkan rahmet kokuları ruhumun genzine dolar. Yağmurun sesi, rüzgârın nefesi, hoş bir musiki olur, zevkine doyum olmayan bir manzara oluşturur. Ben rahmet penceresinden tenezzüh ederken, gök gürültüsü ile bir haşmet penceresi açılır. Az evvel rahmet olan yağmur bir âfet halini alır, dereler öfkeli bir sele dönüşür, önüne çıkan her şeyi yıkmaya ve yutmaya başlar. Güzelim bitkiler, masum hayvancıklar, azgın suların önünde sellerine kapılır, telef olurlar. Nazarımı yaklaştırıp içeri girdikçe gördüklerim karşısında dehşete kapılırım. Zayıf kalbim bu ağır yüke tahammül edemez. Lezzetlerim elemlere, sevinçlerin kederlere dönüşür. “Neden bu güzellikler böyle çirkinliklerle bozuluyor” diyen soru işaretlerinin çengelleri, beynime saplanır.
Hayalim kâinat denizinde seyran ederken, Âdil ve Rahîm pencereleri nazarıma ilişir. Okyanusların derinliklerindeki tek hücreli bir canlının, toprak altındaki bir solucanın rızkının hiç ihmal edilmeden verildiğini görür, “Allahuekber” diyerek, Rezzak ve Rahîm isimleri önünde secdeye kapanmak isterim. Diğer tarafta ise, açlıktan iskelet haline gelmiş esmer tenli çocukların ölümünü bekleyen akbabalar nazarıma ilişir. Kafam karışır, aklım bulanır.
Kalbim bu tezatların cenderesinde ezilmek üzere iken, bir kurtarıcı, bir teselli edici müceddidin müjdeleri ile kendime geldim. O müjdeci, “Kadere iman eden kederden kurtulur” diyordu. Kadere iman, iman esaslarından birisi olduğuna göre, demek ki bu acib işlerde kader hükmünü icra ediyordu. Cenâb-ı Hak’kın rahmetinden fazla rahmet etmeye, O’nun merhametinden fazla merhamet göstermeye haddim ve hakkım olmadığına göre, demek ki ben boşuna acı çekiyorum diye düşünmeye başladım.
Yine o müceddid, “masumlara gelen musibetler, onlar hakkında bir nevî şehadet hükmüne geçer” diyordu. Demek ki dünyevî, fâni sıkıntılar, ebedî bir saadetin vesilesiymiş diye teselli buldum. O masumlara acımak yerine, onlara gıpta etmeye başladım. Zahiri karanlık ve çirkin görünen olayların arkasında, çok güzel ve nurlu neticeler olduğunu gördüm. Anlamakta âciz kaldığım daha pek çok hikmetli işler için de, “hikmetinden sual olmaz” diyerek vazifem olmayan konularda kafa yormaya gerek olmadığını anladım. İbrahim Hakkı gibi, “Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler” deyip, kendi vazifeme bakıp, Cenâb-ı Hak’kın vazifesine karışmamakla huzur buldum.
Demek ki, “Pencerelerden bak, içlerine girme” diye yapılan ikaz, hayatın pencerelerinden gördüğün hadiselerden zevk, ibret al ama, lüzumsuz ve zararlı bir merak duygusu ile hakkın ve haddin olmayan meselelere dahil olmaya çalışma diyordu. Cüz’î iradenle küllî işlerin hikmetlerini sorgulamaya kalkma. Çünkü senin irade ve istidadın çok kısadır. Pek büyük ve yüksek olan işlerin esrarına vakıf olamazsın. Senin akıl terazin bu ağırlığı çekmez. Öyleyse, haddini bil, hakkına razı ol, gördüklerinden ve yaşadıklarından keyif almaya bak. Hadiselerin içine dalıp aklını ve kalbini boğma. Zira sen bu küçücük kulaçlarınla bu okyanusta yüzemezsin. Kaderin gemisine bin, emniyetle seyret.
Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri ile tam teselli buldum, kederlerden kurtuldum:
“Hem der ki: Mânen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîm’in mülküdür. Mülkü sahibine teslim et, ona bırak.. Cefasını değil, safasını çek.”
09.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|